RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI...
Transcript of RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI...
The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS7288
Number: 61 , p. 177-196, Autumn III 2017
Yayın Süreci / Publication Process
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date
10.09.2017 20.11.2017
RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ
YORUMLAMASI VE BU HUSUSTA MUTEZİLEYLE GİRİŞTİĞİ
TARTIŞMA (TEFSİR-İ KEBİR BAĞLAMINDA) RAZİ’S INTERPRETATION OF VERSES ABOUT THE TRUE PATH AND
ABERRATION AND HIS DISCUSSION WITH DISSENTERS ON THIS ISSUE
(WITHIN THE CONTEXT OF THE INTERPRETATION OF LEDGER) Yrd. Doç. Dr. Enver Bayram
ORCID ID: orcid.org/0000-0001-7624-4528
Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öz Allah ile insan münasebetinin bir boyutunu da hidayet ve dalaletle ilgili mesele
oluşturur. Kur’an, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister
nankör” (İnsan: 76/3) ayetinde de ifade ettiği gibi doğru yolu insana göstermiştir.
Kur’an’ın insandan istediği şey, cüz’i iradesini kullanarak dalaletten sıyrılıp hidayete
ermesidir. Böylece hidayete eren insan hem dalaletten kendini kurtaracak hem de Allah
ile münasebetini sağlam bir temele oturtacaktır.
Hidayet ve dalaletle ilgili mesele itikadî bir konudur. Bu hususta geçmişten gü-
nümüze kadar itikadî mezhepler arasında büyük tartışmalar süregelmiştir. Müfessir Ra-
zi’nin de dahil olduğu Ehl-i Sünnet, Mutezile ve Cebriye insan iradesini farklı noktalar-
da konumlandırmalarından dolayı bu hususta değişik yorumlar ortaya çıkmıştır. Bu du-
rum kendini söz konusu ayetlerin tefsirinde de kendini göstermiştir. Razi, kendi düşün-
cesi çerçevesinde söz konusu ayetleri tefsir etmiş ve aynı zamanda Cebriye ve
Mu’tezile’ye eleştiriler yöneltmiştir. Bunun yanında görüşlerini doğrulamak için Ehl-i
Sünnet alimlerinden nakillerde bulunmuş, aklî olarak onların düşüncelerini çürütmeye
çalışmıştır.
Bu makalede Razi’nin kaleme aldığı Tefsir-i Kebir adlı tefsiri bağlamında hida-
yet ve dalaletle alakalı ayetleri Razi’nin nasıl değerlendirdiği ele alınacaktır. Bu bağlam-
da hidayet ve dalaletle ilgili ayetlerin Allah’a nispet edilip edilemeyeceği araştırılacaktır.
Yine irade meselesi ve kulun fiilinin yaratıcısının kim olduğu Tefsir-i Kebir bağlamında
ele alınıp incelenecektir. Razi’nin bu hususta Mu’tezile’ye yapmış olduğu itiraz da delil-
leriyle ortaya konulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Razi, Kur’an, Hidayet, Dalalet, Mu’tezile
178
Enver Bayram
Abstract One of the dimensions of the relationship between Allah and human beings is
comprised of the issue about the true path and aberration. As is expressed in the verse
“We have undoubtedly led him to the (right) path. Let him be either a praiser or an un-
grateful” (Human: 76/3); the Koran shows the true path to human beings. The Koran
demands human beings to use their free will, get through aberration and reach the true
path. Thus, a person who reaches the true path will be able to not only get through aber-
ration, but also have a strong relationship with Allah.
The issue about the true path and aberration concerns faith. In this respect,
there have been great discussions between faithful sects from past to present. Followers
of Sunnah including Razi the Interpreter, Dissenters and Cebriye interpret the human
will from different perspectives as they position it at different points. This condition
could also be observed in the interpretation of the aforementioned verses. Razi interpret-
ed these verses within the scope of his own thoughts and also made criticisms about Ce-
briye and Dissenters. In addition to this, he used the narrations of scholars who were
Followers of Sunnah and tried to intellectually confute their thoughts in order to confirm
his own thoughts.
This article will embrace how Razi evaluated verses about the true path and ab-
erration within the context of his interpretation titled Interpretation of Ledger. In this
context, the article will investigate whether verses about the true path and aberration
could be correlated with Allah or not. Similarly, the issue of will and the creator of hu-
man beings will be embraced and examined within the context of Interpretation of
Ledger. Razi’s objection to Dissenters on this issue will also be revealed with documents.
Keywords: Razi, The Koran, The True Path, Aberration, Dissenters
Giriş
Kur’an, insanın dünya ve ahiret mut-
luluğu için gönderilmiş ilahi kitaptır. Ondaki
emirleri ve yasakları kabul etme insanı iman
edenler grubuna sokarken, aksi durumda
insanı inkâr edenler grubuna sokmaktadır.
Kur’an, iman edenleri hidayete eren kimseler
olarak nitelerken, inkâr edenleri de dalalete
düşen kimseler olarak tavsif etmektedir.
Hidayet ve dalalet meselesi özellikle
Kelam âlimleri tarafından etraflıca tartışılan
önemli meselelerden biri olmuştur. Bu nokta-
da âlimler hidayet ve dalalet kelimelerinin
anlaşılması hususu yanı sıra hidayet ve dala-
letin Allah’a mı yoksa kula mı nispet edilmesi
hususunu tartışmışlardır. Yine onlar kulların
fiillerinin yaratıcısının kul mu yoksa Allah mı
olduğu hususunda da görüş birliğine vara-
mamışlardır. Bu hususta Ehl-i Sünnet hidaye-
te erme ve sapma fiillerinin Allah tarafından
yaratıldığını söylerken, Mu’tezile bunun kul
tarafından ortaya çıkarıldığı görüşündedir.
(Nesefi, 1990: II/179; Eş’ari, 1950: I/298).
Mu’tezile’ye göre kötü fiillerin Allah tarafın-
dan yaratılması caiz değildir (Kâdî Abduceb-
bar: 1988: 301). Yine Ehl-i Sünnet kulların
fiilinin Allah tarafından yaratıldığını savu-
nurken, Mu’tezile bunun insan tarafından
meydana getirildiği görüşündedir (Nesefi,
1990: II/179; Eş’ari, 1950: I/298).
Mu’tezile, adl ilkesinden yola çıkarak
dalaleti Allah’a nispet eden ayetleri (Bakara:
2/26; İbrahim, 14/4) te’vil etmektedir. Mesela
Mutezilî alim Kâdî Abdülcebbâr En’am sure-
sinin 125. Ayetinde Allah’a nispet edilen dala-
leti kafirlere doğru yolun gösterilmemesi ola-
rak te’vil etmektedir. Öte yandan Fussilet
suresinin 17. Ayetinin tefsirinde hidayet et-
mek ifadesini de doğru yolu göstermek olarak
açıklamaktadır (Kâdî Abducebbar: 1969: 60-
66).
Razi’nin, İmam Ebu’l-Kasım el-
Ensarî’den naklettiğine göre ne Mu’tezile ne
de Ehl-i Sünnet bu meselede küfre nispet edi-
lemezler. Çünkü Mu’tezile’nin amacı Allah’ı
tenzih etmeye çalışmakta iken, Ehli Sünnet’in
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 179
amacı ise Allah’ı ululamaktır. Böylece her iki
gurubun da Allah’ın celâlını ve kibriyasının
büyüklüğünü ispatlamaya çalışmaktan başka
bir arzuları olmamıştır (Razi, 2000: II, 48).
Yine Razi, Mu’tezile’nin ayetleri ge-
reksiz yere te’vil ettiklerini, bunun da onları
nihaî noktada yanlışa sürüklediğini bildir-
mektedir: “Bil ki te'vile gitmek, ancak sözün
(ayetin) lafzını zahirî manasına hamletmenin
imkansız olduğu, akli delil ile sabit olduğu
zaman makul olur. Ama aklî delil ile, hak ve
doğru olan mananın, sadece lafzın zahirinin
delâlet ettiği şey olduğu sabit olunca, bu gibi
yerlerde te'vîle sapmak abes olur.” (Razi,
2000: XV, 52). Mutezilenin zorunlu bir sebep
olmaksızın ayetlerin zahirini terk etmesi Ra-
zi’nin Mutezileyi eleştirirken en çok dikkat
çektiği husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hidayet ve dalaletle ilgili meseleler
Kelam ilminin kapsamında ele alınıp incelen-
se de biz bu meseleye ilgili ayetlerin yorumla-
rı zaviyesinden bakmaya çalışacağız. Bu ne-
denle Allah’ın hidayete erdirmesi ya da sap-
tırması, insanın hidayete ermesi ya da sapma-
sı gibi konularda Razi’nin bu ayetleri nasıl
yorumladığına ve hususta Mu’tezile ile giriş-
tiği tartışmaya değineceğiz.
1. Hidayet ve Dalalet Kelimelerinin
Anlamları
Kur’an’da türevleriyle beraber üç
yüzden fazla yerde geçen hidayet kelimesi
(Abdulbaki, 1990: 731-736) isim olup hedâ
-kökünden türemiştir. Sözlükte bir kim ”هدى“
seye yol göstermek ve rehberlik etmek ya da
doğru yolu tutmasına, takip etmesine vesile
olmak anlamlarına gelmektedir (İsfehanî,
2012: 1504). Hidayet, “Dünya ve ahiret mutlu-
luğunu sağlayacak yolu gösterme anlamında
bir terim” dir (Yavuz, 1998: XVII/473).
Hidayet kelimesi Kur’an’da fiil türev-
lerinin yanı sıra hadi, hüda, mühtedi gibi
farklı isim türevleriyle de kullanılmaktadır.
Mesela Zerkeşi el-hüda kelimesinin Kur’an’da
hidayet etmek (Teğabün: 64/11), beyân (Baka-
ra: 2/5), tevbe etmek (A’raf: 7/156), ilham et-
mek (Taha: 20/50), din (Al-i İmran: 3/73), imân
(Meryem : 19/76), davetçi (Enbiyâ, 21/73),
peygamber ve kitap (Bakara: 2/38), ıslah et-
mek (Yusuf: 12/52), sünnet (Zuhruf: 43/29),
tevhid (Kasas: 28/57), delil (Bakara, 2/258),
Tevrat (Mü’min: 40/53), Kur’an (Necm: 53/23),
Hz. Muhammed (Bakara, 2/159) irşad etmek
(Fatiha: 1/6), yol bulmak (Nahl: 16/16) gibi 17
farklı anlamda kullanıldığını ifade etmektedir
(Zerkeşi, 1972: I, 103-104).
Râğıb el-İsfehani, Allah’ın insanı hi-
dayetinin dört şekilde olduğunu ve bu dört
hidayetin sırayla olduğunu belirtmektedir:
1. Her insanı, hatta her şeyi kapsayan
hidayet. “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye
hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da
doğru yolu gösterendir, dedi.” (Taha: 20/50)
ayeti buna işaret etmektedir.
2. Peygamberler ve kitaplar göndere-
rek insanları hakka çağırmak suretiyle insan-
lara tahsis ettiği hidayettir. “Onları, emrimiz
uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık
ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz
kılmayı, zekât vermeyi vahyettik<” (Enbiya:
21/73) ayeti buna işaret etmektedir.
3. Hidayete eren kimseye has kıldığı
tevfiktir. “Doğru yolu bulanlara gelince, Allah
onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını
sağlar.” (Muhammed: 47/17) ayeti buna işaret
etmektedir.
4. Ahirette cennete götürecek hidayet-
tir. “(Cennette) onların altlarından ırmaklar
akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini
çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: “Hidayetiyle
bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-
sun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendi-
liğimizden doğru yolu bulacak değildik<”
(A’raf: 7/43) ayeti buna işaret etmektedir (İs-
fehani, 2012: 1505).
Kur’an’da türevleriyle beraber iki yüz
on sekiz yerde geçen dalalet kelimesi (Abdul-
baki, 1990: 421-424) sözlükte kaybolmak, yo-
lunu kaybetmek anlamlarına gelmektedir.
Dalalet, “dalle” fiilinden masdar olup irşad ve
hidayetin zıt anlamlısıdır ((İbn Manzur, t.y:
180
Enver Bayram
XI, 390; İsfehanî, 2012: 904). Terim olarak ise
dalalet, “Kasten ya da yanılarak, kasıtsız ol-
sun, az miktarda olsun ya da çok miktarda
olsun açık, belli olan bir yoldan her türlü sapı-
şı, ayrılışı” ifade etmektedir. (İsfehanî, 2012:
904). Yine dalalet, “Haktan yüz çevirip bâtıla
yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma
anlamına gelen bir terim”dir (Harman, 1993:
VIII/427). Fahreddin Razi ise dalaleti; zulüm,
doğrudan ayrılma ve hidayete erememek
olarak tanımlamaktadır (Razi, 2000: II/65).
2. Razi’ni Hidayet ve Dalaletle İlgili
Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta
Mu’tezile İle Giriştiği Tartışma
Razi, hidayet ve dalaletle ilgili açık-
lamalarını hidayet ve dalaletten bahseden
ayetlerin tefsirinde yapmaktadır. En derli
toplu ve en geniş açıklamaları Bakara suresi-
nin ilgili ayetlerinin tefsirinde yapmaktadır.
Bazen Ehl-i Sünnet’in o husustaki görüşünü
kendi görüşü yerine kaim kılmaktadır. Bu-
nunla beraber Mu’tezile’nin o husustaki görü-
şünü detaylı bir şekilde vermekte ve onu çe-
şitli naklî ve aklî delillerle çürütmeye çalış-
maktadır. Biz de hidayet ve dalaletle ilgili
konuları Razi’nin, ayetleri yorumlamasından
hareketle bir tasnife tabi tutup incelemeye
çalışacağız.
2.1. Hidayet ve Dalaletin Allah’a İza-
fesi
İçinde Razi’nin de bulunduğu ehli
sünnet alimleri dalalet ve hidayetin Allah’tan
olduğu hususunda “Allah kimi doğru yola
iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi
de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi
kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların
üstüne işte böyle murdarlık verir.” (En’am:
6/125) ayetini delil getirmektedirler. Ayetin
lafzının aklî ve kat’î deliller ihtiva ettiğini
belirten Razi, bu delili şöyle açıklamaktadır:
“Kul, hem imana, hem de küfre kadirdir.
O'nun, bu iki şeye nispetle kudreti, müsavi ve
eşit olarak bulunur. Binaenaleyh, kalpte ona
götürecek bir sebep ve faktör bulunmadıkça,
kuldan küfür yerine iman veya iman yerine
küfür sâdır olması imkânsızdır. "Sebep" ise
yapılan işin büyük bir fayda ve ağır basan bir
menfaat ihtiva edeceğini bilmesi veya inan-
ması veyahut zannetmesinden ibarettir. Çün-
kü kalpte bu mana meydana geldiği zaman
bu, kulu o fiili işlemeye sevk eder. Eğer kalpte
bu fiilin büyük bir zarar ve ağır basan bir fesat
ihtiva ettiği yolunda bir ilim veya inanç yahut
da bir zan meydana gelirse, bu durum, o in-
sanı o fiili terk etmeye sevk eder. Biz deliliyle
beraber bu sebeplerin mutlaka Allah katından
olması gerektiğini; sebeplerle kudretin topla-
mının fiili gerektirdiğini beyan etmiştik.
Bu sabit olunca biz deriz ki: Kuldan
imanın sadır olması, ancak onun kalbinde,
imanın daha faydalı ve maslahata daha uygun
olduğuna dair Allah'ın bir bilgi yarat-
masından sonra olur. Kalpte böylesi bir bilgi
meydana geldiğinde, kalp o işi yapmaya mey-
leder ve o kişinin nefsinde, o işi yapmak için
daha fazla bir arzu meydana gelir ki, işte göğ-
sün imana açılması budur. Ama kalpte, Hz.
Muhammed {s.a.s)'e iman etmenin, meselâ
gerek dinî gerekse dünyevi hususlarda büyük
bir fesada sebebiyet vereceğine ve büyük za-
rarlara yol açacağına dair bir inanç meydana
gelirse, bu durumda, onun bu zannı Hz. Mu-
hammed (s.a.s)'e iman etmekten şiddetle nef-
ret etmesine yol açar ki Allah’ın onun kalbini
son derece daraltmasından murat budur.
Buna göre ayetin manası şöyle olur:
“Allah’ın iman etmesini istediği kimseyi ima-
na sevk eden sebepler kuvvetlenir. Yine Al-
lah’ın inkârını istediği kimseyi, imandan
alıkoyacak sebepler ise onu küfre sevk edecek
sebepler güç kazanır. Durumun böyle olduğu
aklî delil ile sabit olunca, Kur'ân'ın lafzının bu
aklî delilleri ihtiva ettiği de sabit olur. Yine
kesin aklî delil, Kur'ân lafzının sarîh manasına
tıpatıp uyduğu zaman, onun ötesinde her-
hangi bir beyan ve delil söz konusu olamaz.”
(Razi, 2000: XIII, 145). Görüldüğü gibi Razi,
iman ve inkârı, kalpte iman etmeye veya inkâr
etmeye götüren bir “daî”nin (sebebin) bu-
lunmasına dayandırmakta ve o “daî”nin yara-
tısının da Allah olduğunu, dolayısıyla Allah
dilemedikçe hiçbir kimsenin iman etmesinin
mümkün olamayacağını ifade etmektedir.
Razi, “Bu (din), Rabbinin dosdoğru
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 181
yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyet-
leri ayrıntılı olarak açıkladık” (En’am: 126)
ayetinin başında geçen ism-i işareti (hâzâ),
125. ayetle irtibatlandırmakta ve bu hususla
ilgili eleştirilerini Mu’tezileye yöneltmektedir.
O, bu hususta şunları ifade etmektedir: “İsm-i
işaret, Cenâb-ı Hakk'ın önceki âyette zikredip
izah ettiği şu hususa işaret etmektedir: “Fiil,
sebebe (dâî'ye) dayanır. Sebep, Allah tarafın-
dan meydana gelir. Binaenaleyh, fiilin de
Allah tarafından olması gerekir ki, bu da “sırf
tevhid” inancını gerektirir. Bu sırf tevhîd de,
Allah'ın bütün kâinatın ve mümkinâtın,
“Mübdii” (yoktan var edeni) olmasıdır.
“Cenâb-ı Hak, hak olan tevhidi bilmeye gö-
türdüğünü bildiği için, bunu Sırat (yol) diye
isimlendirmiştir. Bu kelimeyi bir de müs-
takîmen (dosdoğru) kelimesiyle nitelemiştir.
Çünkü, Mu'tezile’nin görüşü müstakîm de-
ğildir. Bu böyle değildir, zira "Mümkin"in iki
(varlık ve yokluk) tarafından birinin diğerine
üstün gelmesi, ya bir müreccihe dayanır veya
dayanmaz. Binaenaleyh, bu bir müreccihe
dayanırsa o zaman, “yapabilenden fiil ancak
ona dâî (sebep) bitiştiğinde sudur eder” de-
nilmesi gerekir. Böyle olması halinde de bi-
zim, “her şey, Allah'ın kaza ve kaderiyledir”
şeklindeki sözümüz tam olur; Mu'tezile’nin
görüşü ise bâtıl olur. Ama, mümkin'in iki
tarafından birinin diğerine olan üstünlüğü bir
müreccihe dayanmazsa, bu müreccihe ihtiyaç
duymama halinin, bütün mümkin ve muhdes
varlıklar hakkında söz konusu olması gerekir.
Bu durumda da, hem yaratmanın, hem de
yaratıcının yokluğu; fiil-fâil ve tesir-müessir
vb. gibi hususların iptal edilmesi gerekir.
Ama, bu ağır basma (rüçhaniyet)’in,
Mu’tezile’nin dediği gibi, her durumda değil
de bazı yerlerde bir müessire muhtaç olduğu-
nu söylemek eğri-büğrü ve müstakîm olma-
yan bir davranıştır. Müstakîm ve dosdoğru
olan ise, bu ihtiyaç halinin mutlak manada ve
her zaman bulunduğuna hükmetmektir ki bu
da, bizzat bizim mezhebimizin ve görüşümü-
zün ta kendisidir. İşte bu görüş, bu ayetin
tefsirinde, bana göre tercihe lâyık olan görüş-
tür.” (Razi, 2000: XIII, 153). Görüldüğü Razi,
fiilin sebebe dayandığını ve sebebin de Allah
tarafından yaratıldığını aklî olarak izah et-
mektedir. Böylece hidayet ve dalaleti Allah’a
nispet etmektedir.
2.1.1. Allah’ın İradesi
İradeyi, “akıllı bir kimsenin nefsinde
hissettiği ve iradesi ile ilmi, kudreti, elemi ve
lezzeti arasında açık bir fark bulunmasına
vesile olan bir mahiyet” olarak tanımlayan
Razi’ye göre, “iradenin mahiyetini tasavvur
tarife muhtaç değildir”. Bu hususta o, kelam-
cıların irade hakkındaki “ irade meydana
gelişte değil de, meydana getirme hususunda
caiz olan şeyin iki tarafından (olup olmama-
sından) birinin diğerine üstünlüğünü gerekti-
ren bir sıfattır” şeklindeki tanımlamalarını da
nakletmektedir. Yine o, iradenin Allah’a nis-
pet edilmesi meselesinde iradenin Allah’a
nispet edilebileceğini, ancak Allah’ın “murîd”
(irade eden) olup olmaması hususunda alim-
ler arasında ihtilaf olduğunu ifade etmektedir
(Razi, 2000: II, 126).
Allah’ın ilmi ile iradesinin bazen bir-
birine mutabık olmayabileceği görüşünü sa-
vunan Mu’tezile, Allah’ın iradesiyle emrinin
ise devamlı birbirine mutabık durumda oldu-
ğunu kabul etmektedir. Buna mukabil Razi,
Allah’ın iradesi ile emrinin her zaman muva-
fık olmadığını ifade etmekte ve bu durumu
şöyle açıklamaktadır: “Cenâb-ı Hak, daha
sonra “Sonra Allah içlerinden kimini hidayete
erdirmiş, kiminin üzerine de dalâlet hak ol-
muştur” (Nahl: 16/36) buyurur. Bu, “onların
içinden, Allah'ın imana, sıdka ve hakka ilettiği
kimseler olduğu gibi haktan saptırıp doğruyu
görme hususunda kör kılarak küfür ve dalâle-
te düşürdüğü kimseler de var” demektir ki
bu, Allah Teâla’nın emrinin her zaman irade-
sine muvafık olmadığına, bazen bir şeyi em-
rettiği halde o şeyi irade etmediğine; yine bir
şeyi nehyettiği halde o şeyi irade ettiğine dela-
let eder ki, bizim görüşümüz böyledir.” (Razi,
2000: XX, 24). Bu durum “Allah, onlardan bir
182
Enver Bayram
kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı
da sapıklığı hak ettiler” (Nahl: 16/36) ayetinde
de ifade edildiği gibi Allah her ne kadar imanı
emredip küfrü de yasaklamış ise de bir kısım
insanları hidayete erdirmiş bir kısmını ise
saptırmıştır. (Razi, 2000: XX, 23).
Razi, “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir.
Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr
etsin.” (Kehf: 18/29) ayetinin tefsirinde söz
konusu ayete dayanarak Mu’tezile’nin, iman
ve inkarın, itaat ve masiyetin kula ve onun
iradesine bırakıldığını savunduğunu belirt-
mekte ve bu hususta onlara şöyle cevap ver-
mektedir: “Andolsun ki, bazı kimseler bana
bu ayeti sordular da ben de bu ayetin bizim
görüşümüzün doğruluğuna delâlet eden de-
lillerin en güçlüsü olduğunu söyledim. Zira
bu ayet, iman ve küfrün tahakkuk etmesinin,
imanı ve küfrü dilemenin tahakkuk etmesine
bağlı olduğu hususunda sarîh bir ifadedir.
Akıl da açıkça bunu gösterir. Çünkü seçim
yapabilen aklın, o şeye yönelmeksizin ve onu
tercih etmeksizin tahakkuk etmesi imkânsız-
dır. Bu husus iyice kavrandığında şimdi biz
diyoruz ki: O kasıt ve ihtiyarın, (seçmenin)
gerçekleşmesi, eğer kendisinden önce bulu-
nan bir kasıt ve ihtiyar ile olmuşsa o zaman
sonsuza kadar her kasıt ve ihtiyardan önce bir
kasıt ve ihtiyarın bulunması gerekir. Halbuki
bu imkânsızdır. Binâenaleyh o kasıt ve tercih-
lerin, o zorunlu kasıt bulunduğu zaman,
Cenâb-ı Hakk’ın kulda zarurî olarak yarattığı
kasıt ve tercihe varıp dayanması gerekir. Za-
rurî olan tercih ise fiili gerektirir. O halde
insan, ister dilesin, isterse dilemesin, eğer
onun kalbinde, muarızı bulunmayan o kafî
irade bulunmazsa fiil meydana gelmez. Ama
o kesin irâde bulunursa kul ister dilesin, ister-
se dilemesin fiil o irâdeye varıp dayanır.
Meşîetin bulunması, fiilin bulunmasına; fiilin
bulunması da meşîetin bulunmasına dayan-
maz. Binâenaleyh insan, görünüşte muhtar,
ama aslında muztar ve mecbur olan bir varlık-
tır.” (Razi, 2000: XXI, 102).
Razi, İmam-ı Gazali’nin düşüncesinin
de kendi düşüncesini desteklediğini belirt-
mekte ve Gazali’nin bu husustaki düşüncesini
nakletmektedir: “Eğer sen, “Ben kendimde bir
şeyi yapmak istediğimde onu yapabilme;
yapmamak istediğimde de onu yapmamaya
dair zarurî bir şey buluyorum. Binâenaleyh
yapıp yapmamak başkasında değil, benim
elimdedir” dersen, ben buna şöyle cevap ve-
rebilirim: Farz edelim ki sen kendinde böyle
bir şey hissediyorsun. Ama sen kendinde, bir
fiili dilediğinde, o meşîetin olduğunu; dile-
mediğinde de onun meydana gelmediğini
hissedebiliyor musun? Tam aksine akıl, o
kimse fiili istediğinde, o istekten önce bulu-
nan bir meşîete göre bunu istediğine şehâdet
eder. O, fiili istediğinde, o fiil, bu noktada
hemencecik ve bir seçme olmaksızın meydana
gelir. Binâenaleyh, kalbte istemenin bulunma-
sı, zorunlu bir şeydir. Fiilin o meşîete (isteme-
ye) dayanması da zorunlu bir şeydir. Binâena-
leyh bu her şeyin Allah'tan olduğuna delâlet
eder.” (Razi, 2000: XXI, 102).
Allah’ın iradesi meselesinde tartışılan
konulardan biri de kulun tevbesinden sonra
tevbeyi kabul etmenin Allah üzerine vacip
olup olmamasıdır. Bu hususa Razi, “Bilmez
misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin
mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder
ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla
kadirdir.” (Maide: 5/40) ayetinin tefsirinde
değinmektedir. Mu’tezile söz konusu ayetten
hareketle Allah’ın tevbe eden kulu bağışlama-
sının Allah’a vacip olduğunu belirtmektedir.
Razi, Mu’tezile’nin bu görüşüne katılmamak-
ta; Allah’ın dilediğini bağışlayacağını, diledi-
ğine de azap edeceğini ifade etmektedir. Razi,
Mu’tezile’nin dillendirdiği “Allah tarafından
olan bu fiillerin güzel ve yerinde oluşu, mah-
lukatın ilahı ve sahibi oluşundan dolayı değil,
aksine kullarının faydasını ve zararını gözet-
mesinden dolayı güzel olmuştur” görüşünü,
“Allah’ın istediği ve dilediği her şey güzeldir.
Zira O, bütün mahlukatın malikidir. Malikin,
mülkünde istediği ve dilediği gibi tasarruf
etme yetkisi vardır.” görüşüyle iptal etmeye
çalışmaktadır. (Razi, 2000: XI, 182). Dolayısıy-
la Razi, kulun bağışlanmasının veya kula azap
edilmesinin Allah’ın iradesine ve dilemesine
(meşietine) bağlı olduğunu ve bunun da Al-
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 183
lah’a vacip olmadığını ifade etmektedir.
2.1.1.1. Allah’ın Muradı Hidayettir
Razi, “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz
Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber
O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükre-
derseniz sizden bunu kabul eder.” (Zümer:
39/7) ayetinin tefsirinde Allah’ın küfre razı
olmadığını açıklamaktadır. Ancak
Mu’tezile’den Cübbaî’nin bu ayeti kendi
mezhebine dayanak yaparak farklı yorumla-
dığını ifade etmektedir. Buna göre;
1. Eğer Ehl-i Sünnet’in dediği gibi Al-
lah küfrü yaratmış olsaydı o zaman küfre razı
olmuş olurdu. Bu ise, ayetin manasına zıttır.
2. Eğer küfür Allah’ın takdiri ve ya-
ratmasıyla olmuş olsaydı o zaman bizim de
buna rıza göstermemiz gerekirdi. Zira “Al-
lah’ın kazasına rıza” vaciptir. Ümmet, “küfre
rızanın küfür” olduğu hususunda icma ettik-
lerine göre bu işin Allah’ın rızasıyla olmadığı
ortaya çıkmaktadır.
Ancak Razi, Cübbaî’nin bu delillerini
eleştirme sadedinde Ehl-i Sünnet alimlerinin
ona dört ayrı delille karşılık verdiklerini nak-
letmektedir. Buna göre;
1. “Kur'ân'ın âdeti, “kullar” ifadesini
mü'minler için kullanma şeklinde cereyan
eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Yeryüzünde
ağırbaşlı olarak yürüyen Rahmanın kulları...”
(Furkan: 25/63), “Allah'ın kullarının içtiği bir
göze...” (İnsan: 76/6) ve “Benim kullarım üze-
rinde senin (ey şeytan) bir tesirin olamaz”
(Hicr: 15/42) buyurmuştur. Buna göre, “O,
kullarının küfrüne razı olmaz” cümlesi, “O,
mü'min kulları için küfre razı olmaz” mana-
sında olur. Bu mana ise, biz Ehl-i Sünnet’in
inancına zarar vermez.”
2. “Küfrün, Allah'ın iradesiyle oldu-
ğunu söylüyoruz. Ama küfrün, Allah'ın rızası
ile olduğunu söylemiyoruz. Çünkü “rızâ” o
şeyi övmek, yapılışını medh-ü sena etmek
demektir. Zira Hak Teâlâ, “Şüphesiz Allah
mü’minlerden razı oldu...” (Fetih: 48/18) bu-
yurmuştur ki bu, “Allah o mü'minleri över,
medh-ü sena eder” demektir.”
3. “Rızâ, kınamamak ve karşı gelme-
mek demektir. Bu ise irâde etmek demek de-
ğildir.”
4. “Farzedelim ki “rızâ” bir şeyi irâde
etmek (istemek) manasınadır. Ama ayetteki
"O, kullarının küfrüne razı olmaz" ifadesi
genel bir ifadedir. Binâenaleyh bu, Allah
Teâlâ'nın, kâfirin küfrünü irâde ettiğine
delâlet eden ayetlerle tahsis edilir (sınırlandı-
rılır). Bu tıpkı, “Siz ancak Allah'ın dilediği
şeyleri dilersiniz” (İnsan, 76/30) ayetinde ol-
duğu gibidir.” (Razi, 2000: XXVI, 215). Görül-
düğü gibi Razi, bu hususta Allah’ın, kulunun
küfrüne rıza göstermediğini, aksine kulun
şükründen hoşnut olduğunu Ehl-i Sünnet’ten
yapmış olduğu nakille açıklamaktadır.
2.1.1.2. Allah Dilediğini Hidayete
Erdirir
Razi, Mu’tezile’nin Kur’an’da hidayet
kelimesinin farklı manalarda kullanılışıyla
ilgili görüşünü nakletmektedir. Buna göre;
1. Hidayet, yol gösterme ve açıklama
anlamına gelmektedir. Secde suresinin 26.
ayetinde hidayet kelimesi açıklama, Dehr
suresinin 3. ayetinde ise yol gösterme anla-
mında kullanılmıştır.
2. Şura suresinin 52. ayetinde geçen
-kelimesi “davet edersin” anlamına ge ”تهدى“
lirken Ra’d suresinin 7. Ayetinde geçen “هاد”
kelimesi ise “dalalete ya da hidayete çağıran
bir davetçi” anlamına gelmektedir.
3. Müminlerin taatlerini arttırmaları
ve imanlarına karşılık bir mükafat olması için
Allah, müminleri imana bağlı lütuflara mu-
vaffak kılmasıdır. Bu ise müminlere verilen
sevaptır. Bunun zıttı olarak da kafirlerden
lütufları çekip almaktır. Böyle olunca da Allah
onlara hidayet etmemiş ve onları saptırmış
olur.
4. Hidayet, cennet yoluna iletmektir.
5. Hidayet, takdim etmek manasında-
dır.
6. Hidayet, hükmetmek ve isim ver-
mek manasındadır (Razi, 2000: II, 134-135).
Mu’tezile’nin hidayet kelimesinin
184
Enver Bayram
Kur’an’da kullanılışı ile ilgili görüşünü nakle-
den Razi, daha sonra Cebriye’nin, hidayet
kelimesini “hidayeti ve ilmi yaratma” şeklin-
de anladıklarını ve Mu’tezile’nin buna itirazı-
nı nakletmektedir. Buna göre;
1. Zorla bir kimseyi bir yola sokmak
isteyen kimse için “o, onu oraya iletti” den-
mez. Bunun yerine “o, onu sırat-ı müstakime
zorladı, ona sevk etti ve onu oraya çekti” de-
nir.
2. Allah, hidayeti yaratmış olsaydı o
zaman sevap-günah, emir-nehiy, övme-yerme
gibi bir şey olmazdı (Razi, 2000: II, 135).
Razi, Mu’tezile’nin, “Allah, hidayeti
yaratandır, kul da onu kesb edendir” görüşü-
nü kabul etmediğini ve kesb hususunu iki
yönden reddettiklerini açıklamaktadır:
1. Kesbin meydana gelmesi Allah’ın
yaratmasıyla ise Allah o kesbi yarattığı zaman
kulun onu yapmaması imkânsızdır. Yok eğer
Allah o kesbi yaratmazsa o zaman da kulun
onu yapması mümkün değildir. Ancak kesbi
yaratan Allah değil de kul olursa o zaman
bütün müşkiller ortadan kalkar.
2. Şayet bir fiili Allah yaratıyor, kul da
onu kesb ediyorsa şu üç ihtimalden biri söz
konusu olabilir:
a. O fiili önce Allah’ın yaratması, son-
ra kulun kesbi.
b. O fiili önce kulun kesbi, sonra Al-
lah’ın yaratması.
c. Yaratmanın ve kesbin aynı anda
olması. Şayet o fiili Allah önce yaratmışsa kul
onu kesb etmeye mecbur kalır. Bu durumda
cebr ve zorlama geri döner. Şayet kul onu
Allah’ın yaratmasından önce kesb etmişse o
zaman bu, Allah onu yaratmaya mecburdur
demektir. Allah’ın yaratması ve kulun kesbi
aynı anda olursa o zaman Allah ile kulun
ittifakı söz konusudur. Ancak Allah ile kul
arasında böyle ittifakı bilemeyiz (Razi, 2000:
II, 135).
Hidayet ile hidayete erdirmenin farklı
olduğuna değinen Razi, “<Bunun üzerine
Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştük-
leri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini
doğru yola iletir.” (Bakara: 2/213) ayetinin
tefsirinde hidayet ile iman arasındaki farka
değinmektedir. Buna göre;
1. İmana muvaffak kılmak imandan
farklı bir şey olduğu gibi, imana hidayet de
imandan farklı bir şeydir.
2. Allah, bu ayetin sonunda “izni ile”
buyurmaktadır. Bu izni “Allah hidayet etti”
sözüyle ilişkilendirmek doğru değildir. Zira,
bir kimsenin kendi kendisine izin vermesi
mümkün değildir. Dolayısıyla “Böylece Allah,
iman edenleri, ihtilaf ettikleri meselede hakka
ulaştırdı da onlar da Allah’ın izniyle hidayete
eriştiler” şeklinde bir takdirin yapılması ge-
rekmektedir. Bunun için hidayet ile hidayete
erme birbirinden farklı olmaktadır. (Razi,
2000: VI, 15).
Razi, “(Ya Muhammed!) Onları doğru
yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah
dilediğini doğru yola iletir<” (Bakara: 2/272)
ayetinin tefsirinde ayetin nüzulüne dair üç
farklı sebep nakletmekte ve bunları telif ede-
rek ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Sana mu-
halif olanlara hidayet etmek senin görevin
değildir ki, İslam’a girsinler diye onlara sada-
ka vermeyesin. O halde Allah rızası için onla-
ra da tasadduk et. Sadakayı onların Müslü-
man olma şartına bağlama.” (Razi, 2000: VII,
68). Böylece Allah, iman etmeseler de inan-
mayanlara iyilik yapılabileceğini haber ver-
mektedir.
Hz. Peygamber “(Resûlüm!) Onlar
iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıya-
caksın!” (Şuara: 26/3) ve “(Resûlüm!) Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi
elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmala-
rı için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus:
10/99) ayetlerinde de ifade edildiği gibi insan-
ların iman etmelerini çok arzuluyordu. Fakat
Allah onların hidayete ermesinin kaynağının
Hz. Peygamber olmadığı gibi, bunun Hz.
Peygamber sebebiyle de gerçekleşmediğini
ifade etmektedir (Razi, 2000: VII, 68).
Razi, Ehl-i Sünnet alimlerinin “Fakat
Allah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)
ayetinden hareketle Allah’ın hidayetinin
umumî değil, aksine sadece müminlere mah-
sus olduğuna delil getirerek bu hususta şöyle
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 185
dediklerini nakletmektedir: “Çünkü “Fakat
Allah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)
ayeti Allah’ın, “O insanları hidayete erdirmek,
senin üzerine borç değildir” (Bakara: 2/272)
buyruğu ile nefyedilmiş olan hidayeti isbât
etmiş olur. Ancak ne var ki, “O insanları hi-
dayete erdirmek, senin üzerine borç değildir”
(Bakara: 2/272) ifadesiyle nefyedilmiş olan
ihtiyarî ve iradî olan ihtidanın bulunuşudur.
Dolayısıyla Allah’ın, “Fakat Allah, dilediğine
hidayet eder” (Bakara: 2/272) beyanı ihtiyarî
ve iradî olarak meydana gelen ihtidadan iba-
ret olmuş olur. Bu da ihtiyarî olarak gerçekle-
şen ihtidanın, Allah’ın takdiri, yaratması ve
tekvini ile meydana gelmesini gerektirir.”
(Razi, 2000: VII, 68).
Buna mukabil Razi, “Fakat Allah, di-
lediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272) ayetini
Mu’tezile’nin şu şekillerde yorumladığını
bildirmektedir.
1. Allah, hak eden kimselerden dile-
diğini sevap ve mükâfat ile hidayete erdirir.
2. Allah, lütuf ve hidayetini arttırması
dolayısıyla dilediği kimseleri hidayete erdirir.
3. “Yapmasa bile yapabilir” manasın-
da “Allah istediği kimseleri zorla hidayete
erdirir.”
4. Allah, dilediğine hükmen ve ismen
hidayet verir. Dolayısıyla kim hidayete ererse
övülmeyi hak eder. (Razi, 2000: VII, 68).
Buna ilaveten Razi, “Allah kimi hida-
yete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de
şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlar-
dır.” (A’raf: 7/178) ayetinin tefsirinde
Mu’tezile’nin dört görüşüne iki görüş daha
ilave etmektedir. Buna göre;
1. “Allah kimi hidayete erdirirse”
ifadesi Allah’ın hidayete ermiş olarak vasfet-
tiği kişilerin hidayete ereceğini bildirmekte-
dir.
2. Bazı Mu’tezile alimleri de söz ko-
nusu ayette bir hazf olduğunu ve ayetin tak-
diri manasının şöyle olması gerektiğini bil-
dirmişlerdir: “Allah kimi hidayete erdirmiş, o
da bu hidayeti kabul etmiş ve O’nun hidaye-
tine sımsıkı sarılmışsa bu kimse hidayete
ulaşmıştır.” (Razi, 2000: XV, 49).
Ancak Razi, Mu’tezile’nin bu yoru-
muna Ehl-i Sünnet’ten yapmış olduğu şu na-
kille cevap vermektedir: Allah’ın, “Fakat Al-
lah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)
beyanındaki hidayet, daha önce geçen, “O
insanları hidayete erdirmek, senin üzerine
borç değildir” (Bakara: 2/272) ifadesinde nef-
yedilmiş olan hidayettir. Fakat bu söz ile daha
önce nefyedilmiş olandan murat ihtiyarî ve
iradî olan hidayettir. Dolayısıyla “Fakat Allah,
dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272) buy-
ruğu ile kabul edilmiş olan hidayetin ihtiyarî
ve iradî olarak meydana gelmiş olan ihtidâ
olması gerekir.” (Razi, 2000: VII, 68). Böylece
Razi, bu nakille Mu’tezile’nin “Allah’ın dile-
diğine hidayet etmesi” ilgili yorumunu geçer-
siz kılmaya çalışmaktadır.
Yine o, “(Resûlüm!) Eğer Rabbin dile-
seydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman
ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insan-
ları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadan
hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanma-
yanları murdar (inkârcı) kılar.” (Yunus: 10/99-
100) ayetlerinin tefsirinde ayetin başında yer
alan “lev”(eğer) edatı nedeniyle bu dilemenin
gerçekleşmediğini, dolayısıyla yeryüzündeki
insanların tümünün iman etmediklerini bil-
dirmektedir. Bunun ise Allah’ın, herkesin
iman etmesini irade etmediğinin bir delili
olduğunu belirtmektedir (Razi, 2000: XVII,
133).
Buna karşılık Mu’tezile ayetteki me-
şiet (dileme) ile zorla iman ettirmenin (ilcâ)
kastedildiği görüşündedir. Yani, “Eğer Allah
onları iman etmeye mecbur kılsaydı, O buna
kâdir olurdu ve onların hepsinden iman sadır
olurdu. Fakat Allah bunu yapmadı. Çünkü
zorlama ile kuldan sâdır olacak olan imanın
ona faydası ve menfaati olmaz” şeklinde ko-
nuyu açıklamışlardır. Ancak Razi, bu mecbur
kılmadan kastedilenin, Allah’ın onlarda imanı
yaratmadığını ve böylece Allah’ın onlarda
imanın gerçekleşmesini dilemediğine delalet
186
Enver Bayram
ettiğini ifade etmektedir (Razi, 2000: XVII, 133,
134).
Razi, “(Resûlüm!) Sen sevdiğini hida-
yete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine
hidayet verir ve hidayete girecek olanları en
iyi O bilir” (Kasas: 28/56) ve “Şüphesiz ki sen
doğru bir yolu göstermektesin” (Şura:
42/52) ayetlerini örnek vermekte ve iki ayet
arasında hidayet etme hususunda tutarsız bir
durumun olmadığına dikkat çekmektedir:
“Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber’e nisbet etti-
ği, yapacağını söylediği “hidayet”, davet ve
açıklamadır; ona nispet etmediği “hidayet
ediş” ise göğsü imana açma ve muvaffakiyet
verme manasındaki hidayettir. Zira bu imana
muvaffakiyet ve göğsü açma kalbe verilen ve
sayesinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur.”
(Razi, 2000: XXV, 3). Görüldüğü gibi Razi, Hz.
Peygamber’e nispet edilen hidayetle Allah’ın
hidayetinin birbirinin alternatifi olmadığını,
dolayısıyla aralarında bir tezat bulunmadığını
açıklamaktadır.
Razi, Ehli Sünnet alimlerinin “Al-
lah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz”
(Yunus: 10/100) ayetini “İzin, bir fiil hususun-
daki mutlak (kayıtsız-şartsız) oluştan ve o
fiilin yapılmasına müsaadeden ibarettir. Bu
ayetin açık manası, bu izin tahakkuk etmeksi-
zin, kulun imana yönelemeyeceğine delâlet
eder”, şeklinde yorumladıklarını ve bunun
doğruluğuna da aklî olarak şu hususların
delalet ettiğini ifade etmişlerdir: “Allah'ı tanı-
yıp iman etmede, O’na şükretmede ve O’nu
övmede, herhangi bir menfaatin bulunduğu-
nu akıl göstermez ve bilmez. Binâenaleyh
bunun aklen böyle olmaması gerekir. Birinci
cümlenin izahı şöyledir: Bu menfaat ve fayda
ya şükredene ya şükredilene aittir. Bunun
şükredilene ait olması bâtıldır. Çünkü görü-
nür âlemde (dünyada) şükredilen, şükürden
istifade eder, şükür onu sevindirir. Küfran-ı
nimette bulunulması da onu üzer. Şu halde
şükür güzel, küfran-ı nimet (nankörlük) de
çirkindir. Allah Teâlâ’ya gelince, O’nu ne
kulların şükrü sevindirir, ne de küfran-ı ni-
mette bulunmaları üzer. Dolayısıyla bu şük-
rün Allah'a asla bir faydası yoktur. Bu fayda-
nın şükredene ait olması da bâtıldır. Zira şük-
reden o anda o şükür ile yorulur ve şükredi-
len kesinlikle istifade etmediği halde şükre-
den hizmetini esirgememiş olur. Bu şükrün,
mükâfatın sebebi olduğu da söylenemez.
Çünkü Allah’tan alacaklı olmak, imkânsızdır.
Zira başkasından alacaklı olmak ancak o baş-
kası vermediği zaman onun, o hakkı verme-
mesi, kendi hakkında bir noksanlığı icap et-
tirdiği zaman düşünülebilir. Hak Teâlâ, nok-
sanlıktan ve fazlalıktan münezzeh olunca,
O’nun hakkında bu düşünülemez. Böylece
iman ve şükürle meşgul olmanın sırf akla
göre bir fayda temin etmediği sabit olmuş
olur. Böyle olan şeyi aklın mûcib olması
imkânsız olur. Binâenaleyh bu kesin aklî delil
ile de Hak Teâlâ'nın “Allah'ın izni olmadan
hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değil-
dir” ayetinin ifade ettiği hususun doğruluğu
sabit olmuş olur.” Mu’tezile ise bundan mak-
sadı, Allah’ın o kimseyi imanla mükellef tut-
ması olarak yorumlamaktadır. Ne var ki Razi,
ayette geçen izni, Mu’tezile’nin zikrettiği ma-
naya hamletmenin, ayetin zahirini terk etmek
olacağını bildirmekte ve Mu’tezile’nin bu
görüşüne katılmamaktadır (Razi, 2000: XVII,
134).
Razi, “Allah, doğru yola gidenlerin
hidayetini artırır” (Meryem: 19/76) ayetinin
tefsirinde hidayete ermiş müminlerin hidaye-
tini artırdığını aklî olarak şöyle izah etmekte-
dir: “Bazı hidayete erme çeşitlerinin bir kısım
şartlara bağlanmış olması uzak bir ihtimal
değildir. Çünkü hidayete erme, neticede ilme
dayanır. İlmin, bazısının bazısına bağlı olması
imkânsız değildir. Binâenaleyh şart olan hi-
dayetle doğru yolu bulan, meşru olan (ona
bağlı olan) hidayetin verilmesine de müsait
hale gelir. Böylece de Hak Teâlâ'nın, “Allah
hidayeti kabul edenlerin hidayetlerini artırır”
beyanı yerinde olmuş olur. Bunun misali şöy-
ledir: İman, hidayettir. İmandaki ihlas ise,
hidayete ilave bir şeydir. İhlası elde etmek ise
ancak imanı elde ettikten sonra mümkün olur.
Binâenaleyh kim iman ile hidayete ererse,
Allah o kimseye ihlası vererek, hidayetini
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 187
artırır.” (Razi, 2000: XXI, 212). Görüldüğü gibi
Razi ayetteki ifadeyi ayetin zahiri manasına
bağlı kalarak tefsir etmektedir. Ancak
Mu’tezile ayette geçen hidayetin artırılması
ifadesini zahiri mananın dışında tefsir etmek-
te ve söz konusu ifadeyi mükafatın artırılması
olarak anlamaktadır (Razi, 2000: XXI, 212).
Razi, “İşte Allah'ın doğru yola ilettiği
kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de
onlardır.” (Zümer: 39/18) ayetinin tefsirinde
ise akıl-hidayet münasebetine değinmektedir.
O, burada var olan inceliği şöyle açıklamak-
tadır: “Akılda ve ruhta hidayetin meydana
gelmesi, sonradan olan (muhdes) bir iştir.
Binâenaleyh bu iş için mutlaka bir fail ve bu
işi kabullenen bir varlığın bulunması gerekir.
Faile gelince işte o, Allah (c.c) olup, bu mânâ
O’nun “işte bunlar Allah'ın kendilerine hida-
yet ettiği kimselerdir” cümlesinden kastedi-
lendir. Bunu kabul eden varlığa da, O'nun,
“İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendi-
leridir” cümlesiyle işaret edilmiştir. Çünkü
insan, akıllı ve kâmil manada anlayışlı olma-
dığı müddetçe bu tür gerçek bilgilerin onun
kalbinde meydana gelmesi imkânsız olur. Biz,
“Bu hidayetin faili, Allah’tır”, dedik. Zira ruh
cevheri, kendisindeki aklın nuru ile birlikte
gerçek ve bâtıl inançları kabul edebilecek bir
konumdadır. Bir şey iki zıt şeyi de kabullene-
bilecek biçimde olursa onu üstlenebilecek
olanın bu iki duruma nispeti eşit seviyededir.
Durum böyle olunca, bu kabul edenin, iki
taraftan birisinin ağır basmasına sebep olması
imkânsız olur. Baksana madde aynı derecede
hareket ve sükûnu kabul edici olduğunda
maddenin bizzat kendisinin bu iki taraftan
birinin diğerine üstün olmasına sebep olması
imkânsız olur.
İmdi, şayet onlar, “Biz, ruhun ve aklın
bizzat kendisinin, böyle bir üstünlüğü gerek-
tirdiğini söylemiyoruz. Tam aksine biz, onun
bu iki taraftan birisini elde etmeyi istediğini
söylüyoruz. Dolayısıyla da işte bu istek, bu
tercihin sebebi olmuş olur, diyoruz.." derlerse
biz deriz ki: “Bu da bâtıldır. Çünkü, ruhun
bizzat kendisi, böylesi bir irâdeyi üstlenebile-
ceği, kabul edebileceği gibi; aklın bizzat ken-
disi de nefsin üstlendiği bu irâdeye taban
tabana zıt bir iradeyi izhâr edebilir. Böylece
de nefis cevherinin, bu irâdenin sebebi olması
imkânsız olur. Dolayısıyla, hidâyetin tahak-
kuk etmesi için mutlaka bir fâilin ve o hidaye-
ti üstlenecek bir kâbil’in (varlığın) bulunması
gerektiği sabit olmuş olur. Failin, nefsin bizzat
kendisi olması imkânsızdır. Tam aksine fail,
Allah’tır. Kâbile, benimseyene gelince, işte bu
nefis cevheridir. İşte bu sebepten dolayı
Cenâb-ı Hak, “İşte bunlar, Allah'ın kendileri-
ne hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar, te-
miz akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer:
39/18) buyurmuştur” (Razi, 2000: XXVI, 228).
“Kullarımdan şükredenler azdır” (se-
be: 34/13) ayetinde de ifade edildiği gibi şük-
redici kullar çok az olmasına rağmen niçin
“birçoklarını da doğru yola yöneltir” (Bakara:
2/26) ayetinde hidayete erenlerin sayısı çok
olarak ifade edilmektedir. Razi bu hususu
şöyle açıklamaktadır: “Hidayete ermiş insan-
lar aslında çokturlar. Onların “az” olarak nite-
lendirilmeleri, ancak dalalet ehline kıyasladır.
Yine hidayete erenler az da olsalar, hakikatte
çok sayılırlar. Onlar görünüşte az olsalar bile
hakikat itibarı ile “çok” olarak adlandırılmış-
lardır.” (Razi, 2000: II, 135-136).
2.1.1.3. Allah Dilediğini Saptırır
Allah’ın kulunu saptırıp saptırmama-
sıyla ilgili en geniş açıklamayı “Allah onunla
birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru
yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak
fâsıkları saptırır” (Bakara: 2/26) ayetinin tefsi-
rinde yapan Razi, أضله هللا (Allah onu saptırdı)
sözünün iki manaya hamledilebileceğini ifade
etmektedir. Birincisinde, “Allah onu sapık
yaptı”, ikincisinde ise “Allah onu sapıtmış
olarak buldu.” Şeklinde bir anlama gelebile-
ceğini söylemektedir. Ancak ayetin lafzından
Allah’ın onu sapık yaptığına dair bir karine-
nin olmadığını beyan etmektedir. Yine o, Al-
lah’ın o kimseyi sapık sapmasını, ya Allah’ın
onu dinden saptırması ya da Allah’ın onu
188
Enver Bayram
cennetten saptırması şeklinde iki vecihle açık-
lamaktadır. “Dinden saptırmayı” ise, “dini
terk etmeye çağırmak ve dini o kimseye çirkin
göstermek” olarak ifade etmekte ve Allah’ın
İblis’e ve Firavun’a nispet ettiği saptırmayı bu
manaya gelen saptırma olarak mütalaa etmek-
tedir. Buna örnek olarak da “<bu şeytan işi-
dir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman,
dedi” (Kasas: 28/15) ve “Firavun, kavmini
saptırdı, doğru yola sevk etmedi” (Taha,
20/79) ayetlerini delil göstermektedir. Ancak
Allah’ın bu tür saptırmasının caiz olmadığına
dair ümmetin icmasını hatırlatan Razi, küfrü
Allah’ın hoş karşılamadığı gibi ondan sakın-
dırmış ve onu yapanlara büyük bir ceza teh-
didinde bulunmuş olduğunu ifade etmekte-
dir. Bundan dolayı da Cebriye’nin ve
Mu’tezile’nin bu kelimeyi te’vile yöneldikle-
rini belirtmektedir (Razi, 2000: II/127).
Razi, Cebriye’nin bu kelimeyi, “Al-
lah’ın insanlarda sapıklık ve küfrü yarattığı-
na, onları imandan alıkoyduğuna ve böylece
onlar ile iman arasına girmiş olduğu” şeklin-
de hakiki manasında anladıklarını ifade et-
mektedir. Buna mukabil Mu’tezile’nin, Cebri-
ye’nin yaptığı bu tevili ne kelimenin lügattaki
hakiki manası itibariyle ne de akli deliller
itibariyle caiz görmediğini ifade etmektedir
(Razi, 2000: II/127).
Razi, idlalin Arapçada “batıla çağır-
mak ve ona karşı teşvik etmek, batılın çirkin-
liğini gizlemeye gayret etmek” anlamına gel-
diği ve bundan dolayı bunun Allah için caiz
olmadığı görüşünü Mu’tezile’den nakletmek-
tedir (Razi, 2000: II/127). Daha sonra Mu’tezile
yanında idlal (saptırma) kelimesinin lügattaki
gerçek anlamı itibariyle caiz olmayışını şu
şekilde aktarmaktadır:
1. Lügat itibari ile, başka bir kimseyi
bir yola girmekten zorla engelleyen bir kim-
seye “o, onu idlal etti” denilemez; aksine “o,
onu o yoldan menetti ve ondan geri çevirdi”
denir.
2. Allah, İblis ve Firavun’u sapıklığı
yaratmamış oldukları halde Kur’an’da mudil
(saptıran) (Nisa: 4/119; Taha: 20/79) olarak
nitelendirmektedir. Ancak kul bu tür bir ya-
ratmaya muktedir değildir. Dolayısıyla mudil
(saptıran), lügatte sapıklığı yaratanı ifade
etmemektedir.
3. İdlal, hidayetin zıddıdır. “Ona hi-
dayet yollarını gösterdim, ama o hidayete
ermedi” denilebileceği gibi, “onu saptırmaya
çalıştım ama o sapmadı” da denilebilir. Dola-
yısıyla idlâl kelimesini “sapıklığı yaratmak”
anlamına hamletmek mümkün değildir (Razi,
2000: II/127-128).
Yine Razi, Cebriye’nin yaptığı bu
te’vili, Mu’tezile’nin aklî deliller itibariyle de
caiz görmediğini belirtmekte ve bu hususta
Mu’tezile’nin ortaya koyduğu aklî delilleri
nakletmektedir:
1. Allah, kulda dalaleti yaratıp sonra
ona “iman et” emrini vermiş olsaydı bu, iki zıt
şeyin bir araya getirilmesini emretmek olur-
du. Ancak Allah, “Allah her şahsı, ancak
gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar” (Baka-
ra: 2/286) ayetinde de ifade ettiği gibi kimseye
gücünün üstünde bir yük yüklememiştir.
2. Şayet Allah cehaleti yaratıp mükel-
lefler için durumu karışık yapsaydı o zaman
kulun mükellef tutulduğu şey açıklanmış
olmazdı. Oysaki ümmet Allah’ın açıklayıcı
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
3. Şayet Allah kullarında dalaleti ya-
ratıp onları imandan alıkoysaydı o zaman
kitap ve peygamber göndermesinin bir anla-
mı kalmazdı.
4. İdlâli, “dalaleti yaratma” anlamına
almak, “onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar”
(İnşikak: 84/20), “onlara ne oluyor da öğütten
yüz çeviriyorlar” (Müddessir: 74/49) gibi ayet-
lerle tezat teşkil etmektedir. Zira Allah bu
ayetlerle onların iman etmelerinin önünde
hiçbir engelin olmadığını açıklamıştır.
5. “De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.”
(Felak: 113/1) ve “Kur’an okunduğu zaman o
kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl:
16/98) gibi ayetlerle Allah, insanı hak yoldan
saptıran İblis’in şerrinden kendine sığınmala-
rını istemiştir. Şayet Allah kulunu saptıran
olmuş olsaydı o da İblis gibi kınanmayı hak
ederdi. Oysaki Allah bundan münezzehtir.
6. “Samiri onları saptırdı.” (Taha:
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 189
20/85) ve “Firavun kavmini saptırdı ve onları
hidayete ulaştırmadı.” (Taha: 20/79) gibi ayet-
lerle Allah idlali kendinden başkasına nispet
etmiş ve bundan dolayı da onları kınamıştır.
7. “Onunla ancak fasık olanları saptı-
rır.” (Bakara: 2/26) ve “Allah zalim olanları
saptırır.” (İbrahim: 14/27) gibi ayetlerde sapık-
lık günahkârlara nispet edilmiştir. Şayet Al-
lah’ın idlalinden kastedilen günahkarların
üzerinde bulunduğu bu halleri yaratmak ol-
saydı, bu var olan şeyi yeniden yaratmak
olurdu ki bu da imkansızdır.
8. “De ki: Ortak koştuklarınızdan
hakka iletecek olan var mı? De ki: “Hakka
Allah iletir.” Öyle ise hakka ileten mi uyul-
maya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedik-
çe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?
Size ne oluyor?” (Yunus:10/35) ayetinde de
ifade edildiği gibi Allah, hakka iletemedikle-
rinden dolayı eşyanın ilah olmasını nefyet-
miştir. Eğer Allah saptıran olmuş olsaydı hem
saptırmak hem de putlara uymayı nehyettiği
şey hususunda putlarla müşterek olmuş olur-
du.
9. Allah, onların kötülüklerini ceza-
landırmak için “dalâl” den bahsetmektedir.
Bundan maksat içinde bulundukları sapıklık
olsaydı, bu durum kendilerine lezzet ve se-
vinç veren bir azap olurdu ki bu da caiz de-
ğildir.
10. “Fakat onunla ancak fâsıkları
dalâlete düşürür. Onlar ki, söz verip bağlan-
dıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozar-
lar.” (Bakara: 2/26-27) ayetleri idlalin ancak
kulun iradesiyle Allah’ın ahdini bozan fasık-
lardan olmasından sonra meydana geldiğini
göstermektedir. Dolayısıyla kulun ahdi boz-
masından ve fasık olmasından sonra meydana
gelen idlal, ahdi bozmasından ve fasık olma-
sından başka bir şeydir.
11. Allah, Kur’an’da kendisine nispet
ettiği idlali ya imtihan (Müddessir: 74/31) ya
da ceza (Mü’min: 40/71-74) olarak açıklamış-
tır. Dolayısıyla idlali küfür ve dalaleti yarat-
maya hamletmek doğru değildir (Razi, 2000:
II/128-129).
Allah’ın saptırması hususunda
Mu’tezile’nin, Cebriye’nin te’vilini akli delil-
lerle çürütmeye çalışmasını nakleden Razi,
daha sonra bu hususta Mu’tezile’nin kendi
te’villerini maddeler halinde zikretmektedir.
Buna göre;
1. Şayet imtihan unsuru ayetler sebe-
biyle kafirlerin sapıtmasından bahsediliyorsa
o zaman idlalin Allah’a nispeti caizdir. “Ya
Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların bir-
çoğunu saptırdılar.” (İbrahim: 14/36) ayetinde
insanların putlar sebebiyle sapıttığı ifade
edilmektedir. Yoksa putlar bizzat saptıran
değildir. O zaman Allah da bizzat saptıran
değildir.
2. İdlâl, hükmetme ve birisini dalaletle
isimlendirmektir.
3. İdlâl, birisini sapıklığıyla baş başa
bırakmaktır.
4. İdlal, Allah’ın azap etmesidir. “İşte
Allah kâfirleri böyle sapıklığa düşürür.”
(Mümin: 40/74) ayetinde “dalal” kelimesi
azap diye tefsir edilmiştir.
5. İdlâl, helak etme ve geçersiz kılma
anlamına gelmektedir. “İnkâr edenlerin ve
Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah
boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 47/1) ayetin-
de dalal kelimesi amellerin ibtâl edilmesi an-
lamında kullanılmıştır.
6. İdlâl, cennetten ve onun içindeki
nimetlerden alıkoymadır.
7. Allah’ın onları saptırması, Allah’ın
onları sapmış bir halde bulması demektir.
8. “(Allah) onunla birçoklarını saptı-
rır, birçoklarını da doğru yola iletir.” (Bakara:
2/26) ayeti kafirlerin sözlerinin devamıdır
(Razi, 2000: II, 130-131). Görüldüğü gibi
Mu’tezile idlalin Allah’a nispet edilemeyece-
ğini çeşitli te’viller yaparak açıklamaktadır.
Razi, Allah’ın saptırması hususunda
Mu’tezile’nin yapmış olduğu bu sekiz tevile
ayrı ayrı cevap vermektedir:
1. Mu’tezile’nin birinci te’vili düşer.
Çünkü müteşabih ayetlerin, sebepleri (dailer)
190
Enver Bayram
harekete geçirip geçirmediğini bilmek gerekir.
Mu’tezile’nin dediği gibi eğer etkisi varsa yani
harekete geçiriyorsa o takdirde müteşabih
ayetlerin nazil olmasının çirkin olduğunun
söylenmesi gerekir ki bu doğru değildir.
2. Mu’tezile’nin, sapıklığı isim verme
ve dalalete hükmetme şeklindeki te’villeri de
doğru değildir. Çünkü Allah sapıtan kimseyi
dalaletle isimlendirmiş ve bununla hükmet-
miştir. Şayet mükellef o dalaleti yapmamış
olsaydı Allah’ın doğru olan haberi yalana,
ilmi ise cehle dönüşürdü. Bu ise muhaldir.
Böylece mükellefin onu yapamaması
imkânsız, yapması ise vacip olmuş olur ki bu,
Mu’tezile’nin öteden beri kaçtığı “cebr” in ta
kendisidir.
3. Mu’tezile’nin üçüncü te’vilinde yer
alan “idlâl, birisini sapıklığıyla baş başa bı-
rakmaktır” şeklindeki görüşleri doğru değil-
dir. Çünkü Allah, mükellefi dalaletten zorla
menetmiş olsaydı, menetmemesinden daha
büyük bir zararın ortaya çıkması gerekirdi. Bu
durumda da “Allah onu sapıklıktan menet-
medi” manasında olmak üzere, daha nasıl
olur da Allah mükellefi saptırmıştır denilebi-
lir? Şayet Allah onu menetmiş olsaydı zarar
daha büyük olurdu.
4. Dalaletin azap manasına alınması
doğru değildir. Çünkü “İşte Allah kâfirleri
böyle sapıklığa düşürür.” (Mümin: 40/74)
ayeti kıyamet gününde kafirlerin amellerinin
boşa çıkacağını göstermektedir.
5. Mu’tezile’nin, idlâli helak etme ve
geçersiz kılma manalarına gelecek şekilde
te’villeri doğru değildir. Çünkü Allah’ın, “bir-
çoklarını da doğru yola yöneltir” (Bakara:
2/26) ifadesi idlali helak etmek anlamına al-
maya manidir
6. İdlalin cennet yolundan saptırmak
şeklinde te’vil edilmesi de doğru değildir.
Allah, kulunu ayetleri dinlemesi sebebiyle
değil de kötülükleri sebebiyle cennetin yo-
lundan saptırmıştır.
7. Mu’tezile’nin bir başka yanılgısı da
idlali sapıtmış olarak bulmak şeklinde te’vil
etmeleridir. Arapçada bu manada kullanılışın
bir delili yoktur. Allah, idlali “ba” harfi cerri
ile kullanmıştır. Ancak bulmak manasında
kullanılan idlal, “ba” harfi cerri ile müteaddi
olmaz.
8. “(Allah) onunla birçoklarını saptı-
rır, birçoklarını da doğru yola iletir.” (Bakara:
2/26) ayetini kafirlerin sözlerinin devamı ola-
rak kabul etmek ayetin nazmında kopuklu-
ğun varlığını kabul etmektir. Durum
Mu’tezile’nin dediği gibi olsa da “İşte Allah,
böylece dilediğini sapıklığa düşürür dilediği-
ni de doğru yola eriştirir” (Müddessir: 74/31)
sözü Allah’ın sözüdür (Razi, 2000: II, 130-131).
Görüldüğü gibi Razi, Mu’tezile’nin Allah’ın
saptırması hususunda yaptıkları sekiz te’vili
teferruatlı bir şekilde ele almakta, onlara ce-
vaplar vermekte ve onların sapmalarının Al-
lah’ın izin ve iradesiyle olduğunu açıklamak-
tadır.
Ancak Razi, Mu’tezile’nin ileri sür-
müş olduğu tevillerin doğru olarak kabul
edilmesi durumunda bile Allah onların küfür
ve dalaletlerini, cennete giremeyeceklerini
haber verdiğinden dolayı aynı müşkilin de-
vam ettiğini ve Allah’ın ilminin cehalete dö-
nüşmesinin imkânsız olduğunu bildirmekte-
dir (Razi, 2000: X, 175).
Yine, “Onlar yoldan sapınca, Allah da
kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar toplulu-
ğunu doğru yola iletmez” (Saf: 61/5) ayetinin
tefsirinde Razi, Allah’ın onları baştan saptır-
dığını, daha sonra onların sapmaya devam
ettiklerini ifade etmektedir (Razi, 2000: VII,
157).
Razi, şeytanın saptırmasıyla alakalı
hususta da Mu’tezile’nin görüşlerini eleştir-
mektedir. O, Mu’tezile’nin “Onları mutlaka
saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntu-
lara boğacağım<” (Nisa, 4/119) ayetini saptı-
ranın Allah değil şeytan olduğuna dair görüş-
lerine delil getirdiklerini belirtmektedir. Çün-
kü şeytan bunu iddia etmiş, Allah da onu bu
hususta yalanlamamıştır. Dolayısıyla gerçek
saptıran şeytandır. Razi, Mu’tezile’nin bu
görüşüne şeytanın sözünün delil olmayacağı-
nı belirterek karşı çıkmaktadır (Razi, 2000: XI,
38-39).
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 191
2.2. Hidayet ve Dalaletin İnsana İza-
fesi
2.2.1. İnsanın İradesi
Razi, Allah’ın insanda yarattığı irade-
ye dikkat çekmekte ve “Rabbimiz! Bizi doğru
yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme<”
(Al-i İmran, 3/8) ayetinin tefsirinde Ehl-i Sün-
net alimlerinin bu husustaki görüşlerini nak-
letmektedir: “Kalp, hem imana hem de küfre
yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine,
ancak Allah’ın yaratacağı bir irade ve sebep
olması halinde meyleder. Eğer bu irade ve
sebep, küfre götürür ise, bu hızlan (yardımın
kesilmesi), izâğâ (saptırma), sadd (engelle-
mek), hatm (mühürleme), tab' (damgalamak),
reyn (paslanma), kasve (katılaşma), vakr
(ağırlık), kinân (örtü) ve Kur'ân'da geçen ben-
zeri lafızlar ile ifâde edilir. Eğer bu irâde ve
sebep îmana götürür ise, bu da tevfîk (muvaf-
fak kılma), reşâd (doğruyu gösterme), hida-
yet, tesdîd (doğrultup düzeltme), tesbit (ye-
rinde sağlamlaştırma), ismet (muhafaza etme)
ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde
edilir (Razi, 2000: VII, 155, 156). Görüldüğü
gibi başlangıçta hidayete ve dalalete karşı nötr
bir halde bulunan kalbin Allah’ın insanda
yarattığı bir irade ve sebep sayesinde hidayete
veya dalalete meyledeceği ifade edilmektedir.
Ancak Mu’tezile, delillerin kalpleri saptırma-
nın Allah’ın fiili olmasının caiz olmayacağına
delalet ettiğini ifade etmekte ve söz konusu
ayeti tevil etmektedir (Razi, 2000: VII, 156 ).
Allah’ın, kâfirin kendi iradesiyle iman
etmesini istediğini vurgulayan Razi, imanı
cebri ve ihtiyari olmak üzere ikiye ayırmakta
ve bunların birbirinden farklı olduğunu bil-
dirmektedir. Söz konusu farkı şöyle açıkla-
maktadır: “İhtiyarî iman, ancak kesin bir dâî
(sebep) ve gerekli bir irade bulunduğu zaman
olur. Çünkü fiilin dayandığı sebep, kendisine
fiilin dayanması ya vacib olan, ya da vacib
olmayan bir şekilde olur. Eğer bu vacib ise,
zarurî bir sebep olmuş olur. Bu durumda da
bu sebep ile mecbur bırakan o sebep arasında
bir fark kalmaz. Eğer fiilin bu sebebe dayan-
ması vacib değil ise, bu durumda fiilin bu
sebepten çok sonra sâdır olması mümkün
olur. O halde bu fiili bazen o sebepten sonra
olarak, bazen de sonra olmayarak düşünebili-
riz. Dolayısıyla bu iki vakti birbirinden ayır-
mak mutlaka ilave bir müreccihten dolayı
olmalıdır. Hâlbuki bundan önce meydana
gelen, tam sebebe dayanmamaktadır. Sadece
biz onun bu şekilde olduğunu farz ettik. Bina-
enaleyh bu bir hulftür. Sonra bu ilave mürec-
cih eklendiğinde eğer fiilin meydana gelmesi
vacib olursa, bununla zarurî olan arasında bir
fark kalmaz. Eğer fiilin meydana gelmesi va-
cib olmazsa, o zaman bu zaid bir kayda (ilave
bir müreccihe) muhtaç olur. Bu durumda da,
teselsül meydana gelir ki bu imkânsızdır.
Böylece de Mu’tezile’nin “ihtiyarî” diye ileri
sürdükleri dâî (sebep) ile, zarurî olan dâî ara-
sında, her ne kadar zahiren düşünülen bir
fark olduğu sabit olsa da iyice incelendiğinde
bunun da bir neticesi olmadığı ortaya çıkar”
(Razi, 2000: XIII, 188). Görüldüğü gibi Razi,
ihtiyari imanın cebri imandan farklı olduğunu
aklî olarak izah etmekte; daî ve iradenin top-
lamının ihtiyari imanı oluşturduğunu ifade
etmektedir.
Razi, “İşte onlar, hidayete karşılık
dalâleti satın alanlardır.” (Bakara:
2/16) ayetinin tefsirinde hidayet mukabilinde
sapıklığın satın alınmasını sapıklığın hidayete
tercih edilmesi ve değiştirilmesi olarak tefsir
etmektedir. Ancak o, onların hidayette olma-
dıkları halde daha nasıl hidayet mukabilinde
sapıklığı satın aldıklarını sormakta ve bu so-
ruya şöyle cevap vermektedir: “Onların bu
hidayeti elde etmeleri mümkün olduğu için,
sanki bu hidayet ellerindeymiş gibi kabul
edilmişlerdir. Ancak onlar bu hidayeti terk
ederek sapıklığa yönelince hidayete karşılık
sapıklığı satın almışlardır” (Razi, 2000: II, 66).
Görüldüğü gibi Razi, burada insan iradesinin
ve tercihinin hidayete ulaşmada ya da sapık-
lıkta kalma üzerinde ne kadar önemli oldu-
ğuna dikkat çekmektedir.
192
Enver Bayram
2.2.1.1. İnsanın Fiillerinin Yaratılma-
sı
İnsanın fiillerinin kul tarafından mı
meydana geldiği, yoksa Allah tarafında mı
yaratıldığı meselesi Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile
arasında en çok tartışılan konulardan biri
olmuştur. Razi, “Hani Musa ile kırk geceliğine
sözleşmiştik de siz onun arkasından buzağıyı
ilâh edinerek zalimlerden olmuştunuz.” (Ba-
kara: 2/51) ayetinin tefsirinde kuldan sadır
olan küfrün, günahın ve dalaletin Allah’ın
yaratmasıyla olmadığını savunan
Mu’tezile’nin bu husustaki delillerini naklet-
mektedir. Buna göre;
1. Allah, İsrailoğullarını buzağıya
tapmalarından ötürü kınamaktadır. Şayet
onların işlediği cürüm Allah tarafından yara-
tılmış olsaydı o zaman onlar bundan dolayı
kınanmazlardı.
2. Şayet cürüm Allah’ın iradesiyle ol-
muş olsaydı insan bunu yapmakla Allah’a
itaat etmiş olurdu.
3. Şayet isyanın yaratıcısı Allah olmuş
olsaydı bu isyandan dolayı onları kınamak,
bir insanı uzun veya kısa olmasından dolayı
kınamak gibidir.
Razi, Mu’tezile’nin bu görüşlerine ila-
ve olarak “Andolsun, biz cinler ve insanlar-
dan birçoğunu cehennem için yaratmışız-
dır...” (A’raf: 7/179) ayetinin tefsirinde onların
bu husustaki farklı görüşlerini de nakletmek-
tedir:
1. “Andolsun bunu, insanların öğüt
almaları için, aralarında çeşitli şekillerde an-
latmışızdır<” (Furkan, 25/50) ve “Ben cinleri
ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım” (Zariyat: 51/56) gibi birçok ayette
Allah, kullarından kendisine ibadet etmeleri-
ni, hayır ve iyilik yapmalarını istemektedir.
Kur’an ayetleri arasında herhangi bir çelişki
yoktur. Dolayısıyla “Andolsun, biz cinler ve
insanlardan birçoğunu cehennem için yarat-
mışızdır...” (A’raf: 7/179) ayetini zahiri anla-
mına hamletmek mümkün değildir.
2. Eğer Allah kafirleri cehennem için
yaratmış olsaydı, Allah’ın onlar üzerinde
hiçbir nimeti bulunmazdı. Oysa Kur’an, bir-
çok ayette Allah’ın mahlukatına olan nimetle-
rinden bahsetmektedir.
3. Eğer Allah kafirleri cehennem için
yaratmış olsaydı, onları doğrudan cehennem
için yaratmış olması gerekirdi. Onlara mühlet
vermesinin bir anlamı olmazdı.
4. Söz konusu ayette geçen cehennem,
azap yurdu olan muayyen cehennem değildir.
Bundan dolayı Allah’ın onları hangi şeyden
dolayı yaratmayı murat ettiği mahzûftur (Ra-
zi, 2000: XV, 50-51).
Bu hususta Mu’tezile’nin görüşüne
katılmayan Razi, onlara çeşitli yönlerden ce-
vap vermektedir. Buna göre;
1. “Bu övme ve zemmetme fiiline ya-
pışmaktır. Bu ise, “sebep (dâî) ve ilim” mese-
lelerine ters düşer” (Razi, 2000: III, 72).
2. Allah onların cehennemliklerden
olduklarını bildirmektedir. Şayet onlar cehen-
neme girmeyecek olsalar Allah’ın ilmi cehale-
te, doğru haberi de yalana dönüşmüş olur ki
bu da Allah için muhaldir.
3. “Küfre kadir olan, şayet iman et-
meye kadir olamıyorsa, o kimsede, küfre dair
kudreti yaratan kimse, onu cehenneme sok-
mayı murat etmiş demektir. Eğer o kimse hem
küfre hem de iman etmeye aynı anda kadir ise
bu, iki taraftan birisini diğerine herhangi bir
müreccih olmaksızın tercih etmek imkânsız-
dır. Bu müreccih eğer kul tarafından meydana
gelmişse bu teselsüle sebep olur. Yok eğer
Allah tarafından ise, Allah da neticeyi gerekti-
ren sebebi yaratan ise, bu demektir ki Allah
onu, kesinlikle cehennem için yaratmıştır.”
4. “Şayet Allah, o kimseyi cennet için
yaratmış ve cennete girmesini gerektiren şey-
leri elde etme hususunda ona yardım etmiş
olsaydı; sonra da biz, kulun cehenneme gir-
mesini gerektiren küfrü gerçekleştirme cihe-
tinde amel etmiş olduğunu kabul ettiğimizde,
bu durumda kulun maksadı tahakkuk edecek,
Allah'ın muradı ise gerçekleşmeyecek! Böyle-
ce de kulun, Allah'tan daha kudretli ve daha
güçlü olmuş olması gerekmiş olur ki, bunu
hiç bir akıllı söylemez”
5. “Akıllı olan, cehenneme müstehak
olmayı gerektiren küfür ve cehaleti istemeyip,
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 193
tam aksine mükâfaatı ve cenneti kazandıran
îmanı ve marifetullahı ister. Binâenaleyh,
kulun niyetine, çalışıp çabalamasının aksine,
onun küfrü ve cehaleti tahakkuk edince, o
zaman, bunun kul tarafından değil, aksine
Allah tarafından olmuş olması gerekir. Şayet
onlar: “Kul, sırf gerçeği bulmada kararsız
kaldığı ve batılı hak zannettiği için bu batıl ve
bozuk itikadı elde etme hususunda çaba sarf
etmiştir” derlerse, biz deriz ki: Böyle olması
halinde o, bu cehalete ancak, ondan önceki bir
cehaletten dolayı düşmüştür. Binâenaleyh o
kimsenin, bir önceki cehaletine de, başka bir
cehaletinden dolayı yönelmiş olursa, bu tesel-
sülü gerektirir ki teselsül de imkânsızdır. Yok
eğer bu iş, önceki bir cehaletten dolayı değil
de doğrudan doğruya meydana gelmiş olan
bir cehalete varıp dayanırsa, o zaman ilzam
söz konusu olur ve aklî ve naklî delillerimiz
kuvvet kazanmış olur. Böylece de, bu aklî
delillerin, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın
“Celâlim hakkı için, biz cin ve insten pek ço-
ğunu cehennem için yaratmışızdır.” (A’raf:
7/179) ayetinin açıkça delâlet ettiği şeyin ger-
çeği ifade ettiği sabit olmuş olur.” (Razi, 2000:
XV, 50). Görüldüğü gibi Razi, Mu’tezile’nin
kulun fiilleriyle ilgili görüşünü çeşitli aklî
delillerle çürütmeye çalışmaktadır.
Razi, “Siz cansız iken size can veren
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldü-
recek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na
döndürüleceksiniz.” (Bakara: 2/28) ayetinin
tefsirinde küfrün Allah tarafından değil de
kul tarafından olduğunu ifade eden
Mu’tezile’nin aklî delillerine de yer vermek-
tedir. Onlara göre ayette zikredilen soruya kul
itiraz sadedinde farklı cevaplar verebilir. Bu-
na göre;
1. Allah’ın, insanın küfrünü bilmesi
onun küfrünü gerektirir.
2. Allah’ın, insanın kafir olmasını mu-
rad etmesi onun küfrünü gerektirir.
3. Allah insanda küfrü yarattığında
kulun onu bertaraf etmeye gücü yetmez.
4. Allah’ın, insanda küfrü gerektiren
kudreti yaratması onun küfrünü gerektirir.
5. Allah’ın, insanda küfrü gerektirecek
iradeyi yaratması onun küfrünü gerektirir.
6. Allah’ın, kulda küfrü iktiza eden
iradeyi gerektiren kudreti yaratması onun
küfrünü gerektirir. Dolayısıyla kulda bunların
meydana gelmesi onda imanın bulunmasını
imkansız halde getirir. Bu sebeplere rağmen
Allah’ın, “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz” deme-
sini akıl nasıl kabul edebilir? Böylece ayet
küfrün kullar tarafından olduğuna işaret et-
mektedir (Razi, 2000: II, 138-139).
Kul hakkında Allah’a hiçbir şeyin zo-
runlu olmadığını ifade eden Razi, “Ey Rabbi-
miz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl<” (Baka-
ra: 2/128) ayetinin tefsirinde Mu’tezile’nin,
insan fiillerinin yaratılması hususundaki gö-
rüşüne cevap vermektedir. Buna göre İs-
lam’dan maksat ya din ve itikattır ya da tes-
lim olup boyun eğmektir. Allah’ın Hz. İbra-
him ve Hz. İsmail’i boyun eğme vasfıyla nite-
lendirmesinin manası bunu onlarda yaratmak
demektir. Zira, “Hamd, gökleri ve yeri yara-
tan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a
mahsustur” (En’am: 6/1) ayetinde de ifade
edildiği gibi “kılmak”, “yaratmak” manasın-
dadır. Bu da Müslüman olma sıfatının Allah
tarafından yaratıldığının bir göstergesidir.
(Razi, 2000: IV, 54). Böylece Razi, kulların
fiillerinin Allah tarafından yaratılmış olduğu-
nu lügavî yönden açıklamaktadır.
Buna ilaveten Razi, Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail’in Müslüman oldukları halde niçin
Allah’ın kendilerini Müslüman kılmasını iste-
diklerini aklî olarak da açıklamaktadır: “Onla-
rın Allah’a teslim olup boyun eğdiklerine aklî
bakımdan delâlet eden şey ancak Allah’tan
olur. Müslüman olmaya elverişli olduğundan
bahsettiğimiz kudret, Müslüman olmamaya
da elverişli midir yoksa değil midir? Eğer o
kudret İslam’ı bırakmaya elverişli değilse, o
kudret İslam’ın mutlaka meydana gelmesini
gerektirir. Böylece de o iki peygamberde Müs-
lüman olmalarını gerektiren kudret yaratılmış
demektir. Eğer bu kudret İslam’ı bırakmaya,
194
Enver Bayram
yani Müslüman olmamaya elverişli olursa bu
bâtıldır. Bunun mümkün olduğunu kabul
edersek, maksat hasıl olur. Onun bâtıl olma-
sına gelince, bu böyledir. Çünkü terk, bir şe-
yin asıl yokluğu hali üzere bırakılmasından
ibarettir. Yokluk, sırf yokluktur. Bu nedenle
kudretin o yoklukta müessir olması
imkânsızdır. Bir de o devamlı yoktur. Yoklu-
ğu devamlı yok olan şey ise kudrete konu
olamaz. Böylece bu izahla, devamlı yok olan
şeye kudretin tesir etmeyeceği sabit olmuş
olur. Binaenaleyh kudret ancak mevcut olan
şeyler için söz konusudur. O halde kudret
sadece vücud bulabilecek şeylere elverişlidir.
Kudretin hem varlığa hem de yokluğa elveriş-
li olduğunu kabul etmemiz durumunda mak-
sat hâsıl olur. Bir de elverişli bir kudret varlı-
ğa ancak bir müreccihten ötürü tahsis edilir.
Teselsüle imkân vermemek için, müreccihler
zincirinin Allah’ın fiilinde son bulması gere-
kir. Allah’ın iradesi söz konusu olduğu za-
man, fiilin mutlaka meydana gelmesi gerekir.
Bu sebeple Hz. İbrahim’in: “Rabbimiz, biz
ikimizi sana Müslüman (teslim) olanlardan
kıl” (Bakara: 2/128) sözünün, aklî delillere
göre de doğru ve yerinde bir dua olduğu or-
taya çıkmaktadır.” (Razi, 2000: IV, 55-
56).Görüldüğü gibi Razi, kulların fiillerinin
yaratıcısının Allah olduğunu aklî yönden de
ispatlamaya çalışmaktadır.
Bir fiilin yapılabilmesi için kulun kud-
reti ile daî’nin (sebebin) bir araya gelmesi
gerektiğini ifade eden Razi (Razi, 2000: XIV,
49), kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olmasının
imkansızlığına Ehl-i Sünnet alimlerinden yap-
tığı nakillerle de cevap vermektedir. Buna
göre;
1. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-
saydı, o fiilleri en ayrıntısına kadar bilirdi.
2. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-
saydı, sadece kendi istediği şeyler olurdu.
Ancak durum böyle değildir.
3. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-
saydı, bu fiilinin yaratıcısı olması, bu fiilin ve
bu kudretin zatına bir ilave olurdu (Razi,
2000: IV, 55-56). Böylece o, Ehl-i Sünnet alim-
lerden yaptığı nakillerle fiillerin kul tarafın-
dan yaratıldığı görüşünü reddetmektedir.
Yine o, Tekvir suresinin 29. ayetinin
tefsirinde, kulların fiillerinin Allah tarafından
yaratıldığını Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşü-
nü naklederek ifade etmektedir: “Alemlerin
Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemez-
siniz" (Tekvlr. 29) ayeti “Ancak Alah, o meşie-
ti (dileme gücünü) size vermeyi dilerse, bu
müstesna” demektir. Çünkü meşîet (dileme)
fiili, sonradan meydana gelen, yaratılan bir
sıfattır. Binâenaleyh onun meydana gelmesi
için, mutlaka başka bir meşiete ihtiyaç vardır.
Velhasıl bu ayetlerin toplamından, istikamet
(hidayet) fiilinin, istikameti istemeye; bu is-
temenin de Allah Teâlâ'nın vermesine bağlı
olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Bir şeye
bağlı olan bir şey ise ancak o şeye dayanır.
Binâenaleyh kulların fiilleri, olumlu da olsa
olumsuz da olsa Allah'ın meşîetine varıp da-
yanır.” (Razi, 2000: XXXI, 69).
2.2.1.2. İnsana Hayır ve Şer Şeklinde
İki Yol Gösterilmiştir
Razi, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu
gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.”
(İnsan: 76/3) ve “Ona iki yolu (doğru ve eğri-
yi) göstermedik mi?” (Beled: 90/10) ayetleri-
nin tefsirinde geçen “sebil” ve “necdeyn”
kelimelerini “hayır ve şer yolları” olarak tefsir
etmektedir. (Razi, 2000: XXX, 210). Buna ila-
veten o, İnsan suresinin üçüncü ayetinin tefsi-
rinde “sebîl”in “hidayet yolu” olarak da tefsir
edilebileceğine değinmektedir. (Razi, 2000:
XXX, 210).
Razi, söz konusu ayette geçen ”İster
şükredici olsun ister nankör.” ifadesi hakkın-
da dört görüş nakletmekte ve bu görüşlerin
Mu’tezile mezhebinin görüşlerine uygun ol-
duğunu belirtmektedir. Beşinci olarak da Ehl-i
Sünnet adına Ferra’nın görüşünü nakletmek-
tedir. Ferra ise söz konusu ayeti “Biz ona yolu
gösterdik” sonra onu (kimini) bazen bir şakir,
bazen (kimini) bir kâfir kıldık" şeklinde te'vil
etmektedir. Ancak Mu’tezile Ferra'nın bu
teviline, “Allah bütün mükellefleri hidayete
sevk etmiştir, ister iman etsin, ister inkar et-
sin” te'viliyle karşı çıkmaktadır. (Razi, 2000:
XXX, 212). Mu’tezile’nin bu teviline Razi,
Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 195
Ehl-i Sünnet alimlerinin şu görüşüyle cevap
vermektedir: “Allah Teâlâ, kafirin iman etme-
yeceğini bilip, sonra da onu iman etmekle
mükellef tutunca o kafiri, imanın olmayacağı-
na dair ilim ile imanın var olması arasını cem
etmekle mükellef tutmuş olur. Bu, birbirine
zıt iki şeyi bir araya getirmekle mükellef tut-
maktır. Eğer bu tehdit ve va'idin sakıt olması
yani olmaması için bir özür (mazeret) olsaydı,
Allah'ın onda küfrü yaratması ve bunun va'i-
dinin sakıt olmasında bir özür olmaması da
caiz olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
Ehl-i Sünnet’in bu te'vilinin gerçek, Mu'tezi-
le'nin görüşüne uygun te'vilin ise yanlış oldu-
ğu ortaya çıkar.” (Razi, 2000: XXX, 212).
Son olarak Razi, bu hususta kendi gö-
rüşünü dile getirmektedir: “Bil ki buradaki
“şâkir” ve “kefûr” kelimelerini, “şükür fiilini
yapan” ve “nankörlük fiilini işleyen” diye
tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü aksi
takdirde ayetin üslubundaki (sınırlama) ger-
çekleşmez. Aksine “şâkir”den murat, “Yaratı-
cısına şükretmesi gerektiğini kabul ve itiraf
eden”, “kefûr”dan murat da, “Şükretmesi
gerektiğini kabul etmeyen” kimse olmuş olur.
Bu kabul etmeyiş ya Yaratıcıyı inkâr edişin-
den dolayıdır ya da Yaratıcıyı kabul etse bile
O’na şükretmesi gerektiğini inkar edişinden
dolayıdır. İşte bu durumda, yani bu mana
verildiğinde, “hasr” gerçekleşir ki o da şudur:
Mükellef ya şâkirdir, ya kefûrdur.” (Razi,
2000: XXX, 212).
SONUÇ
Fahreddin Razi Kelam ve Tefsir il-
minde zirveye çıkan isimlerden biridir. O,
yazmış olduğu Tefsir-i Kebir adlı eserinde
ayetleri büyük bir titizlikle tefsir etmiştir.
Hidayet ve dalaletle ilgili ayetler de itinayla
tefsir ettiği ayetler arasındadır. Tefsirinde
uyguladığı metot gereği tertip sırasına göre
Mushaf başında yer alan hidayet ve dalaletle
ilgili ayetleri daha teferruatlı şekilde tefsir
ederken, Mushaf sonuna doğru söz konusu
ayetlerin tefsirini daha özet şekilde ele almış-
tır.
Razi, Ehl-i Sünnet’in Eş’ari mezhebine
mensup bir kelamcı ve müfessirdir. Bundan
dolayı kelamî görüşlerinin şekillenmesinde
içinde bulunduğu mezhebin görüşleri etkili
olmuştur. Bu durum hidayet ve dalaletle ilgili
ayetlerin tefsirinde belirgindir. Ehl-i Sün-
net’ten yaptığı nakillerle konuyu açıklamaya
çalışmıştır. Bunun yanında Mu’tezile’ye cevap
sadedinde birçok aklî izahlarda bulunmuştur.
Razi’ye göre ihtida ve dalâlet kulun
kesbi ile, hidayete erdirme ve dalâlette bırak-
ma Allah’ın yaratması ile gerçekleşir. Bu ne-
denle Razi, hidayet ve dalaleti Allah’a nispet
etmiştir. Ancak Allah kulun küfrüne razı de-
ğildir. Dolayısıyla sorumluluk cüz’i iradesiyle
hareket eden kula aittir. Böylece cebrî anlayış-
tan ayrılmıştır. Bunun yanında Razi, ihtiyari
imanın cebri imandan farklı olduğuna dikkat
çekmiş, daî (sebep) ve iradenin toplamının
ihtiyari imanı oluşturduğunu açıklamıştır. Bu
şekilde de insan iradesi ve tercihinin hidayete
ulaşmada ya da sapıklıkta kalma üzerinde ne
kadar önemli olduğuna işaret etmiştir. Yine
kulun bağışlanmasının ya da kula azap edil-
mesinin Allah’ın iradesine ve dilemesine (me-
şietine) bağlı olduğunu ve bunun da Allah’a
vacip olmadığını ifade etmiş, böylece bunu
Allah’a vacib kılan Mu’tezile’den ayrılmıştır.
Razi’ye göre kulların fiillerinin yara-
tılması hususunda fail Allah’tır. O, fiilin bir
sebebe dayandığını ve sebebin de Allah tara-
fından yaratıldığını aklî olarak izah etmiştir.
Bunun neticesinde de kulun kudreti ile daî
(sebep)’nin bir araya gelerek fiili oluşturdu-
ğunu ifade etmiştir. Bu hususta kulların fiille-
rinin faili olarak kulu gören Mutezilî anlayışı
da çeşitli aklî ve naklî deliller sunarak eleş-
tirmiştir. Ona göre kulların fiilleri, olumlu da
olsa olumsuz da olsa Allah'ın meşîetine varıp
dayanır. Yani Allah dilemedikçe kul dileye-
mez.
Razi, Mu’tezile’nin en büyük yanılgı-
sından biri olarak hidayet ve dalaletle ilgili
ayetleri yorumlarken ayetin zahirinden sap-
196
Enver Bayram
malarını ve bu hususta te’vile yönelmelerini
gösterir. Zira ona göre zorunlu bir neden ol-
maksızın ayetin zahiri terk edilemez. Aksi
takdirde ayetin nazmı bozulmuş olur.
KAYNAKÇA
Abdulbaki, M. F. (1990). El-Mu’cem’ul Müfeh-
res li’l-Elfazi’l Kur’an’il-Kerîm, İstanbul:
Çağrı Yayınları.
Eş’arî, Ebu’l-Hasen İbn Ebu Bişr Ali b. İsmail
b. İshak. (1950). Makalatü’l İslâmiyyin
ve İhtilafü’l-musallin, tah. Muhammed
Muhyiddin Abdülhamid, Kahire:
Mektebetü’n-Nehda’l-Mısriyye.
Harman, Ö. F. (1993). Dalalet, DİA (s. 427-
428), İstanbul: Türkiye Diyanet vakfı.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mü-
kerrem b. Ali el-Ensârî. (t.y). Lisanu’l-
Arab, Beyrut: Daru Sadr.
İsfehanî, R. (2012). Müfredât (Çeviren: Yusuf
Türker), İstanbul: Pınar Yayınları.
Kâdî Abdulcebbar, Ebu’l Hasen Kâdî Abdul-
cebbâr b. Ahmed el-Hemedânî. (1969).
Müteşâbihu’l-Kur’an, nşr. Adnan
Zarzûr, Kahire.
Kâdî Abdulcebbar (1988) Şerhu’l-Usuli’l-
Hamse, nşr. Abdulkerîm Osman, Ka-
hire.
Nesefî, Ebu’l-Müin Meymûn b. Muhammed.
(1990). Tebsiratu’l-Edille, tah. Claude
Salamé, Dimeşk: Institut Français de
Damas.
Râzî, Fahreddin. (2000). Tefsir-i Kebîr Mefâti-
hu’l Gayb, Beyrut: Dârü’-Kütübi’l-
İlmiyye.
Yavuz, Y. Ş. (1998). Hidayet, DİA (s. 473-477),
İstanbul: Türkiye Diyanet vakfı.
Zerkeşi, Bedruddin Muhammed b. Abdullah.
(1972). el-Burhân fî Ulumi’l-Kur’an, tah.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Mı-
sır.