142 - Somuncu Baba Dergisi
Transcript of 142 - Somuncu Baba Dergisi
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
AĞ
UST
OS 2012
142
142
Dergisi Hediyesi...
A Ğ U S T O S 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
İhramcızâde’ninÇağrısı5214 Anadolu’daki
Selçuklu Motifi: Sivas
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
ALTINCI ŞEHRİN BÜYÜĞÜNDEN ALTIN ÖĞÜTLER
Sivas is a big city, which is located in the East of Middle Anatolia, on the interception of ancient Silk Road route and where the famous Royal Road passes over. It also provides interesting holiday opportunities to the visitors with its historical richness, natural beauty and spas. Ihramcızade Ismail Hakkı Toprak Efendi, who passed away on the 2nd of August, 1967, was a mighty person who made the things perfect he touched. His words are as precious as gold. Let’s listen to his words:
This world is mortal, a guesthouse and the field of eternal life. We need to have good deeds for the other world. Consider yourself always with your lover as in the hadith: “ A person will be with whom he loves”. “My brothers! A man should be like a passenger, guest or a tenant in the world. What does a passenger or a guest have? He only comes and then passes over, that’s all.”
A PEARL OF WISDOM FROM “THE MIGHTY ONE” OF THE SIXTH CITY
Sivas İç Anadolu’nun doğusunda, tarihî İpek Yolu güzergâhlarının kesiştiği bir yerde konumlanmış
ve ünlü Kral Yolunun da geçtiği büyük bir ilimizdir. Sivas tarihî zenginlikleri, doğal güzellikleri, kaplı-
caları ile turistlere ilginç tatil olanakları sunmaktadır.
1175’de Sivas Selçuklu devleti hâkimiyetine girmiştir. 1413’te ise, Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Osmanlı hâkimiyeti altında Sivas büyük bir eyalet merkezi olmuştur. XVI. yüzyılda Eyalet-i Rûm (Ana-
dolu Eyaleti) denilen Sivas eyaleti, Paşa Sancağı olan Sivas’tan başka Amasya, Çorum, Yozgat, Divri-
ği, Samsun ve Arapkir Livalarını ihtiva etmek üzere Orta Fırat havalisinden, Orta Karadeniz bölümüne
kadar uzanmıştır. Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinin çok önemli eserleri, tarihî yapıları şehrin silueti-
ni şekillendiren temel unsurlardır. Ayrıca Divriği Ulu Camii gibi müstesna bir tarihî değerin varlığı Si-
vas için bir iftihar tablosudur.
Altıncı Şehir, Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı kitabın adıdır. Kendisi de bu ismi Tanpınar’ın
Beş Şehir kitabından mülhem olarak kitabına, vermiştir. Aslında bir başka açıdan bakınca altın gönül-
lü insanların yurdudur Sivas…
2 Ağustos 1969’da hakka yürüyen, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.) avuçladığı topra-
ğı altın yapan bir hizmet âbidesidir. Kelamı altın kadar kıymetli bir muhterem zattır. Onun altın öğüt-
lerine kulak verelim:
“Amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi hesaba çekiniz. Hakikat ve hidayet yolundan ayrılmayı-
nız. Cenab-ı Hakk’a ihlâs ile ibadet etmenizi tavsiye ederim. Allahu Teâlâ, dünyada hayrı da şerri de,
insanların tercihine bırakmıştır. Sakının ha! Kendinizi gafletten koruyunuz.
Size tebliğ edilen emirlere ittibâ ediniz. Taharet üzere yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her teşeb-
büsünüzde, Cenab-ı Hakk’ın size yardım etmesini ve geçmiş günahlarınızı affetmesini niyaz ediniz.
Tevazu ve sabır, takva ve sıdk şiârınız olsun. Hesaba çekilmeden kendilerini hesaba çekenler, büyük
mükâfatlara nail; bunu ihmal edenler ise, büyük zararlara dûçâr olurlar.
Bu dünya fânidir, âdemdir, misafirhanedir, ahiretin tarlasıdır. Ahirete hayırlı ameller götürmek
lazımdır. Sen, seni sevdiğinle bil. Bir hadis-i şerifte; “Kişi, sevdiği ile beraber haşr olacaktır.” buyru-
lur.
“Gardaşlarım! İnsan dünyada bir yolcu gibi veya bir misafir gibi, ya da bir kiracı gibi olmalı. Yol-
cu veya misafirin nesi olur ki, konar, geçer o kadar.” Bu vesile ile idrak edeceğimiz Mübarek Ramazan
Bayramınızı tebrik ederim kıymetli okuyucular…
3
26
48 58 76
YÂR-I SÂDIK - Abdülmecit İSLAMOĞLU (10)
ARZI HÂL - İbrahim SAĞIR (13)
ANLAŞILAMAYACAK KADAR ULU: El-KEBÎR - Ramazan ALTINTAŞ (18)
MÂNEVÎ FEYZ TALEBİ - Kadir ÖZKÖSE (22)
DEVRÂNA BÖYLE - Rıfat ARAZ (25)
ALÇAK GÖNÜLLÜ OL! - Bekir OĞUZBAŞARAN (31)
TARİHE YÖN VEREN NASİHATLER- Resul KESENCELİ (32)
AVF B. MÂLİK (R.AH) - Bünyamin ERUL (37)
PEYGAMBER ÂŞIĞI BİR GENÇLİK - Enbiya YILDIRIM (38)
SİVAS GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (41)
HULÛSİ EFENDİ VE ÇOCUĞUN MÂNEVÎ EĞİTİMİ- Rukiye AYDOĞDU (42)
AĞLAYAMADIM!.. - Hızır İrfan ÖNDER (47)
İHRAMCIZÂDE(K.S).’NİN ÇAĞRISI- Bilal KEMİKLİ (52)
TÜKENMEDİ HENÜZ SÖZ - Celalettin KURT (57)
RUH SAĞLIĞIMIZ VE BAYRAMLAR - Sefa SAYGILI (62)
DEVİR DEĞİŞTİ - M. Emin KARABACAK (64)
GÜZEL GÖRÜNÜR - Âşık Şeref TAŞLIOVA (67)
SİVAS VELÎLERİ - Yusuf HALICI (68)
AİLE VE KÜLTÜR - Rukiye KARAKÖSE (70)
SIZI’LI ESİNTİLER- Huzeyme Yeşim KOÇAK (74)
TESADÜF MÜ? - Mehmet SERTPOLAT (79)
İNCİ HANIMIN KONAĞI- Raziye SAĞLAM (80)
SICAK ÇARPMASIN! - Akın DİNDAR (84)
BÖĞÜRTLEN - Şifalı Bitkiler (86)
DİNİN TEMELİ TEMİZLİK
İSTİKLAL SAVAŞI’NDA ÇOCUK MÜCAHİTLER
ÖŞÜREZELDEN BİR MERHABA
ANADOLU’DAKİ SELÇUKLU MOTİFİ: SİVAS
İHRAMCIZÂDE VE MENKIBELER
06Dinimiz ibadetlerden önce gusül ve abdesti emrederek, yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı, her namaz öncesi ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve diş temizliğini emrederek, namazda necâsetten tahâret şartı ile üst baş ve namaz kılınacak yerlerin temiz...
Çanakkale Savaşı’nda olduğu gibi İstiklal Savaşı’nda da henüz rüştiye sıralarında okuyan çok sayıda çocuk ve genç, vatan savunmasında destansı kahramanlık örnekleri sergileyerek, “meçhul çocuk askerler” olarak tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmışlardır.
İslam’ın temel hedeflerinden biri, toplumdaki fakir ve zenginler arasında denge kurmaktır. Yüce kitabımız Kur’ân’ın zekât, sadaka, infâk ve öşür gibi emir ve hükümleri esasen bu dengeyi sağlamaya yöneliktir.
Divan şiirinde mecaz ve gerçek çoğu zaman birbirine girmiştir. Yani şairin söylediği söz, gerçek anlamda mı yoksa görünen anlamın dışında mı; bu, her zaman belli olmayabilir.
Bir geniş yayla serinliği vatanın orta yerinde. Sivas hem Sivas olmuş, hem kendi rüyasının gergefini dokumuş çizgi çizgi.
1881-1969 yılları arasında yaşayan, büyük mutasavvıflardan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.), küçük yaşlardan itibaren manevî yönü ile dikkat çeken bir isim olur.
14Ali AKPINAR
İsmail ÇOLAK Vedat Ali TOK
Meryem Aybike SİNANMusa TEKTAŞ
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
Abdullah KAHRAMAN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 142 Ağustos 2012Basım Tarihi: 01 Ağustos 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
KapakAbdullah UÇGUN
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.
55Ağustos 20124
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Yüzonüçüncü Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Aziz Cemâat-i Müslimîn!
Ramazan-ı fıtır bayramıdır. Bu güne “lyd” denilmesi ferah ve sürürün tekrar tekrar
avdeti ile tefe’ül içindir. Bayram günlerimiz, büyük bir kıymete hâizdir. Bayram günü,
bütün İslâm aileleri için bir yevm-i meserrettir.
Muhterem Cemâat-i Müslimîn!
Mü’minler için manevî kazançları terakki ve tekâmülleri bakımından pek büyük bir
fırsat olan mübarek Ramazan ayı; sona ermiş bulunuyor. Bu şerefli ayı daha pek çok
yıllar, sağlık ve selâmet içerisinde idrâk etmemizi Cenâb-ı Hak’tan dilerim.
Mübarek ve şerefli Ramazan ayına sağlıkla ulaşıp da onu hakkıyla ihya edebilmiş,
içlerini onun feyziyle, nuruyla yıkayıp arıtarak kemâl ufuklarına doğru yol alabilmek
olanlara ne mutlu!..
Allahu Teâlâ ve tekaddes, binlerce hamd olsun ki bizleri İslâm dininin esası olan Ra-
mazan ayının orucuna, bu yüce tâat ve ibâdeti îfâ ve icraya muvaffak kıldı. Allahu
Teâlâ’ya binlerce, yüzbinlerce hamd u senalar olsun ki, bize tevfikini refik etti ve tuttu-
ğumuz oruçlarımız yükselip, onun huzuruna gitti. Aklımız ile bilemediğimiz ve dillerimiz
ile övemediğimiz Yüce Rabbimiz, bize bizden yakın olan Allah’ımız bir aydan beri gece ve
gündüz bizi huzurunda bulundurdu. Zât-ı ilâhîsinin hakkımızdaki bu lutf u keremine
şükran, bu gün Müslümanlık dünyası, bayram edecek ve herkes, birbirlerini kutlaya-
caktır. Bu sevinç, dargınları barıştıracak ve herkesi birbiri ile hüsnü ahlâk ve fazîlet sa-
hasında yoksullara zekât vermek, fitre vermek, suretiyle yardım etmeye koşmakta ya-
rıştıracaktır.
Azîz Kardeşlerim!
Bu mes’ud meserret-karîn günlerden bi-hakkın istifâdeye çalışmalıyız, bu günler
rızâ-i Hak için fedâkârlıkta bulunmalıyız. Fukara ve züefaya yardım etmeliyiz, akraba-
mızı, ehibbâ ve as-dıkâmızı, komşularımızı, şâir din kardeşlerimizi, ziyarete koşmalıyız,
aramıza muhabbet ve samîmîyeti uhuvveti diniyyeyi bir kat daha takviyeye gayret et-
meli, yalnız bu bayram günlerinde değil, her zaman hüsn-i ahlâk ve fazîlet gösteren
mü’minler ne mesutturlar. Her zamanda ve her mekânda, Allahu Teâlâ ve takadde-se
itaat ve ibâdetten ayrılmayan mü’minlere ne mutlu.
Allah azimu’ş-şân hazretleri ehl-i İslâm’ı dünyada da âhirette de selâmet ve saadet-
ten ayırmasın.
7Ağustos 20126 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
DİNİN TEMELİ
TEMİZLİK
İslâm, temizlik üze-
rine kurulmuştur.
İlk inen âyetlerden
bazıları temizlik emriyle gelmiş-
tir. Bu nedenle Müslüman,
maddî ve mânevî kirlerden
arınan, yeryüzünün en te-
miz kişisidir, öyle olmalı-
dır. Peygamberimize ilk inen
âyetlerde Rabbimiz şöyle bu-
yurmuştur:
“Ey örtüye bürünen! Kalk
da uyar. Rabbini yücelt. Giy-
diklerini temiz tut. Kötü şey-
leri terke devam et. Yaptığın
iyiliği çok görerek başa kak-
ma. Rabbin için sabret.”1
Evet, Din, maddî ve mânevî
temizlikle başladı. Tekbîr ve
tathîr. Yüce Allah’ı büyükle-
mek/yüceltmek ve tertemiz ol-
mak. İlki, şirk-küfür
kirlerinden arınmak,
ikincisi maddî pis-
liklerden temiz-
lenmek. Önce tek-
birle, gönül ve
beyin dünyasında-
ki bütün şirk-küfür-
inkâr-nifak kirlerin-
den arınmalı; iç dünyayı
kin-nefret-riyâ gibi kötü tutku-
lardan temizlemeli; ardından
dış dünyayı her çeşit kirden pak
etmeli. Elbisenin temizlenmesi,
amellerin şirk ve riyâ gibi kir-
lerden temizlenmesi olarak an-
laşıldığı gibi; dış dünyanın her
türlü necâsetten temizlenme-
si olarak da anlaşılmıştır. Zaten
devam eden âyetlerde kötü dav-
ranışlardan arınma emri gelme-
ye devam etmektedir.
Maddî Ve Mânevî Temizlik
Bütün ibadetler, temiz-
lik esası üzerine kurulmuştur.
İman, mânevî kirlerden arın-
ma demektir. Mekke ve Medine
döneminde inen yüzlerce âyet,
tertemiz tevhîd esasının yürek-
lerde kurulması üzerinde du-
rur. En kutlu ibadet namaz da
maddî ve mânevî temizlik ame-
liyesi olan abdest ile başlar. Ve
namaz temiz olan her yerde kı-
lınır. Yeryüzü mü’mine
mescid kılınmıştır.
Bunun bir anlamı
da Müslüman, bütün yeryüzünü
tertemiz kılmakla yükümlüdür.
Her hayırlı işin başında çekilen
besmele, bir nevi gönle ve beyi-
ne abdest aldırmak demektir.
Bizim dinî kitaplarımız da
Kitâbü’l-îmân ve Kitâbü’t-
Tahâret, yani iman ve temizlik
üniteleri ile başlar. Kur’ân Mus-
haflarımızın kabına “Ona ter-
temiz olanlardan başkası do-
kunmaz.”2 yazılarak Kur’ân’dan
ancak maddî ve mânevî kirler-
den arınanların istifade edebi-
leceğine dikkat çekilmek isten-
miştir.
Kur’ân-ı Kerîm maddî ve
mânevî temizlik konularını işle-
yen âyetlerle doludur. Âyetlerde
maddî temizlik ve mânevî te-
mizlik iç içe işlenmiş olup bun-
lar birbirlerinden ayrılmazlar.
Şöyle ki, abdest ve gusül, gö-
“Dinimiz ibadetlerden önce gusül ve abdesti emrederek,
yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı, her namaz
öncesi ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve diş temizliğini
emrederek, namazda necâsetten tahâret şartı ile üst baş
ve namaz kılınacak yerlerin temiz tutulmasını emrederek
maddî temizliğe büyük önem vermiştir. ”
9Ağustos 20128
rünürde maddî temizliktir; ama
onların aynı zamanda mânevî
yönü de vardır. Abdest ve gusül,
kişiyi ibadete yaklaştırıp hazır-
layan/araç (kurbe) kabul edil-
miş, diğer ibadetler gibi bir ta-
kım âdâb ve erkânla sınırları
belirlenmiştir. Müslümanın hiç-
bir amelinin rastgele olmadığı
gibi, abdest ve gusül de rastge-
le değildir. Onların sahih olma-
sı için belli zamanları ve belli öl-
çüleri vardır.
Allah Temizlenenleri Sever
Maddî/dış temizlik, mânevî/
iç temizlik birbirini tamamlayan
şeylerdir. Dinimiz ibadetlerden
önce gusül ve abdesti emrede-
rek, yemekten önce ve sonra el-
leri yıkamayı, her namaz öncesi
ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve
diş temizliğini emrederek, na-
mazda necâsetten tahâret şar-
tı ile üst baş ve namaz kılınacak
yerlerin temiz tutulmasını em-
rederek maddî temizliğe büyük
önem vermiştir. Bunun yanında
dinin emrettiği bütün ibadetle-
rin hedeflerinin başında mânevî
temizliği gerçekleştirmek gelir.
Nitekim şu âyette bu iki temizlik
birlikte zikredilmiştir:
“Allah şüphesiz daima tev-
be edenleri sever, temizlenenle-
ri de sever.”3
Peygamberimizin tuvale-
te girmeden önce okuduğu dua
şöyledir: “Allahümme innî eûzü
bike mine’l-hubsi ve’l-habâis/
Allahım, görünür görünmez,
maddî ve mânevî bütün pislik-
lerden Sana sığınırım.” Görül-
düğü üzere sürekli tekrarlanan
bu duada da maddî ve mânevî
temizlik birlikte işlenmiştir.
Allah Dış Görünüşlerinize
Bakmaz
Yüce Yaratıcının sevgisini
kazanmak, O’nun rızasına nail
olmak, O’nun yardım ve lütufla-
rına mazhar olmak için mânevî
kirlerden de arınmak gerekir,
maddî kirlerden de temizlen-
mek gerekir. Dinimiz, kendini
bütünüyle ibadet ve tâata verip
zâhidâne bir hayat yaşadığı hal-
de, giyim kuşamına, dış görünü-
şüne, temizliğine dikkat etme-
yenleri kınamıştır. Aynı şekilde
iç dünyasını ihmal edip, yalnız-
ca dış görünüşe özen gösteren-
leri de yermiştir. Nitekim bu ko-
nudaki iki hadis şöyledir:
Peygamberimiz mesciddey-
ken saçı başı dağınık bir adam
gördü ve şöyle buyurdu: “Bu
adam saçlarını düzeltecek, üs-
tünü başını yıkayacak bir şey-
ler bulamadı mı?”4
“Allah sizin dış görünüşle-
rinize, kalıplarınıza bakmaz.
Ama O, sizin kalplerinize ve
amellerinize bakar.”5
İmam Gazâlî, bu konuda şun-
ları söyler: “Kalb, nazargâh-ı
İlâhîdir. İnsanların görüp dur-
duğu dışını insanlar için temiz-
lediği halde, Yüce Yaratıcının
nazargâhı olan kalbini temizle-
meyen kimseye şaşılır!”6
Yüce Rabbimiz, Kubalıları şu
âyetiyle överek bütün Kur’ân’ın
muhataplarının da öyle kimse-
ler olmasını istemiştir:
“Orada, arınmak isteyen in-
sanlar vardır. Allah, arınmak
isteyenleri sever.”7
Kubalıların haklarında bu
âyetin inmesi, onların şirk ve
günah kirlerinden arındıkla-
rı gibi, tahâret ve abdest baş-
ta olmak üzere maddî temizliğe
de büyük önem veren kimseler
olmasıdır. Dolayısıyla Müslü-
man, kendisi temiz olduğu gibi,
çevresini de temiz tutan kimse-
dir. Tertemiz olmak için ise, asıl
olan kirlenmemek ve kirletme-
mektir. Bu nedenle Müslüman,
kirleri temizlediği gibi kirletme-
meye de özen gösterir.
Namaz dışındaki diğer
ibadetlerin temel hedefi de
mü’minleri arındırmaktır. Söz-
gelimi, temizleyen anlamına ge-
len zekât, kişiyi dünyevîleşmek
ve cimrilik gibi kötü tutkulardan
arındırır; malı da farkında olma-
dan mala karışmış şâibelerden
temizler. Oruç, nefsi oburluk
ve doyumsuzluktan arındırdığı
gibi, ruhu da arındırır. Allah yo-
lunda cihad, sahibini korkaklık
ve dünyaya bağlanmaktan arın-
dırıp fedâkâr olmayı öğretir. Di-
ğer bütün ibadetler için de du-
rum böyledir.
Cennet de Temiz Olanların Yurdudur
Cennete arınanlar girecek-
tir. Tertemiz Cennet, maddî ve
mânevî temizliği kendine şiâr
edinmiş temizlerin diyarıdır.
Her bakımdan temizliği kendi-
lerine şiâr edinen mü’minler,
temizler yurdu cennetin kalı-
cı misafirleridirler. Artık ora-
da maddî ve mânevî kirler yok-
tur. Dünyada onları rahatsız
eden hiçbir şey yoktur cennet-
te. Ne keder, ne tasa, ne kir ne
pas. Ne gıybet, ne dedikodu, ne
gürültü, ne patırtı, ne boş bir söz
ve ne de herhangi bir pislik! Ve
biz bu dünyadan göçüp giderken
yine boy abdesti (ğasl) ile gideriz
O’nun huzuruna.
“Onlara orada tertemiz eş-
ler vardır ve orada temelli ka-
lırlar.”8
“Allah’a karşı gelmekten sa-
kınanlara, Rablerinin katında,
zemininden ırmaklar akan ve
orada temelli kalacakları cen-
netler, tertemiz eşler ve Allah’ın
rızası vardır. Allah kullarını
hakkıyla görücüdür.”9
“Kim arınırsa, ancak kendisi
için arınmış olur; dönüş ancak
Allah’adır.”10
Bu konuda Peygamberimiz
de şöyle buyurur:
“Benim ümmetim, kıyamet
günü, ‘Abdest organları nurlu-
lar!’ diye çağrılacaktır. O hal-
de, gücü yeten nurunu artırma-
ya gayret etsin!11
O halde maddî ve mânevî kir-
lerden arınarak, kirlenmeyerek
ve kirletmeyerek, temizlik konu-
sunda çevremize örnek olarak
kendimizi temizler yurdu cen-
nete hazırlamaya gayret edelim.
Son söz, yine Söz Sultanı Efen-
dimizin. O, şöyle dua ederdi:
“Allahümmec’alnî mine’t-
tevvâbîne vec’alnî mine’l-
mütetahhirîn/Allahım, beni
mânevî kirlerden arınanlardan
kıl. Beni maddî kirlerden temiz-
lenenlerden eyle!”12
1 74/Müddessir, 1-7.2 56/Vâkıa, 79.3 2/Bakara, 222.4 Ebû Davûd, Libâs 17.5 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 277 (Müslim, ibn Mâce)6 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 278.7 9/Tevbe, 108.8 2 Bakara 25.9 3 Âlu Imran 15.10 35 Fâtır 18.11 Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 77 (Buhârî, Müslim, Tirmizî,
Nesâî).12 Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 79 (Tirmizî)
*Prof. Dr.
Dipnot
Muh
ham
med
GÜ
LSER
EN
11Ağustos 201210 11
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU
YÂR-I SÂDIK“Kişinin özü ve sözünün bir olması, konuştuğu her şeyin hakikate uygun olmasıdır
sıdk. Sâdık olan kişi duygu ve düşüncelerinde, hayallerinde hatta niyetlerinde doğru
olandır; doğruluktan ayrılmayandır.”
Doğru sözlü, dürüst ve güveni-
lir olma gibi anlamlara gelen
“sıdk”, ahlâkî erdemlerin başın-
da gelir. Kişinin özü ve sözünün bir olması, ko-
nuştuğu her şeyin hakikate uygun olmasıdır sıdk.
Sâdık olan kişi duygu ve düşüncelerinde, hayalle-
rinde hatta niyetlerinde doğru olandır; doğruluk-
tan ayrılmayandır.
Peygamberliğin en önemli
özelliklerinden birisi olan ve bu
kutlu elçileri yücelerin yücesine
çıkaran sıdktır.
Hz. İsmail sâdıklardandır:
“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphe-
siz o, sözünde duran bir kimse
idi (sâdıku’l-va’d).”1
Hz. Yûsuf sıddîktir: “Yûsuf,
ey doğru sözlü (sıddîk).”2
Hz. İbrahim doğruluktan ayrılmamıştır:
“Kitap’ta İbrahim’i de an. Gerçekten o, son dere-
ce dürüst bir kimse (sıddîk), bir peygamber idi.”3
Hz. İdris sözünün eridir: “Kitap’ta İdris’i de an.
Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi (sâdıku’l-
va’d).”4
Evliyânın, ulemânın mânevî tekâmülünün
en büyük âmili sıdktır. Hâsılı her Müslümanın
sahip olması gereken en önemli vasıflardandır
sâdık olmak. Nitekim “Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn”
olan Peygamberimiz bu hususa işaretle sözü-
müzde ve işimizde doğru olmamız gerektiğini
belirtmiş, doğruluğun hayra ve iyiliğe götüre-
ceğine dikkatleri çekmiştir. İyilik cennete gö-
türecek, kişi doğru söyleye söyleye Allah katın-
da sıddîk (doğrucu) diye kaydedilecektir. Allah
korusun bu durumun tam tersi de söz konudur.
Bu durumda yalancılık, kişiyi yoldan çıkmaya
(fücûr) sürüklemekte, fücûr ise cehenneme gö-
türmektedir. Kişi yalancılığı meslek edindiği va-
kit ise Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye
yazılacaktır.5
Sâdık olmak, aynı zamanda ihlâslı ve samimi
olmaktır. Şartlara göre, çıkarlarını ön plana alarak
konuşmaktan ve hareket etmekten sakınmaktır.
Zor da olsa, zararımıza da olsa doğruluktan, hak-
tan ve adaletten ayrılmamaktır. Acı da olsa gerçe-
ği söylemektir, zâlimin karşısında mazlûmun ya-
nında yer almaktır:
İnsana sadâkat yakışır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh6
“İnananların olmazsa olmaz sıfatlarından olan sıdk/
sâdıklık kavramı Hulûsî Efendi’nin şiirlerinde de kendisine
yer bulur. Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi altı beyitten
oluşan bir gazelinde, uğruna yanıp küle döndüğü,
gözyaşlarını pınar eylediği, huzuruna varmak istediği bir
“yâr-ı sâdık”tan, sâdık bir sevgiliden bahseder.”
Ağustos 201212
ARZI HÂL
Gözlerim bir seni görüyor artık, Mecnu’nun Leylâ’yı gördüğü gibi. Gönül köşkü alev alev kor artık, Güneşin çöllere vurduğu gibi. Yüzün gül koncası, zülfün sarmaşık, Aşkın beni aydınlatan bir ışık, İçimde duygular karma karışık, Garibin gurbete vardığı gibi. Sensin artık yazım, kışım, baharım, Kalmadı tâkatim, sabrı kararım, Yerde kurda, gökte kuşa sorarım, Ferhat’ın Şirin’i sorduğu gibi. Eğlencesi oldum yâdın, yabanın, Bulamadım yollarını obanın, Issız dağ başında garip çobanın, Visâl hâyâlleri kurduğu gibi. Sağır’ın yüreği kar gibi erir, Gözlerinden, yüreğime yaş yürür, Gönlüm aşkın ile nâğmeler verir, Mızrabın tellere vurduğu gibi
İbrahim SAĞIR
13
İnananların olmazsa olmaz sıfatlarından olan
sıdk/sâdıklık kavramı Hulûsî Efendi’nin şiirle-
rinde de kendisine yer bulur. Es-Seyyid Osman
Hulûsî Efendi altı beyitten oluşan bir gazelin-
de, uğruna yanıp küle döndüğü, gözyaşlarını pı-
nar eylediği, huzuruna varmak istediği bir “yâr-ı
sâdık”tan, sâdık bir sevgiliden bahseder:
1. Aşkın yakıp eyledi nâr cümle işimi kıldı zâr
Gitdi kamu nâmûs u âr ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Aşkın yaktı beni, ateş eyledi. Ağlayıp inlemek-
ten başka yapacak işim kalmadı. Başkalarının,
içine düştüğüm aşktan ötürü beni ayıplamaları
umurumda değil; bu anlamda utanma nedir bil-
mem, ey sâdık sevgili. Ey sevgili, en sevgili.
2. Gönlüm sana hayrânedir dîdelerim giryânedir
Bu cân dahi kurbânedir ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Gönlüm, güzelliğin karşısında hayret maka-
mındadır. Ağlamaktan gözyaşlarım çağıl çağıl ak-
makta; canım sana kurbandır, ey sâdık sevgili. Ey
sevgili, en sevgili.
3. Bî-çâre kıldın gönlümü âvâre kıldın gönlümü
Bîmâre kıldın gönlümü ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Çaresiz kıldın gönlümü, perişan ettin kalbimi.
Hasta ettin sen beni, ey sâdık sevgili. Ey sevgili,
en sevgili.
4. Bu gözlerim ermek diler dîdârını görmek diler
Pâyına yüz sürmek diler ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Bu gözler sana ermek, seni görmek ister. Bu
gözler ayaklarına yüz sürmek ister, ey sâdık sevgi-
li. Ey sevgili, en sevgili.
5. Mürüvvet issi âlî-şân müştâkadır sana bu cân
Derdinledir hâlim yamân ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Ey iyilikler, cömertlikler sahibi, şanı yüce olan!
Bu can sana iştiyaklı, bu can seni özlemekte. Bu
can sana can atmakta. Derdinle hâlim perişan, ey
sâdık sevgili. Ey sevgili, en sevgili.
6. Hulûsî’nin yüzü kara her dem düşer âh u zâra
Huzûruna nice vara ey yâr-ı sâdık yâr yâr
Hulûsî’nin utancından sana bakacak yüzü yok.
Her an ağlayıp sızlamakta. Bu kara yüzü ile hu-
zuruna nasıl gelsin, ey sâdık sevgili. Ey sevgili, en
sevgili.
1 19/Meryem, 54.2 12/Yûsuf, 46.3 19/Meryem, 41.4 19/Meryem, 56.5 İmâm Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn (Tercüme ve Şerh: M. Yaşar Kandemir vd.), Er-
kam Yay., İstanbul, 2008, I/281.6 Ziya Paşa, Tercî-i Bend ve Terkîb-i Bend, s.102, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 102.
* Yrd. Doç. Dr.
Dipnot
15Ağustos 201214 15
ANADOLU’DAKİ SELÇUKLU MOTİFİ:
SİVAS
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
Sivas Bir Selçuklu Şehzadesi!
Bir geniş yayla serinliği vatanın orta yerin-
de. Sivas hem Sivas olmuş, hem kendi rüyası-
nın gergefini dokumuş çizgi çizgi. Tarihin altın
şehri, ruhumuzun altın düşüncesi, fikrimizin
zikrimizin meşalesi bir özge diyardır Sivas.
Uzun uzun kavakların uzak diyarlardan ge-
len saba yelini nazlı nazlı sevgiliye teslim etti-
ği, mor leylak kokulu dağ çiçeklerinin her dem
Hakk’ı tespih ettiği Sivas topraklarının alnın-
dan ak mı ak bir merhametin, şefkatin ve hik-
metin türlü türlü rayihasını bulursunuz.
Sivas vatan topraklarının en hası, en yiği-
di, en masumu ve en alperenidir! Uzak görüşlü
uluların engin ve dingin hatıralarını nakış na-
kış işledikleri, kalp gözünü hikmetin merkezi-
ne dikizledikleri ve bütün uzak iklimleri me-
safe mesafe Sivas’a yaklaştırdıkları bir gönül
tezgâhıdır. Sivas Zamanın Nefesini Tuttuğu Şe-
hirdir!
Bir gün bir derviş gibi çıkıp gelirsem eğer
Görürsem bir daha gönül gözüyle seni
Anla bir rüzgâr gibi yüreğimden geçeni
Ve sonra anam gibi sar beni, Sultan şehir Sivas
Şair için bir ana yüreği kadar müşfik ve kucak-
layıcıdır. Sivas, bütün şehirlerin ötesinde yiğitle-
rin harman türkülerin derde derman olduğu yü-
reği yanık ozanlar şehridir. Sivas aklın durduğu,
güzelliklerin kalbi yoğurduğu, günde beş vakit
ince minarelerinin Hakk’a divana durduğu akl-ı
selim bir şehirdir! Medeniyet geçidinde bayrağı
taşıyan Sivas, türküler geçidinde türkü türkü se-
lama duran Sivas, namahremin vatana el uzattığı
demlerde kıyama kalkışan Sivas’tır yine!
Gök Medrese geçmişin engin gönüllü erenle-
rinin hatırlı ve hatıralı dualarını kalbinin taraça-
larında saklar gibidir. Medresenin avlusunda her
bir ayak izinde bin bir fikrin düşleri saklı gibidir.
Divriği Ulu Camii hala dimdik ayakta “En Sev-
gili” için dualara ev sahipliği yapmakta, gönüllere
Ahpe
r Nur
i DEL
İCAN
Ağustos 201216 17
ve ruhlara manevî bir şifa dağıtmaktadır.
Şifaiye Medresesinde hala doktorların Hakk’a
teslim olmuş çabalarını hisseder gibisiniz. I. İz-
zettin Keykavus sırra kadem bassa da inşa ettiği
medresede onun soluğunu ve hatıralarını bulur
derin bir tefekkürün kapısını çalarsınız. Medre-
senin karşısına bağdaş kurup oturan Çifte Mina-
re Camiinde çifte dünyalara hazırlığı bir berekete
dönüştürmekte, hayret duygularının semaya ka-
nat çırpmasına köprü olur dualarınız!
Sivas bir Selçuklu şehridir ancak Osmanlı’da
şaha kalkmıştır. Osman Ağa Konağı, Ali Baba Ko-
nağı, Behram Paşa Hanı, Ziya Bey Kütüphanesi,
Eğri Köprü, Kesik Köprü ve daha niceleri Osman-
lıyı hatırlatır, Osmanlı adına konuşur gibidir!
Allah şifalı suları bu şehre bahşetmiş gibidir.
Sulardan yükselen şifa, tene değdiğinde can fe-
rahlık bulmakta, kalp mutmain olmaktadır. Or-
taköy Çermik, Sivas Soğuk Çermik, Sivas Sıcak
Çermik, Kangal Balıklı Çermik, Gürün Gökpı-
nar göl göl, pınar pınar, buğu buğu misafirleri-
ni beklemektedir.
Sivas Çarşıları Osmanlıdır
Kazancılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, tarihî
Taşhan Çarşısı, Mavi Çarşı, Sanayi Çarşısı ve
daha nice nice çarşı, han ve hamam Sivas’ın
süsü ve ziynetidir aslında. Neye ihtiyacınız var,
ne ararsanız size göre bir çarşı elbette vardır
Sivas’ta. Şehir hayatı öylesine derli toplu, öyle-
sine düzenlidir.
Bezirci, Yüceyurt, Altıntabak ezelden Sivaslı-
dır. Bu semtler ve ilçeler Sivas’ın has çocuklarıdır.
Damar aynıdır, dil aynı, beden aynı. Bütün ilçele-
ri Sivas’ın dilini konuşur, nereye dayanırsa dayan-
sın fikir ve zikir Sivaslıdır!
Sivas demek Şems-i Sivas’i demek. Onun manevî
atmosferi demek. Sivas derken onun engin dünyası,
engin görüşleri ve engin gönlü gelir akla. Adını doğ-
duğu şehirden alan nasiplilerdendir o.
Ve İhramcızade İsmail Hakkı Efendi!
Ve manevî atmosferi ve gönül iklimi! İhram-
cızade İsmail Hakkı Efendi, hem şiirleriyle, hem
yüreğiyle, ilim ve irfanını nakış nakış bölge coğ-
rafyasına nakşeden engin gönlüyle Sivas’ın kalbi-
dir, aklıdır, fikri ve zikridir! Hem irşat hem mürşit
makamında Sivas’ın kalbine gönül mızrabını vur-
muş bir özge ermiştir bilene!
Sivas ne kadar anlatılsa bitmez, ne kadar söy-
lerse azalmaz, ne kadar çok anılsa tükenmezdir!
Sivas tükenmez bir hazinedir, bir aynadır bakana,
bir türküdür söyleyene, bir yoldur gidene… Koca
Veysel gibi iki kapılı bir hanın yolcusu iseniz bu-
yurunuz Sivas’a… Yavuz Bülent Bâkiler’in mısra-
larıyla kucağını açmış sizi bekliyor!
Ne güzel seni sevmek böyle uzaktan
Ve seni düşünmek bir çocuk hevesiyle,
Her sabah yeniden ezan sesiyle
Müslüman müslüman uyanan şehir!
Ahpe
r Nur
i DEL
İCAN
Ahpe
r Nur
i DEL
İCAN
Ahpe
r Nur
i DEL
İCAN
Ahper Nuri DELİCAN
Ağustos 201218 19
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
ANLAŞILAMAYACAK KADAR ULU:
El-KEBÎR“Kur’an-ı Kerim’de Kebîr vasfı Allah hakkında kullanıldığı gibi, diğer varlıklar
hakkında da kullanılır. Meselâ ilim, irfan sahibi ve yaş bakımından bazı kimselere
“büyük” sıfatı verilir. Kur’an-ı Kerim’de genellikle el-Kebîr, Allah’ın bir ismi olarak
el-Alî vasfıyla birlikte kullanılır.”
El-Kebîr, “büyük”
anlamındaki ki-
ber mastarından
türemiş sıfat kalıbında bir isim
olup, “ulu ve yüce olan” demek-
tir. Mübâlağa kalıbında gelen
el-Kebir, Allah’ın zâtında ve sı-
fatlarında yüce olduğunu bil-
dirir. O, kullarını, onlar ken-
disini görmeden, istediğine
yöneltendir; celâl ve şân yüce-
liğiyle mevsuftur.1 O, yaratıkla-
ra benzemekten münezzehtir.
Allah’ın en güzel isimleri ara-
sında yer alan el-Kebîr, “Kibriyâ
sahibi” demektir.2 Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyru-
lur: “Göklerde ve yerde azamet
(Kibriyâ) O’nundur. O, güçlü-
dür, hakîmdir.”3
Kur’an-ı Kerim’de Kebîr vas-
fı Allah hakkında kullanıldı-
ğı gibi, diğer varlıklar hakkında
da kullanılır. Meselâ ilim, irfan
sahibi ve yaş bakımından bazı
kimselere “büyük” sıfatı verilir.
Kur’an-ı Kerim’de genellikle el-
Kebîr, Allah’ın bir ismi olarak
el-Alî vasfıyla birlikte kullanılır:
“Doğrusu Allah yücedir, bü-
yüktür (el-Aliyyü’l-Kebîr).”4
“O, gaybı da görülen âlemi
de bilendir, çok büyüktür, çok
yücedir (el-Kebîru’l-Müteâl).”5
Görüldüğü gibi bu ayetlerde
el-Kebîr, Yüce Allah’ın ululuk ve
azametini bildirmek için el-Alî
vasfıyla te’kîd edilmiştir.
Gerçek anlamda “Kibriyâ
Sahibi” olan O’dur. Azamet ve
yücelik O’na aittir. O’nun şanı ve
kadri çok yücedir. Bu mânâda
Cenâb-ı Hâk, kemal ve yüce-
lik sıfatlarıyla mevsûftur. O,
zâtında büyük olduğu gibi, sıfat-
larında da büyüktür. Yücelik sı-
fatları O’na aittir. İsim ve sıfat-
larda O’nun bir benzeri, misli ve
ortağı yoktur.
Yüce Allah’ın Büyüklüğü
Sıfatlarında ve Fiillerindedir
Allahu Teâlâ’nın yüceliğini
zâtî ve sübütî sıfatlarından anla-
dığımız kadarıyla fiilî sıfatların-
dan da anlarız. O’nun fiilî sıfatla-
rı, doğrudan varlıkla ilgilidir. O,
fiillerinde de büyüktür. Kur’an-ı
Kerim’de göklerin ve yerin yara-
tılmasının insanın yaratılmasın-
dan daha büyük bir olay olduğu-
na dikkatlerimiz çekilir:
“Elbette göklerin ve yerin
yaratılması, insanların yara-
tılmasından daha büyük (ek-
ber) bir şeydir. Fakat insanla-
rın çoğu bilmezler.”6
Bu sebeple, her insan gök-
lerin ve yerin yaratılışı üzerin-
de düşünmelidir. Varlık üze-
rinde teemmül, insanda takdir
duygusunu geliştirir. Allah’a
imanı olan kimselerin imanla-
rının artmasına, imanı olma-
yan kimselerin de imana daha
çok yaklaşmalarına vesile olur.
Eğer insan, önyargılardan arın-
mış ve selim bir fıtrata sahipse,
bu muhteşem yaratılış hârikası
karşısında, Yaratan’ı takdîr ede-
cek7 masnûattan/yaratılmışlar-
dan hareketle Mutlak Sâni’ Olan
Allah’a ulaşacaktır. Şu âyette,
varlıktaki san’atlı yaratılışın in-
celiklerine vurgu yapılarak Yüce
“Gerçek anlamda “Kibriyâ Sahibi” olan O’dur. Azamet
ve yücelik O’na aittir. O’nun şanı ve kadri çok yücedir.
Bu mânâda Cenâb-ı Hâk, kemal ve yücelik sıfatlarıyla
mevsûftur. O, zâtında büyük olduğu gibi, sıfatlarında da
büyüktür. Yücelik sıfatları O’na aittir. İsim ve sıfatlarda
O’nun bir benzeri, misli ve ortağı yoktur.”
Ağustos 201220 21
Allah’ın yaratılıştaki büyüklüğü
dile getirilir:
“Sen dağları görürsün de,
onları yerinde durur sanırsın.
Oysa onlar bulutların yürümesi
gibi yürümektedirler. (Bu) her
şeyi sapasağlam yapan Allah’ın
san’atıdır. Şüphesiz ki O, yap-
tıklarınızdan haberdardır.”8
Kur’an’da Cenab-ı Hak biz-
zat kendi fiiline “sun” adını ver-
miştir.9 Zikredilen âyette ge-
çen “Sun’allah” lafzındaki “sun”
san’atlı yaratılışı anlatır. Allah’ın
kitabındaki şu ifadeler buna çok
açık örnektir: “Dağları (yerle-
rinde) donmuş sanırsın, oysa
onlar, bulutların yürümesi gibi
yürümektedirler.”10 Âyetin bu
bölümünde, Allah’ın varlık dün-
yasında görülen eşsiz san’atına
işaret edilmektedir. Tabiat-
ta gözlemlenen her bir varlığın
ontolojik durumu kendine özgü
bir farklılıkta olması ve otan-
tik yapısı itibariyle görkemli bir
san’at galerisi hüviyetindedir.
Allah’ın san’atının sağlamlığı
bu mevcûdâttaki her şeyde be-
lirmektedir. İyice düşünen biri-
si ilâhî san’at eserlerindeki mu-
cizeleri görür. Âyette “dağların
yürümesi” ifadesi, Kur’an’ın bu
mucizevî haberlerinden sadece
birisidir. Bu âyet her an âlemde
meydana gelen kevn (oluş) ve
fesadı (bozuluş) göstererek kı-
yamet ve dirilişi tasvir etmekte-
dir.
Yüce Allah’ın fiillerinde ken-
disini gösteren yücelik fikri, yer-
yüzünün denge unsuru olan
dağlar üzerinden anlatılmıştır.
Dağların esasen akıcı gazlardan
mürekkep olarak zerrelerinde
buharlaşır gibi “oluş-bozuluş”
alanındaki kimyevî değişiklik-
ler ile her an yeni yaratılışlar ce-
reyan edip durmaktadır. Bunu
ancak, bu alanın ilim sahipleri
anlayabilir. “Dağların yürüme-
si” tabiri ile Yüce Allah, varlığın
en sabit görülen şeylerinin bile
her an değişiklik ile bir kıyame-
te doğru gittiğini, günün birin-
de bir üfleme ile o koca dağla-
rın yerinden kalkacağını, bütün
kütleleriyle yürütülen arzın baş-
ka bir arza tebdil edileceğini an-
latıyor. Bu, her şeyi ilim ve hik-
metiyle yerli yerinde sağlam ve
muntazam yapan Allah’ın yapı-
sı, O’nun işidir.11
Cenâb-ı Hakk’ın fii-
li sıfatlarından birisi ‘tahlîk/
yaratma’dır. O, herşeyin yaratı-
cısıdır. Yine bize şu âyette “gök-
lerin direksiz” olarak yaratılışı-
nı anlatmaktadır. Elbette böyle
bir yaratılış, insanın yaratılışın-
dan daha büyüktür. İnsanoğlu,
bu yaratılış örnekliği üzerinde
düşünmelidir:
“O gökleri görebildiğiniz
bir direk olmaksızın yarattı,
sizi sarsmasın diye yere de ulu
dağlar koydu ve orada her çe-
şit canlıyı yaydı. Biz gökyüzün-
den su indirip, orada her fayda-
lı nebattan çift çift bitirdik. İşte
bunlar, Allah’ın yarattıkları-
dır. Şimdi (ey kâfirler!) O’ndan
başkasının ne yarattığını bana
gösterin! Hayır (gösteremez-
ler). Zalimler açık bir sapıklık
içindedirler.”12
Yerde ve gökte egemen olan
sadece ve sadece Allah’tır. İnsan
bu yaratılış karşısında âcizliğini
ve noksanlığını dile getirmeli ve
bütün takdir hislerini O’na yö-
neltmelidir. Jeolojik bir olay
olan deprem, bir tabiat olayı
olan tsunami ve seller karşısın-
da bile âciz olan insanoğlunun
Allah’a rağmen büyüklük tas-
laması kadar haddini bilmez-
lik var mıdır? Her türlü ayıp ve
noksanlıktan münezzeh olan sa-
dece Allah’tır. İnsan ise, bütün
bu sıfatlarla maluldür. Onun
için insan büyüklük taslamamalı
ve istikbâra/büyüklenmeye yö-
nelmemelidir. Bir kudsî hadis-
te Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kibriyâ, benim ridâm, azamet
ise benim izârımdır. Kim be-
nimle bu mevzuda münakaşa-
ya kalkışırsa onu (başaşağı ge-
tirir) Cehennem’e atarım.”13
Yüce Allah’ın El-Kebîr İsminden
Çıkaracağımız Ahlakî Sonuçlar
Yüce Allah’ın el-Kebîr ismi
karşısında bir Müslümanın aki-
desi: “Allahu Ekber/Allah en
büyüktür” olmalıdır. Varlıkla-
ra yöneltilen “büyüklük” vasıf-
ları, itibarîdir, mecâzîdir. Kul-
lar hakkında kebîr niteliği, sözü
ve davranışları uyuşan ve görül-
dükleri zaman Allah akla gelen
insan-ı kâmiller hakkında söy-
lenilebilir. Hatta onlar, tanıtılır-
ken, ümmetin büyükleri olarak
anlatılır. Onlar bu büyüklükleri
Allah’ın dinine bağlılıklarından
ve Resulünün sünnetine ittibâ
etmelerinden alır. Eğer bir kim-
se ahlakını güzelleştirmek sure-
tiyle Yüce Allah’ın el-Kebîr ismi-
ni kendisine ahlâkî bir ilke edinmişse, işte o zaman
el-Kebîr isminden hissesini almış demektir. Onun
insanlar nezdindeki büyüklüğü, Yüce Rabbini sa-
bah-akşam zikir ve tesbîhâtla büyüklemesinden
gelir. Böyle insanlar, yaktıkları mâneviyât ışık-
larıyla çevrelerini aydınlatırlar. Sohbet meclisle-
rinde bulunan her insan, mutlaka onların güzel
ahlaklarından istifade eder. Kemâl, mânevî an-
lamda bir büyüklük derecesidir. İmam Gazâlî’nin
dediği gibi, Allah’ın velî kullarının kemâli akılla-
rında, takâalarında ve ilimlerinde kendisini göste-
rir. “Kebîr insan” denildiği zaman, âlimdir, takvâ
sahibidir, halkı irşâd eder, önder olmaya, ilmin-
den ve feyzinin ışığından istifade edilmeye en la-
yık insan anlaşılır.14
Dolayısıyla, Allah’ın en büyük olduğuna ina-
nan bir Müslüman, hiçbir fânî güçten korkmaz.
İnsan nasıl ki bu dünyaya gelirken muhtaç bir
varlık olarak gelmişse, bu dünyadan ayrılırken de
muhtaç bir varlık olarak ayrılacaktır. Dünya ha-
yatında eline geçirdiği bir takım imkânlarla, baş-
kaları karşısında büyüklük taslamak kadar bir kü-
çüklük olamaz. Azamet ve celâl anlamında tek
Kibriyâ olan Allah’tır.15 Allah, yaratıkların sıfat-
larından yüce ve münezzeh olandır. Kullar hak-
kında kınanmış olan tekebbür, Allah için teklik ve
tahsis ifade eder. Ululuk ve yücelik sadece O’na
mahsus ve lâyıktır. Bu hususta O, tektir, mün-
ferittir. Noksandan ve ihtiyacı gerektiren şeyler-
den münezzeh olan sadece O’dur. Her Müslüma-
nın Allah hakkındaki akîdesi böyle olmalıdır. İşte
o zaman el-Kebîr olan Yüce Allah’ın bu isminden
ahlâkî anlamda feyizlenebilir.
1 El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 6362 Beyhakî, Kitâbu’l-Esmâ ve’s-Sıfât, Beyrut, ts., 35.3 45/Câsiye, 37.4 31/Lokmân, 30; 34/Sebe’, 23; 40/Mü’min, 12.5 13/Ra’d, 9.6 40/Mü’min, 57.7 3/Âl-i İmrân, 191. 8 27/Neml, 88.9 27/Neml, 8810 27/Neml , 2811 Elmalılı, Hak Dini, V, 3710.12 31/Lokmân, 10-11. 13 Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned: 2/248,
376, 414, 427, 442, 4/416.14 Gazalî, el-Maksadü’l-Esnâ, Mısır, ts., s. 78.15 59/Haşr, 44..
*Prof. Dr.
Dipnot
23Ağustos 201222
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Doğrudan Allah’tan gelen fey-
ze “feyz-i ilâhî” denirken, şeyh
ve müritlere, silsilede yer alan
meşâyıh-ı kiram vasıtasıyla gelen feyze; “feyz-i
isnâdî” adı verilmektedir. Tarikat ehli bu feyzi
elde etmek üzere, silsile-i şeriflerini okuyup sil-
siledeki sâdâtın ruhlarına Kur’ân hediye ederler.
Çünkü seven sevdiklerinin yâdını canlı tutar. Zira
sevmek bir sanattır. Allah sevgisi, Rasûlullah’a
duyulan muhabbet, Allah dostlarına hayranlık,
anne ve babaya hürmet, evlat sevdâsı, kardeşlik ve
ihvân muhabbeti, paylaşma kültürü ve fedakârlık
ruhu sevginin boyutlarıdır. Sevgi sanatı bir terbi-
ye ve eğitim ürünüdür. Yaşanabilir dünya kurma-
nın yolu muhabbet merkezli bir yaşam sürmekten
geçmektedir. İlâhî aşka giriftar olanlar ve aşk ter-
biyesinden geçenler, maddiyat ve menfaat odakla-
rına dönüşmez, şehvet ve şöhretle tanışmaz, ben-
cil ve hodbin ruha bürünmezler. İşte feyiz denen
ulvi bereket, muhabbetin sahilsiz enginliklerine
ulaşanlara nasip olmaktadır.
Feyze Mazhar Olmak
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’ye göre ihlas,
edep ve muhabbet feyiz elde etmenin üç temel
şartıdır. Tarikat eğitiminin gayesi müridi ihlâsa
büründürmek, edebi şiar edindirmek ve muhab-
bet ehli olmasını sağlamaktır. Böylesi bir kıvama
erenler ilâhî feyze mazhar olur, mürşidin iltifatı-
na erer, kalbî duyarlılığı elde eder. Mürit, şeyhini
kemal ehli görür, şeyhinin suretinde tecellî eden
Hak nuruna müştak olur. Müridi mürşide bende
kılan onun şekli veya şemâili değil, onun suretin-
de tezahür eden ilâhî nurdur. Şeyhin alnında beli-
ren secde izi, hal ve hareketlerinde görülen sünnet
ölçüsü, hüküm ve kararlarındaki feraset, bakışla-
rındaki basîret ve sohbetlerindeki ilmî derinlik
kendilerine saygı duyulması, biat edilmesi, sevgi
beslenmesini sağlayan temel ölçütlerdir. Müridin
mürşidine sevgisi onu kör ve sağır eder.
Muhabbet, müridin bâtınından mürşidin içi-
ne akan, mânevî bir nehirdir. Mürit onun saye-
sinde mürşidinden devamlı olarak feyz alabilme
imkânını elde eder. Bu mânevî nehrin ve feyzin
genişliği, müritteki muhabbetin az veya çoklu-
ğuna bağlıdır. Çünkü bazen muhabbetin coşma-
sı ve artması anında o mânevî nehir, deniz gibi
olup müridin kalbi, mürşidin tarafına teveccüh
eder. Allah dostlarının gözünden uzak olmak,
Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Di-
ğer yandan mürşidin huzurunda gafletten uzak
durmak ve vukûf-ı kalbîyi muhâfaza etmek ki-
şiyi feyze mazhar kılar. Kalbini mürşidinin kal-
bine muhabbet ile bağlayanlar, şeyhinin ruh
dehlizine erip kalbî derinliklerine vasıl olan-
lar, şeyhinin iltifatlarına mazhar olurlar. Tüm
yeryüzüne yansıyan güneş ışınları gibi mürşi-
din feyiz şuaları da müridin tüm iç katmanla-
rına sirayet eder. Mürşidin nazar-ı iltifâtı müri-
din talebine bağlıdır. Maksadına erişip hakîkati
bulanlar ancak arayanlardır. Şeyhinin kemâlini
idrak eden müridin şeyhini emsalsiz olarak gör-
mesi, mürşidinin kendisini Allah ve Resulüne
bende kılmak için mücadele ettiğini bilmesi ge-
rekmektedir.
Tecellî Feyzi
Müride düşen yegâne görev, her nerede olur-
sa olsun feyiz dalgalarına dâhil olduğunu bil-
mektir. Hayatının her anını imtihan bilinci ile
geçirmek, anı yaşamak, zaman ve mekânın so-
rumluluklarını yerine getirmek feyiz dalgaları-
nın çoğalmasını sağlamaktadır. Mürşidinden
ilâhî feyzi talep edenler kalp gözünü açmalı, kal-
binin derinliklerine nazar etmeli, kalbini mürşi-
din kalbine bağlamalı ve feyzin gönlüne akışını
hayal etmelidir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di (k.s.) muhabbet nurlarının, mürşidin gönlün-
den müride yansımasını, hayat verici bir özelik-
teki pir nazarı olduğunu şu şekilde ifade eder:
MÂNEVÎ
FEYZ TALEBİ“Müride düşen yegâne görev, her nerede olursa olsun feyiz dalgalarına
dâhil olduğunu bilmektir. Hayatının her anını imtihan bilinci ile geçirmek, anı
yaşamak, zaman ve mekânın sorumluluklarını yerine getirmek feyiz dalgalarının
çoğalmasını sağlamaktadır.”
Ağustos 201224
DEVRÂNA BÖYLE
Yâ Rab, aşkın ile ben beni buldum;Sır oldum idrâke, iz’âna böyle!..İbretle sınandım, hikmetle doldum;Kuruldu mizânım vicdâna böyle!..
Varlık, takdir oldu inceden ince;Özümde yoğruldu kaç ses, kaç hece?..Duydum ki hâl dilim her gün, her gece,Aşkı şerh eyliyor devrâna böyle!..
Bilmem bu esrârın var mı emsali?Sen attın ömrüme ince melâli!..Ezel paylanırken, bu fıtrât hâli;Saldın gül meylimi irfâna böyle!..
Âdem’den buyana ar, edep, erkân,Hep Sen’i çağrışır bu yol, bu nişan!..Bu tevhîd, tevekkül, bu ihlâs, iman,Nur oldu, yayıldı zamana böyle!..
Yâ Rab, kerem eyle süzülsün özüm;Huzûra gelmeye ak olsun yüzüm!.. Âlem-i ervâhta yazıldı yazım;Düştüm bir katrede tufâna böyle!..
Aşk verdin, derdimi dermân eyledin;Nefsimi, nefsime umman eyledin!..Kulunum, bir arza sultan eyledin;Döndüm, bu cezbeyle üryâna böyle!..
Rıfat ARAZ
25
Feyz-i nazarı pîr-i meyin eyledi ihyâ
Doldu dil-i dîvâneye envâr-ı muhabbet
İlâhî feyizlerin akışı her an Allah’ı zikre ve
O’ndan aslâ gâfil olmamaya bağlıdır. Feyzin tadı-
na varanların kalp sızısı güçlü, niyaz ve yakarışla-
rı kesintisiz, muhabbetleri doludizgindir.
Bir çeşmenin başına
Bir testiyi koysalar,
Kırk yıl anda durursa
Kendi dolası değil
diyen Yunus Emre, hakîkat çeşmesinden kalp
testimizi doldurabilmek için harekete koyulmak,
gayreti elden bırakmamak, bekleyip durmayı de-
ğil harekete geçmeyi tavsiye etmektedir.
Âşık oldum erene ermek ile
Hakkı buldum ben eri bulmak ile
Haktan imiş cânlara cümle nasip
Olmaz imiş Kâ’be’ye varmak ile
Bir göl idim kıldı erenler nazar
Deniz oldum dört yana ırmak ile
diye tekrar seslenen Yunus Emre, erenlerin na-
zarı ile katrenin deryaya vasıl olduğundan bahset-
mektedir.
Tasavvufî terbiye açısından mürşidin müride
tesir halkasını, müridin şeyhinden istifade boyu-
tunu feyiz dalgası olarak değerlendirdikten sonra
feyiz anlayışının varlık boyutuna da dikkat çeke-
rek makalemizi özetlemek istiyorum. “Birden bir
çıkar” anlayışı gereğince “Kuntu kenzen mahfiy-
yen”, “Mutlak gayb”, “Enkeru’n-Nekerât”, “Amâ’,
“Ehadiyyet” ve “Lâ Taayyun” mertebesi ile ifade
edilen ilâhî zâtın zâta tecellîsi sonucu Hakîkat-i
Muhammediyye vücûda gelir. Gerçekleşen bu
tecellîye “feyz-i akdes” denir. Nûr-i Muhammedî
mertebesinde ilâhî isim ve sıfatların mücmel/top-
tan tecellî etmesine feyz-i akdes denir. Bir sonra-
ki varlık mertebesi olan “a’yân-ı sâbite”deki ilâhî
isim ve sıfatların şehâdet âlemine/görünen âleme
ayrı ayrı tecellî etmesine “feyz-i mukaddes” adı
verilir. Buna göre varlıkların zuhûr etmesi ancak
Allah’ın tecellî feyziyle mümkün olmaktadır. Fey-
zin gelip gidişi, sürekli olarak yenilenmesi öylesi-
ne şaşırtıcı bir hızla gerçekleşir ki, hiç kimse bu-
nun farkında bile olamaz. Gelişiyle gidişi sanki
aynı anda gerçekleşiyormuş gibi son derece hız-
lıdır.
Feyzin Kaynağı
İbnü’l-Arabî’ye göre bütün varlıklar, belli bir
kaynaktan çıkıp akan bir su gibi Mutlak Zât’tan
çıkıp akmaktadır. Herhangi bir kesintinin söz ko-
nusu olmadığı bu akışta varlık her an kaynağına
muhtaçtır ve her an O’ndan aldığı destekle varlığı-
nı sürdürmektedir. Bundan dolayı bir akışın eseri
ve bir taşmanın sonucu olan varlık da aslında bil-
gi gibi ilâhî bir feyizdir.
Kişinin gayreti, çabası, aklî ve zihnî melekele-
ri ile elde edilen ilimlere kesbî/mükteseb/sonra-
dan kazanılan ilimler adı verilirken; gayretle bir-
likte keşf, ilham, feyz, müşâhede ve mükâşefe
yoluyla elde edilen ilimlere vehbî/mevhûb/Allah
vergisi ilimler adı verilir. Fuyûzât dediğimiz Al-
lah vergisi olan bu bilgiler, aklın idrak alanının üs-
tünde bulunmaktadır. “Füyûzât” denilen bu bilgi-
leri, ehl-i zâhir değil ehl-i bâtın olan mükâşefe ve
müşâhede erbabı elde edebilir. Feyzin kaynağın-
dan gelen bilgiler sırra, oradan ruha, oradan da
nefse ulaşır. İlâhî feyz kesintisiz olduğundan veli-
ler aracılığıyla sürekli olarak insanlara ulaşır. Keşf
ve ilham yoluyla bilgi elde etmeye “istifâza”, “te-
feyyüz”, “ahz-ı feyz” denirken, bu ilmin gönüllere
aksetmesine “ifâza” adı verilmektedir. İlahî feyzin
insanlara ulaşmasında aracı olmaları bakımından
melekler, peygamberler ve velîler de feyzin kayna-
ğı sayılır. * Prof. Dr.
“Herhangi bir kesintinin söz konusu
olmadığı bu akışta varlık her an
kaynağına muhtaçtır ve her an O’ndan
aldığı destekle varlığını sürdürmektedir.”
27Ağustos 201226
İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK EFENDİ (K.S.)’DEN
MENKIBELER
1881-1969 yılları arasında yaşayan, büyük
mutasavvıflardan İhramcızâde İsmail Hak-
kı Toprak Efendi (k.s.), küçük yaşlardan
itibaren manevî yönü ile dikkat çeken bir isim
olur. Çocukluk çağında manevî hayatını tanzim
için Abdullah Haşim el-Mekkî/Arap Şeyh’e mü-
racaat eder. Arap Şeyh’in işareti ile İsmail Hakkı
Efendi (k.s.), Tokatlı Seyyid Mustafa Hâkî Efen-
di (k.s.)’ye yönelir. Hâkî Efendi Hazretleri, İsmail
Hakkı Efendi Hazretlerinin annesinin mürşididir.
İsmail Hakkı Efendi, annesinin mürşidini ziyarete
gideceği bir seferde ona eşlik eder ve Hâkî Efen-
di ile karşılaşmaları bu ziyaret vesilesiyle olur.
İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin Hâkî Efendi
(k.s.) ile karşılaşması şu şekilde gerçekleşir:
Gözüm, Elim Mürşidim Oldu
Mustafa Hâkî Efendi Hazretleri, ihvanları ile
sohbet ederken İsmail Efendi Hazretleri huzura
gelir. Hâkî Efendi: ‘Siz Hacı Hanım’ın oğlu mu-
sunuz?’ diye sorar. İsmail Efendi (k.s.): ‘Evet,
Efendim’ der. Hâkî Efendi (k.s.), İsmail Efendi
(k.s.)’ye nazar eder. İsmail Efendi Hazretleri, bu
nazarın etkisini şu sözlerle izah eder; “Gardaşla-
rım! O an bana bir hâl oldu. Üstadım bana bir
nazar etti ki, ne olduğunu bilemedim. O heyeca-
nı tarif edemem. Efendim, bana o soruyu sorar-
ken ellerimin yeşil bir renk aldığını gördüm. İşte
o anda manevî bir haz hissettim. Gözüm, elim
mürşidim oldu. O ben oldu ben o oldum.”
Bu şekilde Mustafa Hâkî Efendi’ye intisap
eden İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, vefat edin-
ceye kadar üstadına çok büyük bir sevgi ile bağ-
lı kalır. Hâkî Efendi, Tokat’tayken İsmail Efendi
Hazretleri, her fırsat bulduğunda üstadını ziyare-
te gider, nasihatlerini can kulağı ile dinler ve üs-
tadı ile vakit geçirmekten aldığı maddî ve manevî
zevki etrafındakilerle paylaşır. Hâkî Efendi, Tokat
Mebusu olarak Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne/
İstanbul’a gidince İsmail Hakkı Efendi Hazretleri,
mürşidinin yanına yerleşmeyi düşünür ama onun
uyarısı ile tekrar memleketine dönmek durumun-
da kalır.
İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, M. Hâkî Efendi
(k.s.)’nin yadigârı olarak gördüğü oğlu Bahâüddin
Efendi’ye karşı olan sevgi ve saygısı ile de mür-
şidine olan vefa borcunu ödemeye çalışır. Bu an-
lamda, İsmail Efendi, her hac dönüşü Şam’da
ikamet eden Bahâüddin Efendi’yi ziyaret eder.
Ayrıca Bahâüddin Efendi’ye yazdığı mektuplarda
da İsmail Hakkı Efendi Hazretleri’nin bu tavrını
gözlemlemek mümkündür. İşte o mektuplardan
bir tanesi Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’ne (k.s.) ait
şu mısralarla başlar: “Seni sevmek benim dinim
imanım / İlâhî din ü imandan ayırma”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretle-
ri de çocuk denecek yaşta iken İsmail Hakkı
Efendi (k.s.)’ye intisap eder. Yıllar sonra Hulûsi
Efendi Hazretleri bizzat İsmail Hakkı Efendi
(k.s.)’den naklen konuyu sohbet esnasında şöyle
anlatmışlardır:
“Bir gün Pirimiz İhramcızâde Darende’ye teş-
rif ettiler. Bizim bahçede oturdular. Çok kalaba-
lık vardı. Bir ara Pir Efendimiz buyurdular ki: ‘Biz
Darende’ye ilk geldiğimizde bir çocuk bize yol gös-
terdi. Çocuğa para vermek istedik; fakat o parayı
almadı, bizden himmet istedi. Biz de ona himmet
ettik. İşte o çocuk bu Hulûsi idi. Şimdi, Biz Hulûsi
olduk, Hulûsi Biz oldu. Gardaşlarım, Darende’mi-
zin kıymetini bilin. Ben Darende’nin suyundan
EdebiyatMusa TEKTAŞ
29Ağustos 201228
bir avuç su, toprağından bir avuç toprak olsam o
şeref bana yeter’ diye buyurdular. Bu söylediğim
sohbet anı Pir Efendimizin Darende’ye son teşrif-
leri oldu.” diyerek gözyaşlarına hâkim olamamış-
tır.
Gelenleri Biz Boş Çeviremeyiz
İsmail Hakkı Efendi Hazretleri sohbetler-
de murakabeyi sever; “Sükûtumuzu anlamayan,
sohbetimizi hiç anlayamaz” der ve ekler: “Söz ile
olsaydı bu işi herkese söylerdik.” Bazen “Uzaktan,
yakından geliyorsunuz. Alamazsanız size ayıp,
vermezsek bize ayıp.” buyururlardı. Sohbetlerde
“edep” ve “muhabbete” sahip olunmasını isterdi.
Her sohbette vuslat olduğunu ve vuslatsız sohbet
olamayacağını söylerdi.
Tarikat geleneğinde, her talibe ders verilmez,
meşrep ve istidat aranır. Müracaat eden kimse,
o mürşitten feyiz istidadına sahipse, tarikata ka-
bul edilir, mürit olurdu. Büyük velilerin tarikata
intisap için, pek çok imtihandan geçtikten sonra
mürit olduklarını biliyoruz. Aziz Mahmut Hüdaî
Hazretlerinin şeyhi Üftade (k.s.)’ye intisap et-
mek için sokaklarda ciğer sattığı Alaeddin Attar
(ö.802/1400) Hazretlerinin zengin bir aileden
gelmiş olmasına rağmen, Bahaeddin Nakşibend
Hazretlerinin odun toplatmak ve Buhara çarşıla-
rında yalın ayak elma satmakla görevlendirdiği
bilinmektedir.
İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin bir ihvanın
rivayetine göre, bir gün huzurlarında sohbet
esnasında, orada hazır bulunanlardan birkaçı:
“Efendim! Size gelen herkese, tefrik etmeden
ders veriyorsunuz; bunun hikmeti nedir?” diye
sorarlar. O da “Kardeşlerim! Eskiden medrese,
tekke gibi ilim irfan yerleri vardı. Camiler aslî
mekânlardır; tâlî mekânlar kalmadı. Tarîkata gir-
me hevesiyle gelenleri biz boş çeviremeyiz; fakat
bizim bir gönül dairemiz vardır ki, bizce malum-
dur. O ders verdiğimiz kimse hiçbir şey yapmayıp
da kötü ahlâklarından vazgeçse, bu da bir kâr de-
ğil midir?” diye cevap verir. Allah’ın ahsen-i tak-
vim üzere yarattığı insanın, yaratılışına uygun bir
çizgide devam etmesinin arzusu olsa gerek İsma-
il Hakkı Toprak Hazretleri müracaat edeni boş çe-
virmez.
İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, tarikata
girmekten maksadın ahlâk-ı Muhammedî ile
ahlâklanmak olduğunu ve kuldan da bunun isten-
diğini, insan ile ebedî âleme gidecek kazancın an-
cak bu olduğunu belirtir ve keramete önem ver-
mezdi.
Bir zat Hazret’ten ders alır ve köyüne döner.
Günlerden bir gün arkadaşları onu ısrarla içki sof-
rasına davet ederler. O zat ziyafette içki kadehini
ağzına yaklaştırdığı an, kolu uyuşup kalır. Hemen
bir vasıta ile Sivas’a getirilir. Hazretin huzuruna
varır varmaz kol eski haline döner. İsmail Hak-
kı Toprak Hazretleri: “Bizim ihvanımızın uzaklı-
ğı yakınlığı yoktur, her an onlarla beraberiz” bu-
yururlar.
Şeriatı Olmayanın Tarikatı Olmaz
Bir gün bir müridinin gönlünden geçirdiği bir
keramet talebi üzerine “Kerametten Allah’a sığını-
rız.’’ buyurmuştur. Yine bir gün o zamanki Anka-
ra müftüsünün ‘Efendim tarikatınız hakkında beni
tenvir ediniz.’ sözüne “Kardeşim bizim tarikatımız
ne kadar büyürse büyüsün ne kadar incelirse incel-
sin şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yoktur,
şeraitte kıl kadar noksanı olanın havada uçtuğunu
görseniz vurup kanadını kırın.”, cevabını vermiş-
lerdir. Bu minval üzerine Şeriat ve tarikat hakkın-
daki düşüncelerini ise: “Şeriatı olmayanın tarikatı
olmaz. Evveli şeriat, ortası şeriat, ahiri yine şeriat.”
şeklinde dile getirir.
Tasavvufta kerametin değil istikametin büyük
önem taşıdığını işaret buyuran Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Hazretleri de şöyle buyurmuşlar-
dır: “Biz keramete değer vermeyiz. Keramet gös-
termek yanlıştır. Kerameti değil, doğruluğu ister
olmak lazımdır. Nefis sizden keramet ister. Lakin
kalbiniz sizden doğruluk ister. En büyük keramet
nefsinizi Müslüman etmenizdir.”
İnsan Hayatı Dört Mevsimlik Bir Âleme Benzer
Yıllar önce bir arkadaş İstanbul’da bir kitap-
çı dükkânına uğrar. İçeri girdiğinde odasında sa-
kallı biri oturmaktadır. Dükkân sahibi “ Ağabey
bu da Sivaslı” diyerek o arkadaşı gösterir. Yaşça
büyük olan o kişi İhramcızâde İsmail Efendi’nin
memleketinden olanlara özel hürmetim var der
ve ona teberrüken ayağa kalkar. Merhabalaşıp
tanıştıktan sonra o arkadaşa İhramcızâde Haz-
retlerini tanıyıp tanımadığını sorar. O da çocuk-
luk yıllarında tanıdığını ama hakkıyla istifade
edemediğini hatta büyüklerin onu görünce der-
lenip toparlanıp ona hürmet ettiklerini bile anla-
makta zorlandığını söyler.
O zat hoş beşten sonra Efendi ile aralarında
geçen bir hatırasını nakleder:
- Bizim oralarda Efendi Hazretlerinin çok se-
veni vardı. Onun kerametlerinden çok bahse-
dilirdi. Benim babam da ehl-i tarik bir insandı.
Çoğu zaman sohbetlere ben de katılırdım. Takri-
ben 14-15 yaşlarındaydım. Ehl-i tarik bir ailenin
çocuğu olmam, devamlı zikir halkalarına katıl-
mama rağmen bende o sıralar depreşmiş bir saz
çalma ve söyleme hastalığı vardı. Herkesten ha-
bersiz kâh çalıyor, kâh söylüyordum hoşuma da
gidiyordu.
Bir gün bir hatm-i hâceden sonra dendi ki,
hep beraber Sivas’a Efendi Hazretlerini ziyarete
gidilecek. Herkeste bir sevinç bende ise tam tersi
bir korku. Allah dostlarının kerametlerini dinle-
ye dinleye büyüdüğümüzden benim korkum bi-
zim çevrelerimizde hiç de tasvip görmeyen, aile-
min de bilmediği saz çalma eğilimimin, halimin
ortaya çıkması idi. Zira onların haberi olmadan
bir saz alıp kendi kendime çalmayı öğrenmiş-
tim, bu halimin ifşa edileceğinden korkuyordum.
Kendi kendime tamam artık Sivas’ta bu gizli işim
ayan olacak diyordum.
Sivas’a geldik Efendi Hazretlerini ziyaret et-
tik, artık geri dönüyorduk devlethaneden çıkar-
ken Efendi Hazretleri de bizleri uğurluyordu.
Ben bilerek bizim cemaatin en sonuna kaldım ki
nasıl olsa halim Efendi’ye ayan, o da bir şeyler
söylerse bizimkiler duymasın. Sıra bana gelin-
ce hem elini öptürdü hem de diğer elini omzuma
koyarak, “Evladım ne üzülüyor korkuyorsun, in-
san hayatı dört mevsimlik bir âleme benzer, ba-
zen ağlar bazen güler, bazen çalar bazen söyler
ama bunlar geçicidir, üzülme yavrum sen hafız-
lık gibi bir devlet sahibi olmuşsun bunların hep-
si gelir geçer” dedi.
Ve bu söylediklerine bir de “Allah seni âli mer-
tebelere yüceltsin.” diye bana dua etti. İşin en il-
ginç yanı hem benim hafız olduğumu, hem de ça-
lıp söylediğimi bildi, hem de korkularımı giderdi.
Efendi’ye elbette kimse benim hafız olduğumu
da çalıp söylediğimi de söylememişti, zaten giz-
liden çalıp söylüyordum, ama bizim halimiz ona
böyle ayan olmuştu. Birlikte geldiğimiz müritleri
bana Efendi Hazretlerinin benimle ne konuştuk-
larını soruyorlardı, hiç söyler miydim ben dersi-
mi almıştım.”
“Bir gün bir hatm-i hâceden sonra
dendi ki, hep beraber Sivas’a Efendi
Hazretlerini ziyarete gidilecek. Herkeste
bir sevinç bende ise tam tersi bir korku.”
ALÇAK GÖNÜLLÜ OL!Âdem’le Havva’dan gelmedin mi sen?Seni de bir ana doğurmadı mı?Allah’a yakışır kibir, bir bilsenTevâzû içinde at her adımı…
ALLAH ZÂLİMLERİ SEVMEZ“Küçük dağları ben yarattım” diyenlere şaşarımUnutulmasın ki her gecenin bir sabahı vardırİlâhlık taslayanları “Allah” diyerek aşarımZalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı vardır…
KİMİM BEN?Şeytandan ve nefsimden kaçacak kadar tâhirimAllah’a kul, Resûl’e ümmet olmakla fâhirimPazara çıkarmadım, kalemimi bir an bile“Fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür bir şâirim”…
KUL HAKKIEy insanlar kul hakkı yemekten sakınınız“Bana kul hakkıyla gelmeyin” diyor YaradanSakınmazsanız şeytan olur en yakınınız“Böyle durumlarda ben çekilirim aradan”…
Bekir OĞUZBAŞARAN
31Ağustos 201230
Kâmil İnsanın Bulunduğu Yer Merkezdir
Bir sohbet esnasında ihvanlardan biri: “Efen-
dim Allah sizden razı olsun, huzurunuza gelip, gi-
diyor istifade ediyoruz.” der. İhramcızâde Haz-
retleri “Peki oğlum ne öğrendiniz?” deyince o kişi
de “Doğru olun dürüst olun, bu iki sözü öğrendim
Efendim.” der. Efendi Hazretleri de ona “Bu sözü
yaşayabilirsen ne mutlu sana.” buyurmuşlardır.
Kâmil insanın bulunduğu yer, merkezdir. Ma-
neviyat zirvesidir. Büyüklerimiz zaman zaman
buna işaret buyurmuşlardır. İhramcızâde Haz-
retlerinin ihya faaliyetlerinin en önemlilerinden
biri Sivas Ulu Camii’dir. 1955 yılında Ulu Camii
ibadete açıldığı günlerde, cami civarında yolda
giderken, “Gardaşlarım, yeryüzünde bu minare-
den daha yüksek minare yoktur” buyurmuşlar-
dır. Buna benzer bir işareti de Hulûsi Efendi Haz-
retlerinin Mektubat’ında rastlanır. Hulûsi Efendi
Hazretleri “Haremeyn müâdili bir, Ravzatun min
riyâzı’l-cennet olan makâm-ı mukaddesin füyûzât
ve rahmet haymesi” ifadesiyle Şeyh Hamid-i Veli
Camiini Cennet bahçesi olan Medine-i Münevve-
re’deki Mescid-i Nebevî’yi benzetir.
Kendisi nezih bir hayat yaşayarak gönül-
daşlarına örnek olma yolunu tercih etmesi-
ne rağmen, gerektiğinde onları sözlü olarak da
uyarmaktan geri durmamıştır. Bir seferinde mü-
ritlerine hayırlı amel tavsiyesinde bulunarak şöyle
buyurmuşlardır:
“Amelleriniz tartılmadan önce kendinizi hesa-
ba çekiniz. Hakikat ve hidayet yolundan ayrılma-
yınız. Allah’a ihlâslı bir şekilde ibadet etmenizi
tavsiye ederim. Allah, dünyada hayrı da şerri de
insanın tercihine bırakmıştır. Kendinizi gafletten
koruyunuz. Size hoş görünse de günahlardan ve
fenalıklardan sakınınız. Allah’ın emirlerini yeri-
ne getiriniz. Zira Allah’ın emirlerinin yerine ge-
tirilmemesi bir felakettir. Ölüm seyahatini kolay-
laştıracak yegâne şey, sizin amellerinizdir. Size
tebliğ edilen emirlere ittiba ediniz. Taharet üze-
re yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her daim tevbe
ediniz ve Allah’ın yardımını isteyiniz. Bu dünya
fanidir; misafirhanedir, ahiretin tarlasıdır. Ahi-
rete hayırlı ameller götürmek lazımdır. ”
Yazımızı bitirirken, İhramcızâde Hazretle-
rinin izini takip ederek manevî silsilesini günü-
müzde devam ettiren, Es-Seyyid H. Hamidettin
Ateş Efendi’nin hayırlı ameller hususunda İsma-
il Hakkı Efendi Hazretlerinin nasihatleriyle aynı
minval üzere söylenmiş şu kelamlarıyla konuyu
bağlayalım:
“İnsanlığın yaratılışında ki gaye, insan-ı kâmil
olmaktır. Kur’an-ı Kerim’de yaratılışın esas gaye-
si anlatılırken, ifade edilen kulluk kelimesi bize
ibadeti çağrıştırır. İbadet deyince de ilk aklımı-
za gelen namaz, oruç, zekât ve hac nevinden yap-
tığımız ameller olur. Oysa meseleye biraz farklı
yaklaşıldığında görülür ki ibadet, Allah yolunda
duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan amelle-
rin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşme-
sidir.
Etrafımıza bakındığımızda yaratılan her şey
vazifesini aksatmadan yapıyor: Çiçekten çiçeğe
atlayan arılar, kozasına kendini hapsedip ölümü
ve dirilişi bekleyen ipek böceği, tohumları çat-
latan toprak, esen aşılayıcı rüzgâr, parlayan yıl-
dız, ay, güneş ve sayamayacağımız binlercesi, var
oluşlarının amacını bilmekte ve görevlerini ak-
satmadan yerine getirmekteler. O halde Allah’ın
halifesi olan insan, yaratılmadaki asıl gayenin
kulluk olduğunu bilmeli, salih amellerle imanını
kuvvetlendirip aziz bir ruh ile asıl yurduna dönü-
şe hazırlanmalıdır.”
“İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, tarikata
girmekten maksadın ahlâk-ı Muhammedî ile
ahlâklanmak olduğunu ve kuldan da bunun
istendiğini, insan ile ebedî âleme gidecek
kazancın ancak bu olduğunu belirtir ve
keramete önem vermezdi.”
33Ağustos 201232
TARİHE YÖN VEREN
NASİHATLER Tarihî kaynaklar,
Osman Gazi’nin
1320 tarihinden
itibaren faal hayattan çekildi-
ğini ve idareyi oğlu Orhan’a bı-
raktığını kaydederler. Yakalan-
dığı nıkris hastalığı yüzünden
fiilen harplere iştirak edeme-
yen Osman Bey, asker gazile-
ri ve ümerayı Yenişehir Ova-
sında toplayarak herkesin
huzurunda Bursa’nın fethi işi
ile Orhan Bey’i görevlendirdi.
Onun maiyetine de Köse Mi-
hal, Turgut Alp, Şeyh Mahmut
Gazi, Şeyh Edebali ve karde-
şi Ahi Şemseddin’in oğlu Ahi
Hasan’ı tayin etti. Onun vefatı-
nın 724 (1324) yılında olduğu
kabul edilmektedir. Zira 1324
tarihli bir vesika ile Orhan’ın
bu tarihte hükümdar bulundu-
ğu ve ilk akçasının tetkikinden
de aynı senenin üçüncü ayında
(724- Rebiyülevvel / 1324 Şu-
bat) Osmanlı Beyi olduğu an-
laşılıyor. Uzunçarşılı, Belle-
ten’deki makalesinde bu konuda
farklı görüşleri de vererek söy-
le der: “Osman Bey’in vefatı se-
nesi tarihimizde birbirine uy-
mamaktadır. Halil-i Konevî ile
Şükrullah’da, Osman Gazi’nin
vefatı 710 (1310) senesinde,
İdris-i Bitlisî’de 721 (1321), Lütfi
Paşa’da 718 (1318), Gibbons’un
Adli eserinde 726 (1326) tari-
hinde gösterilmiş olup, Âşık Pa-
şazade, Tâcu’t-Tevârih, Ham-
mer, Ali ve Meskûkât katalogları
hep bu sonuncu tarihi kabul
ederler. Hâlbuki elimizdeki
724 (1324) tarihli vakıfname,
Orhan’ın bu tarihte hükümdar
olduğunu göstermektedir. Şu
halde Osman Bey’in vefat tari-
hini 1324’ten evvel veya o tarih
başlarında kabul etmek lazım-
dır.
Solakzâde’nin, bize karaya-
ğız, yassı burunlu, orta boylu,
değirmi çehreli, ela gözlü, sey-
rek sakallı ayakta durduğu za-
man kollarının dizine kadar
uzandığı, tatlı sözlü ve heybet-
li biri olarak tasvir ettiği Osman
Gazi, iyi bir idare, keskin ve sağ-
lam bir görüş, itidalli, yüksek
kabiliyeti, rakiplerine kendisi-
ni sevdirmesi ve mücadelesin-
de planlı hareketi, sabırlı ve mü-
samahalı olması ile etrafındaki
aşiretleri de nüfuzu altına alma-
yı başaran bir kimsedir. ‘Fah-
reddin’ lakabını taşıyan Osman
Bey, Bursa’nın fethi haberini
ölüm döşeğinde almıştı. Orhan
Bey gibi değerli ve hayırlı bir ha-
lef bıraktığı için gözü açık gitme-
yecekti. Osman Bey, ölüm döşe-
ğinde iken etrafına oğlu Orhan
ile hükümetin büyükleri olarak
kabul edilen gazilerden Turgut
Alp, Şeyh Ahi Şemseddin, Ahi
Hasan, Çankırılı Kara Halil gibi
TarihResul KESENCELİ
“Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık
sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak
bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek
sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar,
anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız,
haksız yorum bize; bağışlama sana...”
Sule
jman
MU
RAD
OVİ
C
Ağustos 201234 35
devlet ricalini topladı. Onlara ve
özellikle Orhan’a nasihatlerde
bulunarak söyle dedi: “Ben ölü-
yorum, ama esef edip üzülmüyo-
rum. Çünkü senin gibi bir halef
bırakıyorum. Adaletli ol, mer-
hametli ol, iyi adam ol. İdare et-
tiğin halka karşı eşit muamele
et, herkese karşı eşit olup onla-
rı himaye et. İslam dininin neş-
rine çalış. Çünkü yeryüzünde-
ki padişahların vazifesi budur.
Ancak bu suretle Allah’ın lütfu-
na nail olursun. Bilmediğin şey-
leri ulemaya danış. Bir şeyi iyi-
ce bilmeden harekete başlama.
Sana muti (itaat edenleri) olan-
ları hoş tut. Beni Bursa’da Gü-
müşlü kubbeye (Gümüşlü Küm-
bet) defnet.” Buna göre Osman
Bey, oğlu Orhan’a Bursa’yı baş-
kent yapma vasiyetinde de bu-
lunmuş oluyordu. Osman Gazi
öldüğü zaman /doğum tarihinin
farklı kabul edilmesine bağlı ola-
rak 66 veya 69 yaşında idi. Teç-
hiz ve tekfini ile Çankırılı Kara
Halil, Ahi Şemseddin ve Osman
ve Orhan gazilerin İmamları
olan Tursun Fakih ve Yahşi Os-
man meşgul olmuşlardı. Önce
Söğüt’te muvakkaten defnedilen
Osman Bey’in naşi, daha sonra
vasiyeti gereği Bursa’da Gümüş-
lü Kümbet’deki türbesine nakil
edildi.
Kaynakların verdiği bilgiye
göre Osman Gazi, çok sade bir
hayat yaşadı. Elbisesi, İslam’ın
ilk muhariplerininki gibi sade
idi. O, ne altın ne de gümüş bı-
raktı. Terekesi içinde fazla kıy-
metli bir şey yoktu. Kalan eşya
Denizli bezinden yapılmış sar-
kıklık bez, at için zırh takımı, bir
tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çiz-
me, Alaşehir dokumasından kır-
mızı renkli sancaklar, sade bir
kılıç (Ruhî ve Hammer’e göre
iki uçlu), bir mızrak, bir kaç at,
misafirlerine ikram için beslediği
üç sürü koyun idi. Bunlardan
başka iri taneli bir tespih ile Sel-
çuklu sultanı tarafından Ka-
raca Hisar’ın fethinden sonra
kendisine hediye edilen davulun
kasnağı da zikredilir.
Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e Nasihatı
“Ey Oğul! Beysin, bundan
sonra öfke bize; uysallık sana...
Güceniklik bize; gönül alma
sana... Suçlamak bize; katlan-
mak sana... Acizlik yanılgı bize;
hoş görmek sana... Geçimsiz-
likler, çatışmalar, uyumsuzluk-
lar, anlaşmazlıklar bize; adalet
sana... Kötü göz, şom ağız, hak-
sız yorum bize; bağışlama sana...
Ey Oğul! Bundan sonra böl-
mek bize; bütünlemek sana.
Üşengeçlik bize; uyarmak, gay-
retlendirmek, şekillendirmek
sana...
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çe-
tin, gücün kıla bağlı. Allah (c.c.)
yardımcın olsun. Beyliğini mü-
barek kılsın. Hak yoluna yararlı
etsin. Işığını parıldatsın. Uzak-
lara iletsin. Sana yükünü taşı-
yacak güç, ayağını sürçtürme-
yecek akıl ve kalp versin. Sen
ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim
gibi dervişler de düşünce, fi-
kir ve dualarla bize va’d edile-
nin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı
temizlemeliyiz. Sabır çok önem-
lidir. Bir bey sabretmesini bil-
melidir. Vaktinden önce çiçek
açmaz. Ham armut yenmez;
yense bile bağrında kalır.
Bilgisiz kılıç da tıpkı ham ar-
mut gibidir. Milletin ken-
di irfanı içinde yasasın. Ona
sırt çevirme. Her zaman duy
varlığını. Toplumu yöneten
de, diri tutan da bu irfan-
dır. En büyük zafer nefsini
tanımaktır. Düşman, insa-
nın kendisidir. Dost ise, nef-
si tanıyanın kendisidir. Ülke,
idare edenin, oğulları ve kardeş-
leriyle bölüştüğü ortak malı de-
ğildir. Ülke sadece idare edene
aittir. Ölünce, yerine kim geçer-
se, ülkenin idaresi onun olur.
Vaktiyle yanılan atalarımız, sağ-
lıklarında devletlerini oğulları
ve kardeşleri arasında bölüştür-
düler. Bunun içindir ki, yaşaya-
madılar, yaşatamadılar. İnsan
bir kere oturdu mu, yerinden
kolay kolay kalkamaz. Kişi kı-
pırdamayınca uyuşur. Uyuşunca
laflamaya başlar, laf dedikoduya
dönüşür. Dedikodu başlayınca
da gayri iflah etmez. Dost, düş-
man olur; düşman, canavar ke-
silir. Akacak kan boş yere akma-
malı. Ona yol ve yön lazım. Zîra
kan, toprak sulamak için akmaz.
Kişinin gücü, günün birinde tü-
kenir, ama bilgi yaşar. Bilginin
ışığı, kapalı gözlerden bile içe-
ri sızar, aydınlığa kavuşturur.
Hayvan ölür, semeri kalır; in-
san ölür eseri kalır. Gidenin de-
ğil, bırakmayanın ardından ağ-
lamalı... Bırakanın da bıraktığı
yerden devam etmeli.
Savaşı sevmem. Kan akıt-
maktan hoşlanmam. Yine de bi-
lirim ki, kılıç kalkıp inmelidir.
Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak
için olmalıdır. Hele kişinin ki-
şiye kılıç indirmesi bir cinayet-
tir. Bey memleketten öte değil-
dir. Bir savaş, yalnızca bey için
yapılmaz. Durmaya, dinlenme-
ye hakkımız yok. Çünkü zaman
yok, süre az. Yalnızlık korkana-
dır. Toprağın ekin zamanını bi-
len çiftçi, başkasına danışmaz.
Yalnız başına kalsa da... Yeter ki,
toprağın tavda olduğunu bilebil-
sin. Sevgi davanın esası olmalı-
dır. Sevmek ise, sessizliktedir.
Bağırarak sevilmez. Görünerek
de sevilmez. Geçmişini bilme-
yen, geleceğini de bilemez. Os-
man, geçmişini iyi bil ki, gele-
ceğe sağlam basasın. Nereden
geldiğini unutma ki, nereye gi-
deceğini unutmayasın...”
Osman Gazi’nin Oğlu Orhan Gazi’ye
Vasiyeti
“Oğul! Din işlerini her şey-
den evvel ele alıp, yürütmek gay-
ret ve esasını daima göz önünde
bulundur ve bu sakın gevşekli-
ğe uğratma. Çünkü bir farzın ye-
rine getirilmesini sağlamak, din
ve devletin kuvvetlenmesine se-
bep olur. Din gayretine sahip ol-
mayan, sefahate düşkün olan,
tecrübe edilmemiş kimselere
devlet işlerini verme! Zira yara-
tanından korkmayan bir kimse,
yarattıklarından da çekinmez.
Zulümden ve hangisi olursa ol-
sun bidatten, yani İslâmiyet’e
aykırı şeylerden son derece uzak
dur! Seni zulüm ve bidate teşvik
edip sürükleyenleri, devletinden
uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa
sürüklemesinler.
Allahu Teâlâ’nın rızası için,
devlet hizmetinde ömrünü tüke-
ten sadık devlet adamlarını da-
ima gözet Böyle kıymetli kim-
“Sakın, orduya ve zenginliğe mağrur olma Hakikî âlim ve âriflere, bilginlere hürmet edip, sarayında onlara yer ver. Benim hâlimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misâli, hiç lâyık olmadığım hâlde buraya geldim ve Allahu Teâlâ’nın nice ihsanlarına ve inayetlerine kavuştum.”
Asla
n TE
KTAŞ
Ağustos 201236
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Avf b. Mâlik
Künyesi : Ebû Abdirrahmân, Ebû Abdul-
lah, Ebü Muhammed, Ebû Amr, Ebû Hammâd
gibi künyeleri vardır.
Doğum yılı : Tahminen M. 600 başlarında
Doğum yeri : Tespit edilemedi
Baba adı : Mâlik b. Ebî Avf el-Eşcaî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de
onu Ebu’d-Derdâ ile kardeş yaptı.
Oğulları : Sâlim,
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Eşca’
İslâm’a girişi : H. 6. senesi
Sohbet süresi: 4 yıl
Rivayeti : 67 hadis
Yaşadığı yer : Medine, Humus
Mesleği : Ziraat ve askerlik
Hicreti : Yok
Savaşları : Hayber, Mûte ve Tebük savaşla-
rına, Mekke’nin fethine katıldı. Yezid kumanda-
sında İstanbul’un fethine de katıldı.
Görevleri : Mekke fethinde Eşca’ kabilesinin
sancaktarlığını yaptı.
Fizikî yapı : Tespit edilemedi.
Mizacı : Şakacı bir mizaca sahipti.
Ayrıcalığı : Kahramanlığıyla meşhur idi.
Ömrü : Uzun bir ömür yaşadı.
Ölüm yılı : H. 73.
Ölüm yeri : Humus
Ölüm sebebi : Yaşlılık veya hastalık
Hakkında : Tebük Seferi’nde ziyarete gidince
Hz. Peygamber (s.a.v.) onu çadırına buyur etmiş, o
da “Bütün vücudumla mı gireyim, Yâ Rasûlallah?”
diye sormuş, o da, “Bütün vücudunla gir” demişti.
Hadisleri : “Uzun ömür, mü’minin ancak
hayrını artırır.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 380; İsâbe, III. 11, V. 744;
Üsd, I. 881; DİA, IV. 115; Müsned, VI. 22-29; İbn
Sa’d, Tabakât, VII. 400; Nübelâ, II. 487-490.
*Prof. Dr.
AVF B. MÂLİK (r.ah)
37
selerin vefatından sonra, aile
efradını koru, ihtiyacı olanların
da ihtiyaçlarını karşıla, tebaan-
dan hiç kimsenin malına mül-
küne dokunma. Hak sahiplerine
haklarını ver, lâyık olanlara ih-
san ve ikramlarda bulun ve ai-
lelerini gözet. Özellikle, devle-
tin ruhu mertebesinde olan ve
en büyük dayanağı bulunan as-
ker taifesini (topluluğunu) gü-
zelce idare edip rahatlarını te-
min eyle.
Devletin bedeninde, kuv-
vet mertebesinde olan hakikî
âlimleri ve fazilet sahiplerini,
edip ve yazarları, sanat erbabı-
nı gözetip koru. Onlara hürmet,
ikram ve ihsanda bulun. Bir ül-
kede, olgun bir âlimin, bir ârifin,
bir velînin bulunduğunu duyar-
san, uygun ve lâyık bir usul ve
ifade ile onu memlekete getirt.
Onlara her türlü imkânı tanıya-
rak ülkene yerleştir ki, hüküme-
tin süresince âlim ve arifler, bil-
ginler, memleketinde çoğalsın.
Din ve devlet işleri nizama otu-
rup ilerlesin.
Sakın, orduya ve zenginli-
ğe mağrur olma Hakikî âlim ve
âriflere, bilginlere hürmet edip,
sarayında onlara yer ver. Benim
hâlimden ibret al ki, zayıf, güç-
süz bir karınca misâli, hiç lâyık
olmadığım hâlde buraya gel-
dim ve Allahu Teâlâ’nın nice ih-
sanlarına ve inayetlerine kavuş-
tum. Sen de benim uyduğum ve
uyguladığım nizamı uygula, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’ın dinini, bu
yüce dinin mensuplarını ve itaat
eden diğer tebaanı himâye eyle!
Allahu Teâlâ’nın hakkını ve kul-
larının hakkını gözet.
Dinimizin tayin ettiği beytül-
maldeki (devlet hazinesi) gelirin
ile kanaat eyle! Devletin zarurî
ihtiyaçları dışında sarfiyatta bu-
lunmaktan son derece sakın!
Senden sonra geleceklere de
aynı nasihatlerde bulun ve iyice
tembihle. Daima adâlet ve insaf
üzerine bulun. Zulme meydan
verme. Herhangi bir işe başla-
yacağın zaman, Allahu Teâlâ’nın
yardımına sığın! Tebaanı, düş-
manların ve zalimlerin saldırı-
larından koru. Haksız olarak hiç
kimseye muamelede bulunma.
Daima halkını hoşnut edecek
şeyleri arayıp, yapılmasını sağ-
la. Onların gönlünü kazanma-
yı, bunun devamını ve artmasını
büyük nimet bil! Tebaanın sana
olan güveninin sarsılmamasına
son derece dikkat eyle!”
KAYNAKÇAHoca Sadettin Efendi, Tâcu’t-Tevârih, ( Çev; İsmet Par-
maksızoğlu).İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi.Solakzade Mehmet Hemdemi, Solakzade Tarihi, ( Çev;
Vahid Çubuk).Âşık paşazade, Tevarih-i Ali Osman.Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma ( Neşri Tarihi), ( Ya-
yına Hazırlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmet Altay Köymen).
Joseph Von Hammer, Osmanlı Tarihi, ( Çev: Mehmet Ata).
M. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu.Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi.
Hul
usi G
ÜLS
EREN
39Ağustos 201238
PEYGAMBER ÂŞIĞI BİR
GENÇLİK
KültürEnbiya YILDIRIM* Her birimizin
kalbinde sev-
gisine yer ve-
rilmiş insanlar vardır. Yaşa-
mımızda etkili olmuşlar ve
gönül tahtımıza kurulmuşlar-
dır. Meselâ annemizi, babamı-
zı ve kardeşlerimizi severiz. Zira
üzerimizde hakları var. Bizler
için pek çok fedâkârlıklar gös-
termişlerdir. Anacığımızın biz
hasta olmayalım diye üzerimi-
ze titremesi, karnımızı iyi do-
yurmamız için sıkıştırması, has-
talandığımızda başı göğsüne
düşerek yanıbaşımızda uyuya-
kalması, eve biraz geç kaldığı-
mızda hemen telaşlanması ve
diğer fedâkârlıkları… Bizim için
katlandığı bu cefâlar gönlümü-
zü ona bağlamıştır. Bu nedenle
“anne” dediğimizde hepimizin
yüreğinde bir şeyler kıpraşır. Evi
geçindirmek için türlü sıkıntıla-
ra katlanan, imkânlarını sefer-
ber eden babamıza olan sevgi-
miz de bundandır. Hocalarımız,
öğretmenlerimiz ile üzerimizde
hakkı olan diğer insanlara bağ-
lılığımız hep bu yüzdendir. Her
birinin hayatımızda özel bir yeri
vardır. Bu yüzden sevdiklerimi-
zin sevinci sevincimiz, üzüntüle-
ri üzüntümüzdür.
Allah Rasûlüyle Birlikteymişiz Gibi
Bizim Allah Resûlüne karşı
da özel bir sevgimiz var. Onun
adını her anışımızda salât ge-
tirirken yüreğimiz sevgiyle ka-
barır. Topkapı Sarayı’ndaki
kutsal emanetleri ziyaret eder-
ken, Eminönü’nden vapurla
Kadıköy’e veya Üsküdar’a ge-
çerken Sarayburnu hizasına gel-
diğimizde, kutsal emanetler ve-
silesiyle hemen aklımıza Allah
Rasûlü gelir. Fâtihalar, İhlâslar
göndeririz Allah’ın son elçisinin
aziz ruhuna. Sakal-ı şerîfini veya
hırka-i şerîfini ziyaret etmek
için sıraya girdiğimizde gözleri-
mizden yaşlar boşanır, ona ait
bir şeye yakın olmanın verdiği
hazla. Eyüp’e kadar inerek Ebâ
Eyyûb’u ziyaret etmemiz de on-
dandır. Onun güzel arkadaşla-
rından birine uğramanın verdiği
mutlulukla, bitişiğindeki cami-
de kıldığımız namazdan aldığı-
mız tat bir başkadır. Bu yüzden
fırsat bulabilen insanlar sabah
namazlarına bile oraya koşar.
Teravih namazlarında kubbe-
yi inletircesine “Allahümme sal-
li” derken, Allah Rasûlüne olan
sevgimiz artar da artar. Hac
veya umre vesilesiyle kabrini zi-
yaret ettiğimizde, bu sefer bede-
nen ona yakın olmanın verdiği
değişik bir duyguyla vücudumu-
zu titreme alır. Allah Rasûlünün
bütün hayatı gözlerimizin önün-
den geçer. Zihnimizde Medi-
ne dönemi canlanır. Ona daha
yakın olmak isteyerek ön saf-
larda yer almak isteriz. Medi-
ne sokaklarında gezerken, onun
bulunduğu yerleri ziyaret eder-
ken âdetâ dünyadan koparız. Al-
lah Rasûlüyle birlikteymişiz gibi
hissederiz. Ne muhteşem bir
duygudur o, Allah Rasûlünün
mübarek ayaklarının değdiği ze-
min üzerinde ayak sürümek.
Biz Allah Rasûlünü elbette
çok severiz. Çünkü onun gönlü-
müzde çok özel bir yeri var. Bi-
zim için gösterdiği fedâkârlıklar
önümüzde. Sırf bizim için her
türlü sıkıntılara katlandı. Ölüm-
le burun buruna geldi, vatanını
terk etti, hakaretlere maruz kal-
dı, taşlandı, karnına taş bağladı,
düşman memleketi istila etme-
sin diye hendek kazdı, bir kenar-
da durmayıp cami inşaatında
bilfiil çalışarak ter döktü. Sü-
rekli bizleri düşünerek Allah’a
her elini açısında ümmetini du-
anın başına koydu, gözlerinden
yaşlar boşaldı. Bizim üzerimize
titredi, mü’minlerin dertlerini
kendi derdi bildi. Rabbimiz onu
ne güzel de tarif etmiştir: “Ey
inananlar! And olsun ki, size
içinizden öyle bir peygamber
geldi ki, sıkıntıya uğramanız
kendisine ağır gelir. Üzerini-
ze çok düşkündür. İnananlara
karşı pek şefkatli ve merhamet-
lidir.” (9/Tevbe, 128).
Rabbimiz Onu Bizlere Rehber Yapmıştır
Biz onu gerçekten severiz,
çünkü Kur’an’ı okuyorsak, al-
nımızı secdeye götürüyorsak,
Ramazan’da orucumuzu tutu-
yorsak, haccımızı ve umremizi
yapıyorsak, ahlakımızı güzel tu-
tarak iyi bir mü’min olmaya ça-
balıyorsak, bütün bunları ku-
şatan imanımızla âhiretimizi
kurtarmaya gayret ediyorsak,
bunlar hep onun vesilesiyle-
dir. Rabbimiz onu bizlere reh-
ber yapmıştır. Onun önderli-
ğinde bizler bunları öğrendik.
Bütün bunların elbette bir kar-
şılığı olacaktır. İşte gönlümüzün
derinliklerinden kopup gelen
sevgimizin nedeni budur. “Yâ
Rasûlellah” dediğimizde gözle-
41Ağustos 201240
rimizin dolması bundandır. Bu
sevinçle, “Bizlere son elçisine
ümmet olmayı nasip eden Rab-
bimize hamd olsun.” dememi-
zin sebebi budur.
Biz Allah’ın elçisini severiz.
Nitekim Mekke’de İslâm’ı in-
sanlara anlatmaya başladığın-
da etrafında kenetlenen, ona
sahip çıkan, maruz kaldığı ezi-
yetlere karşı göğüslerini siper
edenlerin çoğu gençlerdi. Hz.
Ali 10, Abdullah b. Ömer ile
Ubeyde b. el-Cerrah 13, Ukbe
b. Âmir 14, Cabir b. Abdullah
ile Zeyd b. Hârise 15, Abdul-
lah b. Mes’ûd, Habbâb b. Eret
ile Zubeyr b. Avvâm 16, Talha
b. Ubeydullah, Abdurrahman
b. Avf, Erkâm b. Ebi’l-Erkâm,
Sa’d b. Ebî Vakkâs ile Esmâ
bint Ebî Bekr 17, Muâz b. Cebel
ile Mus’ab b. Umeyr 18, Ebû
Mûsâ el-Eş’arî 19, Câfer b. Ebî
Tâlib 22, Osman b. Huveyris,
Osman b. Affan, Ebû Ubeyde,
Ebû Hureyre ile Hz. Ömer 25-
31 yaşlarında idiler.
“Anam Babam Sana Feda Olsun Ey
Allah’ın Rasûlü!”
Bu sevgi elbette karşılıksız
bir sevgi değildir. Allah Rasûlü
de gençleri çok sever, onlara de-
ğer verirdi. Camiye devam et-
meleri için çabalardı. Onlarla
şakalaşır, toplum içinde düşün-
celerini ifade etmeleri için söz ve-
rir, yetenekli olanları müfrezele-
rin ve birliklerin başına komutan
atardı. Toplumu bilgilendirmek
ve İslâm’ın öğretilerini insan-
lara öğretmek için yardımları-
nı alırdı. Öyle ki, Ashâb-ı Suffa
olarak adlandırılan ve bizzat Hz.
Peygamber’in eğitiminden geçe-
rek İslâm’ı anlatmak üzere çeşitli
bölgelere dağılan insanların bü-
yük çoğunluğu gençlerden oluş-
maktaydı. Onların İslâm’ı insan-
lığa ulaştırmak için gösterdikleri
çabalar sırasında başlarına bir
şey gelmesi Allah Rasûlünü çok
üzerdi. Nitekim yetmiş kişi-
lik genç bir eğitim kadrosunu
İslâm’ı anlatmak amacıyla görev-
lendirmiş, ancak bu güzel insan-
lar Bi’r-i Mâûne denilen yerde
tuzağa düşürülerek şehit edilmiş-
lerdi. Onların bu durumu Allah
Rasûlünün o kadar ağırına git-
ti ki, o kadar yüreğini sızlattı ki,
bir süre sabah namazında bu işi
yapanlara kunut okuyarak bed-
dua etti.
Habîbullah konuşmaların-
da da gençlere özel bir yer ayı-
rırdı. Hadislerinin bir kısmını
gençlerle ilgili sözlerin süsleme-
si bundandır. Meselâ bir hadis-
lerinde, başka gölgeliğin olma-
yacağı kıyamet gününde Allah’ın
arşı altında gölgelenecek kimse-
leri sayar. İkinci sırada rabbine
ibadetle yetişen genci zikreder.
(Buhârî, Ezan, 36). Diğer iki ha-
dislerinde de şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü Âdem oğlu şu
beş şeyden hesaba çekilmedik-
çe Rabbinin huzurundan ayrı-
lamayacaktır: Ömrünü nerede
tükettiğinden, gençliğini nerede
geçirdiğinden, malını nereden
kazanıp nereye harcadığından,
bildiğiyle ne denli amel ettiğin-
den.” (Tirmizî, Kıyâme, 1).
“Yaşından dolayı bir ihtiyara
ikramda bulunan genç için, Al-
lah Teâlâ ona ikram edecek kim-
seler hazırlar.” (Tirmizî, Birr, 75).
Gerçekten de gençler Allah
Rasûlünü sever, Allah Rasûlü de
onları sever. İşte bu gerçek sevgi-
dir. Bu, “Anam babam sana feda
olsun ey Allah’ın Rasûlü!” dedir-
ten bir sevgidir. Ne mutlu bu sev-
giye lâyık olabilen gençlere ve
onun rehberliğinde hayatlarını
güzelleştirebilenlere…
SİVAS GÜZELLEMESİ
Âşıklar yatağı, yiğitler yurduŞanlı bayrağımda aldır Sivas’ım!...En çetin zamanda her dem dik durduPetekten süzülen baldır Sivas’ım!...
Yiğit harman olur Sivas ilindePir Sultan ses verir sazın telindeYiğidonun kem söz olmaz dilinde Asırlık çınarda daldır Sivas’ım!...
Altın beşik oldu medeniyeteKapı araladı her hürriyeteOnunla kavuştuk CumhuriyeteÇifte Minareli ildir Sivas’ım!...
Sultanşehir Sivas, Türk’tür ezelden Bu şehri görmeli gidip tez elden Şehrengizlere sor, oku gazeldenYunusça söylenen dildir Sivas’ım!...
Selçukluya başkent, vatan oldun senTemmuz sıcağında yasla doldun senAradığın sesi sazda buldun senİnsan, Yaradan’a kuldur Sivas’ım!...
Ozanla söyleşir sazının teliPüfür püfür eser Beserek yeliKent bağrına basar Âşık Veysel’iİçimi sevginle doldur Sivas’ım!...
Abdulvahap Gazi tepeden bakarKepenek’in suyu şifalı akar Gurbete düşeni hasretin yakarVuslata vardıran yoldur Sivas’ım!...
Sivas ellerinde çalınır sazlarHû’lara karışır dua, niyazlarKanını dondurur gece ayazlarGönül bahçesinde güldür Sivas’ım!...
M. Nihat MALKOÇ
43Ağustos 201242
Ahsen-i Takvîm’sin esfel yerin
Kadrini bil kâmil ol ekmel yerin
Ölmeden a’lâya er âfil yerin
Sendedir Âdem demisin Âdem’in
Mazharısın sırr-ı “nefahtü” demin
Ahsen-i takvîm olma şerefine nâil olan, Rab-
binin yeryüzündeki halifesi olma şerefini taşı-
yan, sırr-ı nefahtü’nün mazharı insanoğlu, aynı
zamanda yaratılmışların en şereflisidir. Bu şe-
reften dolayıdır ki, varlık âleminde son dere-
ce mümtaz bir yere sahiptir ve değerlidir. İn-
sanın bu değerini muhafaza edebilmesi adına
tasavvuf ilmi, onun âlemdeki yerine ve değeri-
ne vurgu yaparak mânevî eğitimi üzerinde has-
sasiyetle durur. ‘En güzel örnek’ olan Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’i model alan, onun ahlâkıyla
ahlâklanmayı gaye edinen mutasavvıflar, me-
deniyetimizin her döneminde bu şuurla hare-
ket ederek kendilerini insanların mâneviyâtını
terbiye etmeye adamışlar ve insân-ı kâmil olma
yolunda çaba sarf etmişlerdir. Ömrünü bu ilâhî
gâyeye adayan, bu gâye uğruna yaşayan, haya-
tıyla ve eserleriyle yaşadığı dönemde olduğu gibi
günümüzde de mânevî eğitimine devam eden
Osman Hulûsi Efendi, bu çabanın en müstesnâ
örneklerinden biridir.
İnsana öncelikle insan olu-
şundan dolayı değer veren Os-
man Hulûsi Efendi, sahip olduğu
tasavvuf anlayışını da bu yönde geliştirmiş,
Allah’a, Rasûlü’ne ve O’nun mahlûkâtına muhab-
bet temelinde bir mânevî eğitim metodu sergile-
miştir. Bu eğitime göre insan, Allah ve Rasûlü’nün
aşkıyla gönlünü doldurarak gayrıya nazar etme-
yen, mânevî değerleri kuşanarak nefsini terbi-
ye etme amacı güden, yaradılana sevgi ve şefkat
göstermeyi muhabbetullahın bir nişânesi sayan,
halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak telakkî eden
yüce bir varlıktır. Hedeflenen bu ideal insan mo-
delinin gerçekleştirilmesi ise şüphesiz insanın çe-
kirdekten bu mânevî atmosfer içerisinde yetişti-
rilmesini gerektirir. Tebliğimizin konusunu teşkil
eden “Osman Hulûsi Efendi ve Çocuğun Mânevî
Eğitimi” başlığı altında, Osman Hulûsi Efendi’nin
hayatından ve eserlerinden hareketle çocuğun
mânevî eğitiminde gözetilmesi gereken hususlar
ele alınmaya çalışılacaktır.
Dünyanın En Güzel Varlığı
Osman Hulûsi Efendi’ye göre çocuk, dünya-
nın en güzel, en hayırlı metaıdır. Evin bereke-
tidir. Cennet kokularından bir koku ve Allah’ın
EğitimRukiye AYDOĞDU
OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE ÇOCUĞUN
EĞİTİMİ“Osman Hulûsi Efendi, bir vecîz mektubunda, hayırlı bir evlat yetiştirmekle alakalı çok
değerli bilgiler vermiştir. Allah ve Rasûlü’ne tam bir iman, O’nun emir ve nehiylerine
riayet ve güzel ahlâkın gereklerini yerine getirmek şeklinde özetlenebilecek bu
tavsiyeler, özellikle günümüz anne-babalarına önemli mesajlar vermektedir.”
Ağustos 201244 45
hediyesidir.1 Osman Hulûsi Efendi, öncelikle ör-
nek yaşamıyla Allah’ın bu emanetine nasıl mua-
mele edilmesi konusunda yol göstermiştir. Allah
Rasûlü’nün çocuklara güzel isim koyma konu-
sundaki tavsiyesine2 uygun olarak evlatlarına
güzel isimler vermiştir. Peygamber Efendimize
olan muhabbetini yansıtan isimlerin (Muham-
med, Mahmud, Ahmed, Hâmid, Hamîd) yanında,
onun ehl-i beytine sevgisinin tezahürü olan isim-
leri (Hasan, Hatice, Fatıma, Aişe) ve sevgi ve şef-
katin ifadesi olan isimleri (Şefika, Münife) tercih
etmiştir. Çocuklarının hepsinin doğum tarihle-
rini “Yavrucuğumun velâdeti” şeklinde defteri-
ne ayrı ayrı not eden Hulûsi Efendi, çocuklarına
merhametle muamele eden şefkatli bir baba rolü-
nü üstlenmiş, aynı zamanda onların eğitimleriyle
de özel olarak ilgilenerek onlara Kur’an okumayı
bizzat öğretmiştir.3
Osman Hulûsi Efendi, tüm mahlûkata karşı
sergilediği sevgi ve merhameti, çocuklarına kar-
şı ifade etmekten de geri durmamış, bu yönüyle
sevgisini gizleyen veya bu konuda cimri davranan
ebeveynler için de örnek bir baba portresi çizmiş-
tir. Onun, oğlu Kemal Efendi’ye yazdığı bir mek-
tubu, hitabındaki nezaketi, zerâfeti, şefkati ve her
biri birer altın değerindeki nasihatleri ile hayırlı
bir evlat yetiştirme arzusunda olan ebeveynlerin
dikkatini çekecek mahiyete sahiptir:
Mahlûk-ı Hudâ’ya Şefkat
“Yavrum Kemal’e!
Sana evvelâ Allâhu Azîmü’ş-şân Hazretlerinin
ve O’nun Habîb-i edîbi, Rasûl-i necîbi, Sertâc-ı
enbiyâ, Muhammedini’l-Mustafâ-aleyhi’s-salâtü
ve’s-selâm Hazretlerine kemâl-i îmân ile inanma-
nı ve Allâh’ın emirlerine tâzim ve nehiylerinden
ictinâb etmekle beraber bütün mahlûk-ı Hudâ’ya
şefkat etmeni tavsiye ederim. Allah’a îmândan
sonra mahlûk-ı Hudâ’ya şefkat umdesi kadar gü-
zel bir şey yoktur.
“Adın nedir?” diye sorana, “Kemâl’dir” diye-
ceksin. Çünkü sana ad olarak “Kemâl” denilmiş-
tir. İnsanın adının Kemâl olması, kemâlini ar-
tırmaz. Sen kâmil insan olup her bir etvârının
kemâl üzere olmasına gayret etmelisin.
Kişinin hüsn-i nesebi, hüsn-i edebidir.
Dâimâ büyüklere karşı hürmet ve küçüklere şef-
kat et. Tâ ki hürmet ve şefkat gibi iki haslet-i
cemîleye sâhip olmuş olasın. Hasîs olma kim,
hased, rûh-ı insâniyyeyi dereke-i esfel-i sâfiline
ulaştıran bir vesâittir. Cömert ol, çünkü cömert-
lik bir civân-mertlik şiârıdır. Onun vasıtasıy-
la âlâ-ı illiyyine irtikâ etmeye yol bulasın. Sahî,
Allah’ın sevdiği; mümsik ise Hakk’ın düşmanı-
dır. İrâde-i ezeliyye kâbil-i tağyîr olmaz. Tehzîb
ve tezkiye nefsin sıfatını güzelleştirerek aksâ-yı
kemâle vâsıl eyler.
Her zaman iyilere mukârin ol, kötülerden
ictinâb et. Kişinin mi’yârı mukârin olduğu kimse-
dir. Mezbeleden dâima fenâ, attar dükkânından
ise iyi koku intişâr eder. “Filânın oğluyum filân
yere müntesibim” diye dâvâda bulunma. Zâhirî
edebin, mânevî kemâlin âyînesidir. Bir şişeye ne
korsan onu gösterir. Bir kimseye bir şey tavsiye
edeceğin zaman evvelâ nefsine tatbîk et, kabûl
eder ise halka da söyle. Nefsinin kabûl etmedi-
ği bir şeyi başkalarına söylerken Allah’tan utan.
Vallâhü’l-muvaffık ve’l-mürşid.”4
Osman Hulûsi Efendi, bu vecîz mektubun-
da, hayırlı bir evlat yetiştirmekle alakalı çok de-
ğerli bilgiler vermiştir. Allah ve Rasûlü’ne tam bir
iman, O’nun emir ve nehiylerine riayet ve güzel
ahlâkın gereklerini yerine getirmek şeklinde özet-
lenebilecek bu tavsiyeler, özellikle günümüz an-
ne-babalarına önemli mesajlar vermektedir. Zira
çocukların maddi imkânlarını karşılamakta gös-
terilen özen ve hassasiyet maalesef onların inanç
değerlerini benimsemeleri, ahlâkî erdemleri ku-
şanmaları konusunda gösterilmemektedir. Oysa
Hz. Peygamber, “Hiçbir baba çocuğuna güzel ter-
biyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamış-
tır.”5 buyurmakta ve dinî ve ahlâkî terbiyenin,
güzel ahlâkın öncelenmesi gerektiğini bildirmek-
tedir. Zikredilen mektubunda Hulûsi Efendi de,
Allah’ın yarattıklarına şefkatle muamele etmek,
büyüklere karşı saygılı davranmak, haset ve cimri-
likten kaçınmak, cömertliği benimsemek, iyilerle
birlikte olmak gibi ahlâkî değerlere işaret etmekte
ve bu değerlerin de ancak olgun bir mâneviyâtla
elde edilebileceğine vurgu yapmaktadır.
Hayırlı Evlat Yetiştirmek
Osman Hulûsi Efendi, hayırlı evlat yetiştir-
mekle alakalı olarak irad ettiği bir hutbesinde,
anne babalara çocuklarını yetiştirme konusun-
da çok değerli tavsiyelerde bulunmuş ve onlara
bu konudaki sorumluluklarını şu şekilde hatırlat-
mıştır:
“Muhterem Cemaat-i Müslimin!
Bu hutbemiz hayırlı evlat yetiştirmek hak-
kındadır. Müslümanlık tabiî bir dindir, bütün
ahkâm-ı tabiiyyete uygundur. Her hükmü insan-
lığın tekâmülüne ve bekâsına hâdimdir. Bunun
içindir ki; Müslümanlık, insanları evlenmeye ve
çocuk yetiştirmeye teşvik eder. Müslümanlık na-
zarında çocuklar dünyanın en güzel, en hayırlı
metaıdır. Evin bereketidir. Cennet kokularından
bir koku ve Allah’ın bir hediyesidir. Allah’ın ihsan
eylediği bu hediyeye karşı şükretmek ana ile ba-
baya düşen bir vazifedir, bir borçtur.
Her baba ve ana bundan mes’uldür. Bu
mes’uliyetten kurtulabilmek için, Allah’ın ihsan
eylediği bu hediyeyi tertemiz muhafaza etmek,
arızasız büyütmek, bunlara dinini, dünyasını öğ-
retmek, Allah’ını, Kitabını belletmek, dünya ve
âhirette mes’ul olacak bir şekilde hazırlamak la-
zımdır. Çocukların terbiyesini ihmal eden onlara
bakmayan babalar ve analar hem Allah yanında
hem cemiyet nazarında suçludur.
Çocukların, cemiyete faydalı veyahut zararlı
bir uzuv olarak yetişmelerinde başlıca âmil ana
ile babadır. Çünkü çocuk, içtimâî, sıhhî, ahlâkî
birçok hastalıkları ana ile babadan tevârüs
eder.
Bir çocuğun ailesine, ulusuna hayırlı ve hayır-
sız bir uzuv olması her şeyden evvel aldığı terbi-
yeye bağlıdır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz
Efendimiz: “Çocuklarınıza ikram ediniz, iyi ba-
kınız, terbiyelerine çok dikkat ediniz, onları gü-
zel terbiye ediniz, onlara muhtaç oldukları şey-
leri öğretiniz; yüzücülük, atıcılık gibi hayati
idmanları belletiniz, onları helal rızık ile besleyi-
niz.”6 buyurmuştur.
Ağustos 201246 47
AĞLAYAMADIM!..
Çoğu insan gibi korktum ölümdenÖlmeden ölmeyi kavrayamadım!..Neler geçti neler şaşkın gönlümdenBir türlü nefsimi bağlayamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..
Mala gönül verip dünyaya kandımSınırsız yaşamak özgürlük sandımHırsımın peşinden koşmaktan yandımHakk’ın boyasıyla boyanamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..
Şan şöhret peşinde geçti yıllarımZillete düştükçe battı çullarımGünaha girdikçe soldu güllerimKendimi haramdan koruyamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..
Ömrümü tükettim bir hiç uğrunaBasmadı ki felek beni bağrınaSapladım hançeri nefsin böğrüneYine de ben onu avlayamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..
Hızır İrfan ÖNDER
Ey Cemaat-i Müslimin!
Doğduğu günden itibaren çocuklarınızın sıh-
hatinden, gıdasından, yiyip içtikleri şeylerden
mes’ulsünüz. Altı, yedi yaşlarından sonra bu
mes’uliyet daha ziyadedir. Çünkü çocuğun asıl is-
tikbali bundan sonra hazırlanacaktır. Bu devirde
çocuğun ahlâkî terbiyesi üzerinde ana ile baba-
nın çok büyük rolü vardır. Şunu hatırdan çıkar-
mayınız ki, evlatlarınızın beşeriyete hayırlı bir
uzuv veyahut muzur bir mikrop olarak yetişme-
sinden, hem Allah yanında, hem beşeriyet naza-
rında mes’ulsünüz. Tahsil ve terbiyesine dikkat
ve ihtimam olunan bir evlat hem ailesinin şerefini
yükseltir, hem de ulusunun kuvvetini arttırır. Ter-
biyesi noksan olan bir evlat hem kendi namını kir-
letir, hem ailesinin yüzünü karartır, hem de beşe-
riyetin başına bir belâ kesilir.
Aziz Müslüman kardeşlerim!
Çocuklarımıza güzel bir İslâm terbiyesi ver-
mekle onların istikbalini, istikbaldeki saâdetlerini
hazırlamış ve ulusumuzun kuvvetine yardım et-
miş olmakla beraber, âhiretimiz için de büyük bir
hazırlık yapıyoruz demektir. Dünyada iken ço-
cuklarımızı güzel bir şekilde terbiye etmek, on-
lara Müslümanlığını belletmek, dünyası için la-
zım olanları öğretmek, kendi âhiretimizi mâmur
etmek demektir. Bakınız Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) ne buyuruyor:
“Hangi bir ana evinde oturur ve çocuklarının
terbiyesi ile uğraşırsa o ana cennette benimle be-
raberdir.”7 Ne mutlu böyle analara!”
Merhamet Eğitimi
Osman Hulûsi Efendi’nin bu hutbesinde işaret
edildiği üzere, hayırlı evlat yetiştirmek, mühim,
mühim olduğu kadar da meşakkatli bir vazifedir.
Zira Allah Teâlâ, çocukların “bir imtihan vesile-
si”8 olmaları konusunda kullarını uyarmış ve anne
babalara düşen sorumluluğun ağırlığını vurgula-
mıştır. Allah Rasûlü de tertemiz bir şekilde dün-
yaya gönderilen bu hediyenin anne ve babasının
elinde şekillendirildiğini şu şekilde ifade buyur-
muştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra
anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecusî
yapar.”9 Bu hadis-i şerifleriyle anne-babanın ço-
cuğun gelişimindeki büyük rolüne dikkat çeken
Hz. Peygamber (s.a.v.), aynı zamanda çocukların
onların elinde şekillendirilmeye hazır olduklarını
da bildirmiştir. İşte bu yüzden anne babanın ço-
cuğun eğitiminde takınacağı tavır, izleyeceği me-
tot çok önemlidir. Çocuğunu seven, sevgisini ifade
etmekten çekinmeyen, ona değer veren, şefkat-
le, sabırla muamele eden, incitmeden, kırmadan,
küstürmeden onları yetiştirmeye çabalayan ebe-
veynlerin bu tutumları, Allah Rasûlü’nün uygu-
ladığı merhamet eğitimini anımsatmaktadır. Zira
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyükleri-
mize saygı göstermeyen bizden değildir.”10 bu-
yuran Rahmet Peygamberi, engin merhametiyle
onlara muamele ederek ümmetine de bu konuda
örnek olmuştur.
Rahmet Peygamberi’nin pınarından beslenen
Osman Hulûsi Efendi de onun merhamet eğiti-
mini benimsemiş, kâinata şefkat nazarıyla bakmış
ve bu konuda yalnızca çocuklarına değil, mânevî
evlatlarına da örnek olmuştur. Onlara sabır, şü-
kür, tevâzu, tevekkül, ahlâk, hoşgörü gibi değerle-
rin hazinesi olan eserler bırakmıştır. Çocukların,
anne-babaların, gençlerin, her kesimden insanın
mânevî eğitiminde yol gösterici olan Dîvân’ında
güler yüzlü tatlı dilli olmayı, bir can incitmemeyi,
nazargâh-ı Hüdâ olan kalbi kırmamayı, şefkatte
güneşe, tevâzuda yere, cömertlikte suya benzeme-
yi ve daha nice kıymetli nasihatleri dile getirmiş-
tir. Tüm bu değerlerin çocuğun mânevî eğitimin-
de kullanılması, gelecek nesillere aktarılması ise
öncelikle anne babalar tarafından yaşatılmasına
ve minik yüreklere bu şekilde örnek olunmasına
bağlıdır.
1 Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hamîd-i Velî Minberinden Hutbeler, Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 99.
2 “Sizler kıyamet günü kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksı-nız. Öyleyse isimlerinizi güzel koyun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 61).
3 İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Haziran, 2004, s. 358.
4 Osman Hulûsi Ateş, Mektubât-ı Hulûsi-i Dârendevî, Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 1-2.
5 Tirmizî, Birr ve sıla, 33.6 İbn-i Mâce, Edeb, 37 Ateş, Şeyh Hamîd-i Velî Minberinden Hutbeler, s. 99-101. 8 8/Enfâl, 28; 23/Mü’minûn, 55-56.9 Buhârî, Tefsîr (Kasas), 2; Müslim, Kader, 22.10 Tirmizî, Birr ve Sıla, 15.
*Prof. Dr.
Dipnot
49Ağustos 201248
İSTİKLAL SAVAŞI’NDA
Ça n a k k a l e
Savaşı’nda
olduğu gibi
İstiklal Savaşı’nda da
henüz rüştiye sıralarında
okuyan çok sayıda çocuk
ve genç, vatan savunma-
sında destansı kahraman-
lık örnekleri sergileyerek,
“meçhul çocuk asker-
ler” olarak tarihe isimle-
rini altın harflerle yazdır-
mışlardır. Anadolu’nun
işgale maruz kalan he-
men her yöresindeki var-
lık ve istiklâl mücadelesin-
de, erkek ve kadınlar kadar
çocuklar da önemli görev-
ler üstlenmiştir. Şimdiye
kadar çoğu mektepli müca-
hit çocukların, millî sorum-
luluk şuuru içinde gösterdik-
leri fedakârlıklar, çektiği çile
ve eziyetler tam olarak araştı-
rılmamış ve tarihen ortaya ko-
namamıştır. Bu makalede, bazı
mücahit çocukları ve onların
kahramanlık hikâyelerini ele al-
maya çalışacağız.
Cepheden Cepheye Yiğit Çocuklar
Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa’nın
oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey’in oğlu Hayri, şe-
hit Yolağası’nın oğlu Mehmet Ali, arzuhalci Ali
Efendi’nin oğlu İsmail gibi 11–12 yaşlarındaki ço-
cukların gayret ve özverileri göz yaşartıcı boyut-
lardadır. Bu çocuklar, Arslan Bey’in başında bu-
lunduğu milis kuvvetler arasında diğer Kuva-yı
Milliyeciler gibi silahlanıp çatışmalara katılmış,
cepheye cephane ve erzak taşımış ve çok defa da
istihbarat hizmetlerinde bulunmuştur.1 Urfa’da
henüz 14 yaşındaki Bozan, Fransızları şehirden
kovarken Kuvayı Milliye birliklerinin ön safların-
da harbe katılmış ve gösterdiği kahramanlıktan
ötürü halk onun için türkü bile yazmıştır:
Oturmuş yarasını bağlıyor
Fransız askeri hüngür hüngür ağlıyor
Be değme! değme Bozan değme
Vursun kırsın Fransız’ı, yavruma değme!
Sebeke dağından indim dereye
Atılıyor bombalar, bilmem nereye
Türk çeteleri dönmez geriye
Be yürü! Yürü Bozan Yavrum yürü!
Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü! 2
Öte yandan Maraş müdafaasında, 14 yaşın-
daki Sarıca köylü Ali, bu bölgedeki Türk askeri-
ne kılavuzluk görevi yapmıştır. Bir seferinde de
düşmanın yolunu kesmek için kendisine verilen
köprü uçurma görevini dillere destan bir başarıyla
yerine getirmiştir. Daha sonra Yüzbaşı Sıtkı Bey,
bu çocuğu evlâtlık almış ve Kuleli Askeri Lisesi’ne
kaydettirerek okumasını sağlamıştır. Aralarında
Sarı İbrahimli köyünden Duran’ın (Kaleli) da bu-
lunduğu pek çok çocuk dağdaki askere yemek ta-
şımış; verilen talimat üzerine o küçük yaşlarına
rağmen tren raylarını sökerek düşmanın hareket
kabiliyetini önlemeye çalışmışlardır.3
Tarsuslu Küçük Mehmet
Tarsuslu Mehmet, Kuva-yı Milliye’ye yemek
taşırken kurşun yağmuruna tutulup ağır yaralan-
mıştır. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinin
muhabiri, 2 Temmuz 1921’de, o tarihte Konya’da
hastanede tedavi görmekte olan Tarsuslu küçük
kahramandan uzun uzadıya şöyle bahsetmiştir:
“İşte biz bu menakib-i ulviyenin (ulvi destanın)
kahramanları mey (dem) anında bir de Tarsus
Tarihİsmail ÇOLAK
ÇOCUK MÜCAHİTLER
51Ağustos 201250
köylerinden Kahraman Mehmet’i görüyoruz. Kü-
çük kahraman Adana cephesinde düşmanla çar-
pışıldığı zaman Kuva-yı Milliye efradına yemek
taşır ve postacılık vazifesini ifa edermiş. Bir gün
yine vazifesini yaparken yüksek ağaçların yeşil
dalları arasına tabiye edilmiş (yerleştirilmiş) bir
mitralyözün püskürttüğü kurşun yağmuruna tu-
tulmuş. Mehmet’in yanındaki iki arkadaşı kaça-
bilmişler. Fakat bu küçük yavrucak kaçamamış,
ilk kurşun kaba etinden girerek sol kasığı yanın-
dan çıkmış; kahraman o sırada can acısıyla bir
takla atmış. Bu defa ikinci bir mürüvvetsiz (mer-
hametsiz) kurşun onun sol bacağını yaralamış.
Kahraman olduğu yerde kalmış. Nihayet kendi-
sini almışlar köye götürmüşler, oradan da bura-
ya gönderilmiş. Şimdi hastanede bulunuyor. Bir-
kaç defa ameliyat icra edilmiş. Kahraman küçük
yaşıyla o kadar ciddi bir büyük adam ki, konu-
şurken hatta en gülünecek şeylere bile sırıtkan-
lık etmiyor. Destan hamasetini adi bir hadise ve
her gün olabilir işlerdenmiş gibi anlatıyor. Hat-
ta ameliyat masasında defaatle neşterler yediği
halde kendisinden en küçük bir sabırsızlık, hır-
çınlık, bağırmak-çağırmak, alâim-i işmizaz (ür-
perti) ve ıstırap göstermemiş. Şimdi bu küçük
“Büyük Gazi”ye verilecek en büyük mükâfat, ya-
şadığı müddetçe malûl (sakat) kalacağı için teka-
üt (emekli) maaşıdır zannındayız. İyilik yapanlar,
fedakârlar, mazhar-ı mükâfat olmalıdırlar ki iyili-
ğin kadri bilinsin.”4
Pulcu Mehmet’in Oğlu Postacı Niyazi
10 yaşındaki Osmaniyeli Pulcu Mehmet oğlu
Niyazi (Akyan) da birçok yeri dolaşmak suretiy-
le milis kuvvetler arasındaki bilgi alışverişini sağ-
layarak adını tarihe yazdırmıştır. Niyazi Akyan,
1991 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda ço-
cuk kahramanların efsanevî gayret ve başarıla-
rı hakkında şunları anlatmıştır: “Babam dedi ki,
oğlum sana mektup yazayım. Cebelli Yemli Hacı
Ali Efendi’ye götür. Hacı Efendi oranın çete başı-
dır. Mektubu aldım ve Hacı Efendi’ye götürdüm.
O da bir mektup yazdı ve bana ‘Bunu Hacı Hü-
seyin Ağaya götür’ dedi. Araplı’da Hüseyin Ağa’yı
bulup mektubu verdim. Sonra Kişnaz’a geçtim.
Orada Hakkı Efendi ile görüştüm. O bana yol gös-
terdi. Bahçe’ye geçtim. Orada Mustafa Efendi’yi
buldum. Beni atına bindirip Düziçi’ne götürdü.
Orada Sarp’ın ağzına indim. Sarp’ın ağzından Acı
Alma mevkiine geldim. Araplı’da Hamza Ağa’nın
yanında iki gün kaldım. Daha sonra Osmaniye’ye
geldim. Bu kadar dolaşmamın sebebi ise haber
götürüp getirmekti. O çevrede kurulan milis kuv-
vetler arasında mektup taşıyordum. Osmaniye’ye
geldiğimde bugünkü Zafer camiinin olduğu yer
kilise idi. Ben Ermeni gibi görünerek kiliseye gir-
dim. Ayağımda ham gönden bir çarık, sırtımda
yamalıktan oluşan bir kaput vardı. Kilisede bulu-
nan tel örgüleri, Fransız cephanelerini öğrendim.
Onları babama anlattım. Babam da bunları ya-
zarak Küllü’ye Hasan Paşa’nın yanına gönderdi.
Böylece istihbarat sağlıyorduk”.5
Mehmet ve İsmail’in Kahramanlığı
Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail’in kah-
ramanlık öyküleri de yukarıdakiler kadar çar-
pıcıdır: 1920 yılı Ağustos ayında Antep kuşat-
masının sıkışmış olduğu bir günde, Heyet-i
Merkeziye, şehrin durumunu Maraş yakınların-
daki Sam köyünde bulunan Kolordu Komuta-
nı Miralay Selahaddin Adil Bey’e bir rapor ha-
linde yazmak lüzumunu hissetmişti. Hazırlanan
mektubu, Fransız kuşatmasını yarıp götürebile-
cek kişi aranırken, çocuklardan İsmail ve Meh-
met göreve talip olmuş; mektup bu iki çocuğa
teslim edilmişti. İki yavrucak, başlarına keçe kü-
lah giyip dilenci kılığına bürünerek şehrin duru-
muyla ilgili orduya bilgi götürürken düşman as-
kerlerine yakalanmışlardı. Mehmet, mektubu bir
bağ kütüğünün altına saklayarak düşmanın eline
geçmesini önlemeyi başarmıştı. Fransız askerle-
ri, casus yakaladık diye çocukları, komutanları
Kurmay Yarbay Abadi’nin huzuruna kadar çıkar-
mışlar; konuşturmak için normal bir asker gibi
ağır sorgu ve işkencelerden geçirmişlerdi. Ancak
bir çocuğun dayanması imkânsız olan bütün ağır
işkencelere rağmen hiçbir konuda bilgi alama-
mışlardı. Düşman askerleri, çocuklardan: “Bizim
babamız anamız şehit oldu. Dilenmek için çık-
tık. Şehirde yiyeceğimiz yok idi” cevabından baş-
ka bir şey işitemeyince, Mehmet ve İsmail’i şehre
geri dönmek şartıyla serbest bırakmak zorun-
da kalmışlardı. Akşam vakti yola çıkan çocukla-
ra, siperdeki düşman askerlerinin kasten ateş aç-
ması üzerine küçük Mehmet 4, İsmail 9 yerinden
yaralanmıştı. Düşman mıntıkasında sabaha ka-
dar kan kaybeden çocuklar, sabahleyin Fransız-
ların cephedeki kendi yaralılarıyla birlikte has-
taneye kaldırılmışlardı. Mehmet’in hastanede
ayağı kesilerek kurtarılırken, İsmail hastanede
şehitlik rütbesine erişme bahtiyarlığına nail ol-
muştu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, hastane-
de iyileştikten sonra Türklerde esir bulunan iki
Senegalli Fransız asker ile değiştirilerek esaret-
ten kurtarılmıştı. Gazi Mehmet geri döndükten
sonra tek ayağıyla Arslan Bey’in müfrezesine ka-
tılacak; yine Milli Mücadele uğrunda görev yapa-
rak, yeni bir destansı kahramanlık örneği daha
sergilemekten geri kalmayacaktı.6
İnegöllü Feridun ve Kamil
Bursa ve İnegöl taraflarındaki çocukların
fedakârca gayretleri ve kahramanlıklarıyla il-
gili kaynaklarda geçen bilgiler ise şöyledir: İlk
Meclis’te Bursa Milletvekili olan Muhiddin Baha
(Pars), İnegöl’de Yunanlılarla çeşitli çatışma-
lara katılan 12 ve 15 yaşlarındaki iki savaşçı ço-
cuk ile yaptığı mülakatını ve kendisini hayret-
ler içerisinde bırakan çarpıcı müşahedelerini
şöyle anlatmıştır: “Efendiler, müsaadenizle bir
müşahedemi arz edeceğim. Geçenlerde İnegöl
cephesinde ağaçlar arasında sis ortasında gazile-
rimizi ziyaret eder ve onların ayrı ayrı ellerini sı-
karken 15 yaşında kadar bir çocuk gördük. Ona
‘Oğlum burada ne yapıyorsun? dedim. ‘Vatani
vazifemi yapmaya geldim’ cevabını verdi. ‘Peki
hiç muharebeye karıştın mı? Düşmanla cenk-
leştin mi?’ sualime de ‘evet’ diye katıldığı çarpış-
maları, boğuşmaları saymaya başlayınca ben, bu
çocuğun karşısında bir parça küçüldüğümü his-
settim. Sonra daha ileride yine gaziler arasında
ve babasının yanında omuz omuza düşmana kar-
şı harp eden 12 yaşında Feridun isminde bir ço-
cuk gördüm ki! Efendiler, bir diyorum ama hangi
bir? Cephede her adımda bir böyle henüz çocuk
denecek yaşta silâha sarılıp canını fedaya gelmiş
nice yavrularımız var!”
Muhiddin Baha Bey’in “Hangisini sayayım
cephede çocuk denecek yaşta nice yavrularımız
var” dediği çocuklardan biri de Emekli Süva-
ri Subayı Süleyman Bey’in oğlu İnegöllü Kamil
idi. Bu çocuk bölgedeki pek çok muharebeye ka-
tılmış; Cumhuriyet döneminde Bursa Işıklar As-
keri Lisesi’ni bitirdikten sonra Harp Okulu’na
girmiş ve önceki kahramanlıklarından dolayı
kendisine İstiklal Madalyası verilmiştir. İnegöl
mıntıkasında muharebelere katılan Albay Rahmi
(Apak), bölgedeki kahraman Türk çocuklarının
vatan sevgisiyle Yunan’a karşı duydukları nefret
ve mücadele azmi ile alakalı şu müthiş hatırası-
nı nakletmiştir: “Siması hâlâ gözlerimin önünde.
Sarı saçlı ak yüzlü bir çocuk. Bir evin içinden çı-
kan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan aske-
rini kovalıyor. Elinde bir balta. Yunan erinden
daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafasına baltayı
indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan
Yunan, arkasına dönüp silâhını veya süngüsünü
kullansaydı; bu çocuğu kolayca öldürebilirdi.”7
1915 Osmanlı Gençler Camiyeti
53Ağustos 201252
İHRAMCIZÂDE(K.S).’NİN
ÇAĞRISI“Köprü kurmak, çeşmeler ve sebiller inşa etmek… Vakıf… Belki de bunların içerisinde
en önemlisi, eğitime yaptığı hizmetlerdir. Nitekim onu, bendenizin de mezun olduğu
İmam Hatip Lisesi’nin kuruluşunda öncü olarak görüyoruz. Sivas İmam Hatip Lisesi,
binlerce din görevlisinin yanında, nice kültür, sanat, ilim ve devlet adamı yetiştirmiştir.
Bunların hepsinde, İhramcızâde’nin hizmeti vardır.”
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
Efendi, “Biz, dostların ismini geç
öğrenir, geç unuturuz.” dermiş. Biz
çoğumuz, onun ismini duyduk; belki bazılarımız
sohbetinde bulunma, dünya gözüyle görme bahti-
yarlığına da erdi, ama onu hiç unutmadık.
Gayet tabii, İhramcızâde merhumun inşa et-
tiği irfan yolundan gidenler, mânevî mirasından
nasîbi olanlar, ondan feyz alanlar “bağlarını” ko-
rumayı bildiler. Fakat insân-ı kâmil sadece izini
sürenlere hizmet etmez. O, hepimize hizmet etti.
Şehrin tarihinden, kendi gerçekliğinden uzak-
laştığı bir zamanda, konakların yıkıldığı, Moğol’un
talan edemediği kalenin talan edildiği, tarihin
tahrip edildiği bir dönemde bu şehre dokundu.
Şehrin kıymetini bildi; imkânsızlıklara sığına-
rak mazeretler üretmedi, aksine bütün varlığını
onu korumak ve yeniden imar etmek için kullan-
dı. Bir bakıma şehri yeniledi, oraya yeni bir hayat
verdi. Dedi ki, “Dünya’da Türkiye’nin, Türkiye’de
Sivas’ın kıymetini bilin.”
Vatan sevgisi, imandan bir cüz… Fakat söz-
le vatan sevgisi olmaz; orayı imar etmek, ma-
mur hale getirmek için çalışmak çabalamak lazım.
Hani diyor ya şair:
Hüner bir şehr bünyâd eylemetir
İçin ü taşın âbâd eylemektir (Şeyhî)
Vatanı sevdi, şehrin kıymetini bildi. Fakat bu
sevgi, ne kültürel ve milli değerleri siyasetin bir
unsuru haline indirgeyen ve sadece sözden iba-
ret olan bir sevgidir, ne de imanı ve imanın teza-
hürü olan ibadetleri, şahsi ikbal ve menfaate teb-
dil etmenin yollarını arayan zihniyetin sevgisidir.
Bu iki sevgi de, modernizmin parçalayıcı, ayrıştı-
rıcı ve tüketici yönlerine işaret eder. İhramcızâde
gibi büyük ruhlar, ayrıştırmacı, parçalayıcı ve öte-
kileştirici zihniyetlerin karşısında toplum içeri-
sinde harç görevi yapmışlardır.
Melikşah bin İzzeddin’den kalan mukaddes
emanet, Ulucami, bu büyük ruhun hizmetleriy-
le kendine gelmiştir. İhramcızâde, diğer hizmet-
lerini bir kenara bırakalım, sadece bu mukad-
des emanete yaptığı hizmetlerle anılmaya ve
üzerinde çalışılmaya değer bir şahsiyettir. Çün-
kü Anadolu’nun kadim şehirlerindeki ulu cami-
ler, tarihi değerleri bir yana, toplumsal hizmetleri
bakımından cem edici/toplayıcı, ayrılığı gayrılığı
yok edici, birleştirici ve bütünleştirici yönüyle de
dikkat çeker. İhramcızâde, Ulucami’yi onarmakla,
dünya savaşlarıyla zihnen dağılmış, İstiklal har-
biyle ekonomik olarak tükenmiş ve değişen kültü-
rel paradigmayla âdetâ şaşkınlaşmış bir toplumu
yeniden bira araya getirmiştir.
Sadece bu mu? Hoca İmam Camii, Hayırsever-
ler Camii, Sofu Yusuf Camii, Dikimevi Camii ve
Serçeli Camii gibi şehre rûhâniyet kazandıran ve
şehri tarihi gerçekliği ile buluşturan camilere de
hizmet etmiş; kimisini onarmış, kimisini yeniden
inşa ettirmiştir. Bu bakımdan o, öncü bir kişidir.
KültürBilal KEMİKLİ
“Evet, kâmil insanın sözü ve sohbeti insanı kitaba
dönüştürür. Daha doğrusu, insan yaratılışı itibariyle
kitaptır, defterdir. Bilgeler, bu kitabı okumayı ve
bu defteri yazmayı öğretir. Bu yüzden diyor ki:
“Gardaşım! Sen kitap ol.”
Ağustos 201254 55
Öncü, Rehber, Misyon Sahibi
Evet, İhramcızâde bir öncü, rehber, misyon sa-
hibi kişidir… O, bir vakıf insandır. Demek ki, bü-
yük ruh böyle oluyor; kendini feda ederek millete
hizmet üretiyor… Nitekim o dini mimariye yaptı-
ğı hizmetle kalmamış, gönüller arasında köprüler
kurduğu gibi, tesis ettiği dernekle köylerde köp-
rüler inşa etmiş, su getirmiş, çeşmeler ve sebiller
inşa ettirmiştir.
Köprü kurmak, çeşmeler ve sebiller inşa et-
mek… Vakıf… Belki de bunların içerisinde en
önemlisi, eğitime yaptığı hizmetlerdir. Nitekim
onu, bendenizin de mezun olduğu İmam Ha-
tip Lisesi’nin kuruluşunda öncü olarak görüyo-
ruz. Sivas İmam Hatip Lisesi, binlerce din gö-
revlisinin yanında, nice kültür, sanat, ilim ve
devlet adamı yetiştirmiştir. Bunların hepsinde,
İhramcızâde’nin hizmeti vardır.
Çayboyu Köyü’nün merhum imam hatibi, ba-
bam Ahmet Hoca’dan duyduklarıma dayana-
rak şunu da söylemek isterim: “İhramcızâde,
İmam Hatip’ten önce, yetişkin din adamlarını
resmî kadroya hazırlayan İmamlık Kursu’nun da
hâmîlerinden birisidir. Din eğitiminin resmi ku-
rumlarca verilemediği dönemlerde, köylerde ku-
rulan gayr-i resmî ilim halkalarında yetişen yüz-
lerce din hizmetçisi bu kurslardan geçerek resmi
görev almıştır. Yıldız Köyü’nde okuyan babam,
köylerde fahrî imamlık yaparken bu kurslara ka-
tılmış, İhramcızâde’nin himayesini görmüş ve
eğitimini tamamlayarak kadroya atanmıştır. Bu
bakımdan İhramcızâde’nin benim kişisel haya-
tımda da önemli yeri vardır. Onun himmetinden
müstefîd olmayan kim var? Çoğu kimse, açık yü-
reklilikle gördüğü himayeyi ve himmeti ifade et-
mekten kaçınır. Ama şunu belirtmek isterim ki,
hepimiz, bütün Sivas’lılar, bir şekilde onun maddî
veya mânevî sofrasından nasiplenmişizdir.
Burada yeri gelmişken bir hatıramı nakletmek
isterim. Van’da görevli olduğum dönemlerde, loj-
man komşularımdan birisi Gemerekli Prof. Dr. İl-
han Başgöz’dü. İlhan Bey, Pertev Nail Boratav’ın
öğrencisi ve asistanı. Hocası komünistlikle itham
edilerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden
uzaklaştırılınca, öğrencisi de üniversiteden ayrıl-
mak zorunda kalmış, bir süre Tokat’ta öğretmen-
lik yapmış ve sonra da ABD’ye Indiana Üniver-
site’sine gitmiş. Yıllarca orada hocalık yapmış…
Dinî düşünceye ve duyguya mesafeli, kendini sol-
cu olarak nitelendiren bir ilim adamı. Bendeniz
kendisini bir ziyaretimde, lütfedip Âşık Veysel
CD’si vermişlerdi. Dediğine göre, Veysel’i ilk kay-
da alan kendisidir. O kayıt, Kültür Bakanlığı tara-
fından “Dostlar Seni Unutmadı Âşık Veysel” adıy-
la CD olarak yeniden düzenlenmiş. Bana bu CD’yi
takdim etti.
Ben Veysel’i severim. Veysel bu toprağın yetiş-
tirdiği büyük ruhlarından birisidir. Hocanın lütfe-
dip takdim ettiği eseri hâlâ saklarım… Pek sevin-
miştim. Orada, Veysel’le alakalı olarak, merhum
babamdan yahut arkadaşlarından işittiğim bir
hikâyeyi anlatmıştım: Veysel fakirdir. Henüz keş-
fedilmemiş bir ozan. Yani saf ve temiz, bozulma-
mış, siyasetin ve piyasanın malzemesi haline gel-
memiş, o köylü Veysel. Elinde bağlaması, ara sıra
şehre gelir, Vekâle’ye uğrar, orada türkü söyler-
miş. İhramcızâde çok severmiş, can kulağı ile din-
lermiş. Veysel’in karnını doyurur, ihtiyaçlarını
görürlermiş. Bunları anlattım ve dedim ki, “Her
halde Veysel’in o hikmetli sözlerinin çoğu bura-
da demlenmiş olmalı… Burada, dost meclisin-
de, sohbetin demlendiği, ölü ruhların dirildiği bu
mekânda. İhramcızâde’nin huzurunda… Efendi,
Veysel’in Toprak deyişini pek severmiş.”
Bakınız Veysel bizi İhramcızâde’ye alıp götür-
dü… İlhan Bey oracıkta, annesinin bu kâmil insa-
nın dervişi olduğunu söyledi ve sustu. Şaşırmış-
tım. Ben de sustum… Aklımda onca soru vardı,
ama soramadım. O sorulardan bir kaçını burada
sorayım: Peki, sen o kâmil insanı gördün mü? Gö-
nüllerde köprüler kuran sohbetlerinde sen de bu-
lundun mu? Babanı erken yaşlarda kaybettiğini
söylüyorsun, her zaman ihtiyaç sahiplerinin ya-
nında olduğu bilinen merhumun sana maddî des-
teği oldu mu? Burs aldın mı? Bu soruları orada
sormalıydım, soramadım… Derin ve anlamlı bir
sükûnet. Orada sadece Veysel’i dinliyoruz, âşık
konuşuyor: “Uzun ince bir yoldayım…”
Evet, uzun ve ince bir yoldayız. Bu yolda kı-
rılmalar oluyor. Büyük ruhlar, bilge insanlar,
kâmiller kırılan yolları tamir ediyor, aşılması güç
dağlara tepelere, dalgalı nehirlere köprüler kuru-
yorlar. Buna biz, insana ulaşmak diyelim yahut
insan toprağını işlemek. Ne diyor İhramcızâde?
Diyor ki, “Beşerdir; hata işler, üçer beşer.” Başka
ne diyor? Diyor ki, “Biz gidenlerle gider, gelenler-
le geliriz.” Daha başka şeyler de söylüyor. Bakınız
diyor ki, “Biz, hüsn-i zanna memuruz.”
Anlayan için, esasen bir cümle yeter. Bir cüm-
le, tıpkı minaredeki mahya gibi… Bir cümley-
le hayatımız değişmedi mi? Bir cümleyle kendi-
miz olmadık mı? Bu cümlelerin her biri, bilgelik
içeren cümleler. Arif sözü böyledir; hayatın te-
mel problemlerine imanla bakış ve insanca çö-
züm. Beşerdir, hata eder… Hangimiz hatasız?
Hangimiz kusursuz? Kaçımız gidenlerle gidiyor,
gelenlerle geliyoruz? Ya hüsn-i zan? Bizim, bel-
ki de en önce kaybettiğimiz bir bakıştır bu. Çoğu
kere şüpheli, kuşkuluyuz ve haliyle –kimse alın-
masın ama- dedikoducuyuz… Oysa “Gardaşla-
rım! Kimsenin kusurunu aramayın ve görmeyin,
gördüğünüz zaman da üzerini örtüp geçin.” diye-
bilsek, pek çok meseleyi halledeceğiz, insanı ona-
racağız, insanlığımızı tamir edeceğiz. Fakat bunu
demekten imtina ediyoruz, kendimizi her bakım-
dan mükemmel sanıp, ötekini yola getirmeyle ça-
lışıyoruz. Her ne ise, yine bu büyük ruhun, “Biz
hâlimizi şikâyet etmeyiz, ama hikâyet ederiz.” sö-
zünden hareketle bu mevzuya bir nokta koyalım;
şikâyetimiz yok, tasvir ediyor, çözümler arıyoruz!
Şehri Merkeze Dönüştürmek
İhramcızâde, tıpkı kültür tarihimizin köşe taş-
ları Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı
Velî, Elmalılı Ümmî Sinan gibi “yol açıcı”, gelenek
inşa eden ve yarınlara irfanî bakışını, anlayışını
ulaştıran bir şahsiyettir. Belki Mevlânâ gibi eser-
ler yazmamış, onun gibi menkıbeleri ve onun ka-
dar tesiri yoktur. Hacı Bektaş yahut Hacı Bayram
gibi, efsaneleşmiş bir şahsiyet de değil. Ümmî Si-
nan gibi, divan sahibi şair de değil.
Fakat yaptığı hizmetleriyle, onlardan iz ta-
şır. Bu bakımdan o, çağının Mevlânâ’sıdır. Çağı-
nın Hacı Bektaşı’dır. Çağının Ümmî Sinân’ıdır.
Yine de ben onda daha çok, Hacı Bayram’ı bulu-
yorum… Ankara’yı bir merkeze dönüştüren, tarla-
sıyla, çiftiyle çubuğuyla uğraşan, hayatın içinde ve
daima hizmette olan Hacı Bayram! İhramcızâde
çiftçi değil, bir memur; kendi halinde işinde gü-
cünde, ama daima hayatın içinde. Kendini insana
hizmete adamış. Hacı Bayram, Rum tapınağının
üzerinde bir irfan okulu açıyor, medrese kuruyor,
bir mabet inşa ediyor. İhramcızâde, kendi topra-
ğında, tarihi mirası koruyarak, kurulu şehri yeni-
leyerek muhafaza ediyor.
Hacı Bayram’ın geride birkaç ilâhîsi var.
Bildiğimiz kadarıyla pek eser yazmamış.
İhramcızâde’nin de Mevlidi, bir iki şiiri var… Şeh-
rimizin bu büyük ruhu diyor ki, “Kitap yazmadık,
ama yazdırıyoruz…”
Evet, kâmil insanın sözü ve sohbeti insanı ki-
taba dönüştürür. Daha doğrusu, insan yaratılı-
şı itibariyle kitaptır, defterdir. Bilgeler, bu kitabı
okumayı ve bu defteri yazmayı öğretir. Bu yüzden
diyor ki: “Gardaşım! Sen kitap ol.”
İnsan kitabını her hoca okutamaz. O kitabı, in-
sanı bilen, insanı kavrayan bilgeler okutur… Öyle
her yazar da insan defterine yazarak, insan kita-
bını tamamlayamaz, insanı kitaba dönüştüremez.
Bunun için her halde başka bir dil, başka bir ka-
57Ağustos 201256
lem, başka bir mürekkep gerek. İhramcızâde bu
dili biliyor olmalı. Ona bu kalem verilmiş olmalı.
O bu mürekkebi keşfetmiş olmalı. “Olmalı” diyo-
rum, zira yazdığı eserlerle, Sivas’ı bir merkeze dö-
nüştürmüştür. Kimileri İstanbul’dan Ankara’dan
bakarak Sivas’ı taşra addedebilir. Bana, sana bu-
rası taşra görünebilir… Ama nasıl Konya Mevlevî
canları için âşıkların yöneldiği yer ise… Nasıl Hacı
Bektaş, erenlerin bağı, bostanı ise… Nasıl Elma-
lı, Niyâzî-i Mısrî için, âlî, yükseklerin yükseği bir
şehir ve derd-i dile dermân ise… Hani diyor ya
Mısrî,
Dost illerinin menzili ki, âli göründü
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü
Tûtilere sükker bağının zevki erişti
Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü
Mecnûn gibi sahrâlara ağlayı gezerken
Leylâ dağının lâlesinin alı göründü
Ten Yâkub’unun gözleri açılsa aceb mi?
Can Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü.
Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî
Şimdiden geru hâl ehlinin ahvâli göründü
İnsanın sevdiği yer, merkezdir. Sevgili-
nin sokağı. Âşık için cennet, işte bu sokaktır.
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, âşıklarını Si-
vas sokaklarına bağlayan, onları farklı şehir-
lerden, köylerden, kasabalardan alıp getiren ve
Ulucami’de cem eden büyük bir ruhtur. Fatsa’dan,
Ünye’den, Gürün’den, Imranlı’dan, Isparta’dan,
Mesudiye’den, Ayvalı’dan, Tokat’tan, Niksar’dan,
Korgan’dan, Darende’den, Adana’dan ve daha
nice şehirlerden, kasabalardan kopup gelen, aşk
ateşine düşen, Vekâle’deki sohbetlerde demlenen,
yenilenen, kendine gelen ve can olan gönül dost-
ları… Bunların her biri, rehberlerinden aldıkları
feyzi, gittikleri yerlere taşıdılar, ondan öğrendik-
lerini yaşadılar, uyguladılar, hayır hizmetlerinde
bulundular ve şehirleri imar ettiler. Bunların her
birisi birer destan kahramanıdır. Her birisi birer
büyük ruh!
Bu büyük ruhların, Niyâzî Mısrî’nin üstadı
için söylediği söze benzer sözleri vardır… Hepsini
teker teker burada okumak isterdim, ama buna
zamanımız yok. Fakat bunlardan birini burada
hatırlamak ve sadece iki beytini okumak isterim:
Şeyhimin illeridir Sivas illeri,
Görünce şâd eder her gönülleri
Hava ile suyu cihânda yoktur
Nimetler doludur güzel yerleri
Evet, görünce gönülleri şâd eden şehir… Ni-
metlerle dolu şehir! Acaba bu şehrin sakinleri,
Sivaslılar için de durum aynı mı? Onlar için do-
ğup büyüdükleri, yaşadıkları şehir ne anlam ifade
eder? Şunu biliyoruz: Kimse bilerek isteyerek Si-
vaslı olmuş değildir; o yüzden de pek çoğu, yaşa-
dığı şehrin kıymetini bilmez. Ama âşık için, ora-
sı sevgilinin vatanıdır. Sevgilinin sokağında kusur
görmek olmaz… Soğukmuş, kışmış, kıraçmış. Bu
aşkla bakan bir insan için mümkün mü? Zemhe-
ride terler âşık, onun için her mevsim bahardır ve
her yer Hızır uğramış gibi, yeşildir, bereketlidir,
âdetâ birer cennet bahçesidir.
Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediye-
si tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı Toprak
Sempozyumu”nda yapılan açılış konferansının
özetidir.
TÜKENMEDİ HENÜZ SÖZ
Her şey söylendi Dense de aşk üstüne Söylenecek çok şey var Tükenmedi henüz söz Biliyorum Irmakları yukarı akıtan Güle çeviren ateşleri Her çağ başında yeniden Aşka dâir sözlerle Yüreklere yazar önsöz Alır mutlak lügatine Gün ışıklı kelimelerden Konuşturur çölleri Kum tanelerini aşk adına Ve buzulların üstüne Aşkı oyar inci-mercan Buluşturur dağlarla Sevdanın külünklerini
Zübde-i âlemde Ne aşk ölür, ne de sevda Bilirim ki Her ikisi de hâdim Ve hâkim dengecinin tahakkümünde “Söz uçar yazı kalır” Dense de dil ucundan Yoktur bunun bir gerçeği Dildar bir aşk nefesi Kanatlanır yele yele Söz bahçelerinde uçar Birleşir Karakoç’un, Hilmi Yavuz’un sesi Fuzûli’yle, Ömer Hayyam’la Söz ki şiir olur Uzaklara pencereler açar “Dün dünde kaldı cancağızım Yarınlara yeni şeyler söylemek gerek” Diyen ulu aşkına Haydi canlar Sözün, şiirin ustaları Yarınların adına
Celalettin KURT
59Ağustos 201258
ALLAH’IN VERDİĞİ MAHSÜLDEN FAKİRİN HAKKINI VERMEK:
ÖŞÜR
İslam’ın temel
hedeflerinden biri,
toplumdaki fakir
ve zenginler arasında denge
kurmaktır. Yüce kitabımız
Kur’ân’ın zekât, sadaka, infâk
ve öşür gibi emir ve hükümle-
ri esasen bu dengeyi sağlamaya
yöneliktir. Zekât ve öşür miktarı
belirli ve ibadet yönü gâlip dini
vergilerdir. Sadaka ve infâkın
ise alt ve üst sınırı yoktur. Bun-
lar Müslüman şahsın imkânına
ve gönlüne bırakılmıştır. Bu se-
beple belli bir miktar malı ol-
mayanlar zekât ve öşürle yü-
kümlü tutulamaz. Ancak infâk
ve sadakaya her Müslümanın
gücü yeter. Çünkü Hz. Peygam-
ber (s.a.v) sadakanın en kolay
ve herkesin gücü dâhilinde ola-
nının insanlara güler yüzlü dav-
ranmak olduğunu ifade etmiş-
tir. Kur’ân’a göre eli Allah için
vermeye alışan insanlar için
verdiği şeyin miktarı önemli
değildir. Önemli olan verdiğini
Allah için ve candan vermektir.
Bu sebeple Yüce kitabımız şöyle
bir prensip ortaya koyar: “(Gö-
nül alıcı) tatlı bir söz söylemek
ve(ya bir kimsenin ayıbını ör-
tüp kusurunu) bağışlamak, pe-
şinden (başa kakma ve) incitme
gelen bir sadakadan daha ha-
yırlıdır…”1.
Kelime olarak onda bir de-
mek olan “öşür”, dinî ve fıkhî bir
kavram olarak toprak ürünle-
rinden alınan zekâtı ifade eder.
Toprak mahsûllerinden zekât
yani öşür alınmasının farz oldu-
ğu Kitap, Sünnet ve icmâ delille-
riyle sabittir. Yüce Allah konuy-
la ilgili şöyle buyurmuştur: “Ey
iman edenler! Kazandıklarını-
zın iyilerinden ve rızık olarak
sizin için yerden çıkardıkları-
mızdan infâk edin..”2, “Çardaklı
ve çardaksız (üzüm) bahçeleri,
ürünleri çeşit çeşit hurmaları,
ekinleri, birbirine benzer ve
benzemez biçimde zeytin ve
narları yaratan O’dur. Herbiri
meyve verdiği zaman meyvesin-
den yeyin. Devşirilip toplandığı
gün de hakkını (zekât ve sada-
kasını) verin, fakat israf etme-
yin; çünkü Allah israf edenleri
sevmez”3 buyurmuştur. Hz. Pey-
gamber de şöyle buyurmuştur:
“...Yağmur ve nehir sularıy-
la sulanan toprak ürünlerin-
de onda bir (uşr/1/10), kova (el
emeği) ile sulananlarda yirmide
bir (nısfu’1-uşr/1/20) vardır”4
buyurmuştur. Bu âyet ve hadis-
leri esas alan İslâm âlimleri ziraî
ürünlerde zekâtın farz olduğun-
da görüş birliği (icmâ) etmişler-
dir.
Müslüman bir mükellefe öş-
rün farz olmasının sebebi, top-
raktan elde edilen ürünle ilgili
olmasındandır. Bu sebeple bir
kimse arazisini ekip biçebilece-
ği halde boş bıraksa o araziden
zekât alınmaz. Aynı şekilde bir
âfet mevcut ekini yok etse veya
bu âfetten dolayı ekin bitmese
yine mal sahibi zekâtla mükel-
lef tutulmaz.
Öşrün Farz Olmasının Şartları
Hanefî mezhebine göre bir
mükellefe öşrün farz olması için
bu mükellefin şu şartları taşı-
ması gerekir:
1. Müslüman olmak: Öşürle
yükümlü olacak kimsenin
Müslüman olması şarttır. Zira
İslâm hukukçularının çoğuna
göre, gayr-i müslimlerin, Müs-
lüman olmadan önce yaptık-
ları hiçbir ibâdet sahih ve mu-
teber değildir. Öşür de toprak
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
İsmet
DAN
YELİ
Ağustos 201260 61
ürünlerinden alınan zekâtın,
yani bu şekildeki ibadetin özel
adıdır. Dolayısıyla bunda da
mükellefin Müslüman olma-
sı şarttır. Ancak öşür ibadet
özelliği taşımakla beraber, mâlî
mükellefiyet özelliği de bulun-
maktadır. Bu noktadan ha-
reket eden İslâm hukukçula-
rı öşür yükümlülüğü için akıl
ve buluğ şartının aranmayacağı
husûsunda görüş birliği etmiş-
lerdir. Bu sebeple, mal sahibi
çocuk ve akıl hastası da olsa on-
ların velî ve vasîleri öşürlerini
vermekle mükelleftir.
2. Mahsul üzerinde tam
mülkiyet sahibi olmak: Öşür yü-
kümlülüğü topraktan dolayı de-
ğil, elde edilen mahsulden ötürü-
dür. Önemli olan toprağa değil,
mahsule sahip olmaktır. Buna
göre Hanefilerden İmam Ebû
Yusuf ve İmam Muhammed’in
de bulunduğu fakihlerin ço-
ğunluğuna göre toprağı kira-
layarak eken kimse elde ettiği
ürünün zekâtı (öşrü) ile mükel-
leftir. Ebû Hanîfe’ye göre ise
öşürle yükümlü olan toprağın
sahibidir. Dolayısıyla toprak
sahibi toprağını kiraya vermişse
kiracı öşür ödemek zorunda
değildir. Zira Ebû Hanîfe’ye
göre, toprağı kiralayan kişi sanki
verdiği ücret karşılığı mal sahi-
bi adına ekin ekmiştir ve ekin,
hükmen mal sahibinindir.
Arazi yarıcılık (müzâraa)
usulü ile ekilmişse öşür, Ebû
Hanîfe’ye göre mal sahibinden
alınır. Ebû Yusuf ve Muhammed’e
göre ise mal sahibi ve kiracı, his-
selerine düşen mahsulün öşrünü
ayrı ayrı öderler.
Öşür Verilecek Toprağın da Şu
Şartları Taşıması Gerekir
1. Toprağın öşür toprağı
olması: Hanefî mezhebine göre
öşrün sebebi toprak olduğu için
bir topraktan sadece bir tür ver-
gi ödenir. İlgili hadis gereği aynı
topraktan iki tür vergi alına-
maz5. Bu da toprağın durumu-
na göre ya öşür ya da haraç olur.
Haraç, gayrimüslimlerden sulh
yoluyla alınan ve bir ücret kar-
şılığında eski sahibinin elinde
bırakılan topraktır. Buna göre
Müslüman haraç toprağını is-
ter sahip sıfatıyla isterse muta-
sarrıf olarak işlesin sadece haraç
vermekle yükümlüdür. İslâm
hukukçularının çoğunluğuna
göre ise bu durumdaki mükellef
hem haraç hem de öşür
verecektir. Çünkü bu iki vergi
ayrı ayrı haklardır. Biri toprağa
diğeri de mahsûle bağlıdır.
Hanefî fıkıh kitaplarında
Türkiye, Suriye, Mısır, Irak top-
raklarının haraç toprağı olduğu
yazılmaktadır. Buna göre bu
toprakların öşre tabi olmadığı
zikredilmektedir. Ancak bu hü-
küm fıkıh kitaplarının yazıldı-
ğı döneme aittir. Çünkü bugün
yurdumuzda haraç vergisi alın-
mamaktadır. Bu durumda Müs-
lüman, mahsulünün zekâtını da
vermezse, fıkıh kitaplarında “iş-
lenen arazi iki vergi yükünden de
muaf tutulamaz”6 şeklinde yer
alan kaidenin dışına çıkmış ola-
caktır. O halde ülkemizde haraç
uygulaması olmadığı için aynı
topraktan iki tür vergi alma du-
rumu da artık söz konusu değil-
dir. Sonuç olarak, Hanefî mez-
hebi ilkelerine göre ülkemizdeki
toprak sahipleri, farz olan ziraî
mahsul zekâtını yani öşrü ver-
mekle dinen yükümlüdürler.
2. Mahsulün mevcut olması:
Ekilen araziden ürün çıkmaz ya-
hut bir âfetle telef olursa öşür
farz olmaz. Bu konuda bütün
İslâm hukukçuları aynı görüş-
tedir.
3. Mahsulün belirli
nitelikteki toprak ürünlerinden
olması. Bu konuda öşür verme
konusunda alanı en geniş tutan
Ebû Hanife’dir. O, zekâtın ru-
huna ve farz kılınma hikmeti-
ne uygun olarak, mal sahibinin
cimrilikten kurtulmasını ve faki-
rin nasiplenmesini esas almıştır.
O, konuyla ilgili âyet ve hadis-
lerin kayıtlayıcı olmayan mut-
lak ifadelerini delil göstererek
“Allah’ın verdiğinden verme”
veya “Allah ne vermişse ondan
verme” prensibinden hareket
etmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre ot,
odun, farisi kamışı dışında ka-
lan bütün ürünler öşre tabidir.
Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre
bir sene çürümeden kalabilen
mahsûller zekâta tabidir.
Ahmed b. Hanbel’e göre
ölçülebilen, kurutulabilen da-
yanıklı gıda maddeleri ile insan-
lar tarafından yetiştirilen bütün
ürünler öşre (zekâta) tabidir.
İmâm Mâlik ve Şafiî’ye göre
ise bir sene muhafaza edilebi-
len ve gıda maddesi özelliğine
sahip mahsûller zekâta tabidir.
Şâfiîler ise meyvelerden sadece
hurma ve üzümün zekâta tabi
olduğu görüşündedirler.
Ne Kadar Ürünü Olan Öşür Verir?
Ebû Hanîfe’ye göre toprak
ürünlerinde nisab şartı aran-
maz. Mahsul ister çok ister
az olsun öşre tabidir. İslâm
hukukçularının çoğunluğu-
na göre ise toprak mahsûlleri
zekâtında da belli bir miktara
ulaşmış olmak (nisab) şarttır.
Buna göre topraktan elde edi-
len mahsül 653 kg.’a (beş vesk)
ulaşmadıkça öşür vermek ge-
rekmez. Bu görüşü savunanla-
rın dayanağı “Beş vesk’ten az
(üründe) zekât yoktur.” anla-
mındaki hadistir.
Mahsulden Ne Kadar Öşür Verilir?
Konuyla ilgili olarak yukarı-
da zikrettiğimiz hadise göre, top-
rak mahsûllerinin zekâtı onda bir
veya yirmide bir olarak belirle-
nir. Buna göre, toprak emek sar-
fedilmeden yağmur ve dere sula-
rıyla sulanıyorsa onda bir (1/10);
emek sarf edilerek kova, dolap,
motor vb. ile sulanıyorsa yirmide
bir (1/20) oranında öşre (zekâta)
tabi olur.
Eğer arazi hem emek sarfedil-
meden yağmur veya nehir sula-
rıyla ve hem de emek harcanarak
dolap vb. usullerle sulanıyor-
sa, hangisi ile daha çok sulanmış
ise ona bakılır. En çok külfetsiz-
ce sulanmış ise 1/10, en çok emek
harcanarak sulanmışsa 1/20 nis-
betinde zekât alınır. Eşit usuller-
le sulanmışsa mükellefin lehine
olmak üzere 1/20 nisbetinde
zekâta tabi olur.
Günümüzde modern tarı-
mın yaygınlaşması ile birlik-
te tohum, gübre, mazot ve işçi
ücretleri gibi masraflar üretimin
maliyetinde önemli bir meblağ
oluşturmaktadır. Dolayısıyla,
elde edilen ürünün toplamından
ürün için yapılan masraflar
düşüldükten sonra öşür verile-
cektir. Buna göre masraflar çıka-
rıldıktan sonra geriye kalan ürü-
nün tabii yollarla sulanan tarlada
1/10, emekle sulananda 1/20 ora-
nında zekâtı verilmesi gerekir.
Öşür Ne Zaman Tahsil Edilecektir?
Ebû Hanîfe ve İmâm Züfer’e
göre öşür, hububatta taneler or-
taya çıktığı zaman, meyvalar-
da ise olgunlaşma başladığı za-
man verilir. Ebû Yusuf’a göre
hasat zamanı, Muhammed’e
göre hasattan sonra tarlada
deste yapıldığı zaman veril-
mesi gerekir. Şâfiîler’e göre
hububat sertleşmeye, meyva-
lar ise olgunlaşmaya başladı-
ğı zaman zekâtlarını vermek
farz olur. İslâm hukukçularının
ittifak ettikleri görüşe göre öşür,
harman sürüldükten, meyvalar
toplandıktan ve üzümler kesil-
dikten sonra alınır. Hanefîler’e
göre öşrün vücûbu için üzerinden
bir yılın geçmesi şart değildir.
Bir sene içinde kaç defa mah-
sul alınırsa her defasında öşür
verilmesi gerekir.
Yüce kitabımız ve sevgili Pey-
gamberimiz, her vesile ile nimet
adına neyimiz varsa Müslüman
kardeşlerimizle onu paylaşma-
mızı emir ve tavsiye etmektedir.
Bu, bizi kişisel ihtiraslarımız-
dan kurtaracak, hem paylaşma
ve merhamet kültürü oluştura-
cak, hem fakirin zenginin ma-
lına kıskançlıkla bakmasını en-
gelleyecek ve hem de servetin
tabana yayılmasını sağlayacaktır.
Özellikle, “Topraktan ne çıktıysa
onun öşrü verilmelidir.” diye gö-
rüş beyan eden büyük imam Ebû
Hanife’nin bu konudaki görüşü-
nün altını çizmek gerekir.
1 2/Bakara, 263.2 2/Bakara, 267.3 6/En’âm, 141.4 Buharî, Zekât, 55.
5 Beyhakî, Sünen, IV, 131.
6 Kasânî, Bedâyi, 2/57.
*Prof. Dr.
Dipnot
Ağustos 201262 63
* Bayramlarda insan ilişki-
lerinin sıcaklığı daha yakından
hissedilir. Bütün aile fertleri,
aile büyüğünün etrafında kenet-
lenir. Kişiler, geniş bir ailenin
bireyi olduğunu daha derinden
hissederler. Böylelikle kendile-
rine ve topluma güvenleri artar,
zorluklara karşı direnç kazanır-
lar.
* Bayramlar sevinç, neşe,
mutluluk ve huzur günleridir.
Ailemize ve çevremize güler yüz-
le davranmak, iyi temennileri-
mizi bildirerek bayramlaşmak
bu günlerin gereğidir.
Bayramlar Sevmek ve Sevindirmek İçin
Fırsattır
Her bayramda başta anne ve
babalarımız olmak üzere aile bü-
yüklerimizi, dostlarımızı, komşu
ve akrabalarımızı, iş arkadaşla-
rımızı ziyaret etmeliyiz. Onların
hal ve hatırını sorup gönüllerini
hoş tutarak onlarla muhabbet ve
sohbet etmeliyiz.
Yine bayramlarda kimsesiz-
leri, yoksul ve yetimleri, hasta
ve yaşlıları unutmamalıyız. On-
ların yalnız olmadıklarını gös-
termeli, ziyaretlerine gitmeliyiz.
Bayramların bir hususiye-
ti de bu dünyadan geçmiş akra-
ba ve yakınlarımızın mezarları-
na gitmektir. Böylelikle bizlerde
emeği ve hakkı olan geçmişleri-
mize vefa duygusu taşımış olu-
ruz. Aynı zamanda da bu dün-
yada fani olduğumuzu, bizim de
gideceğimiz yerin onların yanı
olduğunu hatırlarız. Hırs, ta-
mah, kıskançlık, çekememezlik,
düşmanlık gibi yıpratıcı duygu-
larımız erozyona uğrar. Daha
sevecen, anlayışlı ve merhamet-
li hale geliriz.
Bayramlarda bütün toplum,
mecburi bazı nöbetçiler hariç
tatil yapar. Bu da günlük meş-
guliyetlerin sıkıcı ve tekdüze ko-
şuşturmasından kısa da olsa bir
uzaklaşma ve kendini yenileme
anlamına gelir.
Bayramlar yalnız olmadığı-
mızı, bizi düşünen ve seven ki-
şilerin bulunduğunu gösterir.
Dostlarımızla ve sevdiklerimiz-
le birlikte olmak bize huzur ve mutluluk verecektir.
Bayramların çocuklar için
apayrı önemi vardır. Bu günler-
de herkes en temiz ve yeni elbi-
selerini giyerken, çocukları bir
başka sevinç dalgası saracak-
tır. Geniş aile fertlerinin güler
yüzle bir araya gelmeleri, dost-
luk gösterilerinde bulunmaları
ve çocuklara verilen hediye ve
harçlıklar bayramı daha bir an-
lamlı kılar. Çocukluğumun en
hoş hatıralarının yer aldığı bay-
ramlarda, yeni giysilerimizle
erkenden kalkardık ve büyükle-
rimizin ellerini öperdik.
Bayramı Yerine Oturtmak
Gelin bayramı hakkıyla ya-
şayalım ve toplum olarak kut-
layalım. Seyahate çıkıp tatile
gitmektense; dost ve akraba-
larımızı ziyaret edelim. Onlar-
la kaynaşalım, muhabbet dolu
sohbetler edelim.
Ailemizden vefat edenlerin
mezarlarını ziyarete gidelim.
Onlara dualar okuyalım.
Yoksulları, muhtaç ve kim-
sesizleri yalnız bırakmayalım.
Elimizden gelen yardımı yapa-
lım. Küskün ve dargın oldukla-
rımızla barışalım.
Hediyeleşelim. Özellikle ço-
cuklara harçlık verelim.
Karşılaştığımız insanlara gü-
ler yüzle davranalım. Sevgileri-
mizi bildirerek, iyi temenniler-
de bulunalım.
Bunları yaptığımız takdir-
de toplumda birlik ve beraber-
lik artacak; geniş akraba çevre-
sini ve yakınlarımızı tanımanın
verdiği memnuniyetle çocukla-
rımızın mutluluğu, kendine ve
topluma güveni artacaktır.
Böylelikle de son yıllarda
çok ihtiyaç duyduğumuz barış
ve kardeşlik havası toplumu sa-
racaktır. Ailemiz, akraba ve ya-
kınlarımız mutluluk ve huzur
bulacaktır. İnsanlar arasında
kaynaşma, dostluk ve ahbaplık-
lar teşekkül ederek sosyal haya-
tın yenilenmesi mümkün olacak-
tır.
Ayrıca günlük yorucu ve yo-
ğun meşguliyetlerden uzaklaşa-
rak kendimizi yenilediğimiz için
bayram sonrası için yeni bir he-
yecan ve çalışma şevki kazanırız.
Toplumumuz için barış, kar-
deşlik ve huzur getirmesi temen-
nisiyle bayramınız kutlu ve mut-
lu olsun. * Prof. Dr.
En eski çağlardan
beri insanların
hayatında bay-
ramların önemli bir yeri oldu-
ğu görülmektedir. Bilinen bü-
tün topluluklarda, bayrama
benzeyen tören ve kutlamala-
rın oluşu bayramların insanın
bir ihtiyacı ve gereği olduğunu
göstermektedir.
Türk toplumu bin yıldır iki
dinî bayrama (Ramazan ve
Kurban) büyük önem vermek-
te, millet olarak kutlamakta-
dır.
Bayramların Değişen Fonksiyonu
Günümüzde bayramların
yerini kısmen şenlik ve fes-
tivaller alsa ve bayramlar ar-
tık tatile gitme fırsatı olarak
görülse de yine önemleri-
ni büyük ölçüde sürdürmek-
tedirler. Ayrılıkların ve fark-
lılıkların şer güçlerce tahrik
edilip çatışmaya dönüştü-
rülmek istendiği şu günlerde
bütün milletimizi birleştiren
bayramların önemi daha iyi
anlaşılmaktadır.
Bayramların insana ve top-
luma katkıları:
* Bayramlarda insanlar bir-
biri ile kaynaşır, dostluklar
güçlenir. Sosyal dayanışma ve
yardımlaşmaya önem verilen
bu günlerde, barışı sağlamak
ve düşmanlıkları gidermek
için elverişli bir ortam teşekkül
eder. Küskünlükleri ve dargın-
ları gidermek amacıyla herkes
seferber olur. Kin, nefret ve in-
tikam gibi yıpratıcı duygular
törpülenir. Toplumu barış ve
kardeşlik havası sarar.
PsikolojiSefa SAYGILI*
RUH SAĞLIĞIMIZ VE
BAYRAMLAR
65Ağustos 201264
DEĞİŞTİDEVİR
“Canım, şimdiki gençlerde de hiç saygı kalmadı. Gençlerde ne
terbiye kaldı ne de ahlâk. Büyüklerini hiç saymıyorlar, onların
sözlerini dinlemedikleri gibi karşılık da veriyorlar.”
Sevgi ve saygı bir toplumu ayakta tutan
en önemli öğelerdendir. İnsanın baş-
kalarına gösterdiği sevgi ve saygı ölçü-
sünde, kendisinin böyle bir beklenti içinde olması
da gayet normal bir şeydir.
İnsanlar birbirlerinden kendilerinin değerli ol-
duğunun hissettirilmesi adına sevgi ve saygı bekler-
ler. Çünkü insanlar, her zaman sevmek ve sevilmek
ister. İnsanlar sevgi ve saygının olmadığı zaman
kendilerinin bir hiç olduğunu düşünürler.
Bir gün köyde komşunun evinde otururken söz
döndü dolaştı çocuklara ve gençlere geldi. 40-45
yaşlarında olan komşumuz şöyle diyordu:
“Canım, şimdiki gençlerde de
hiç saygı kalmadı. Gençlerde
ne terbiye kaldı ne de
ahlâk. Büyüklerini
hiç saymıyor-
lar, on-
l a r ı n
s ö z l e r i n i
dinlemedikleri gibi karşılık da
veriyorlar. Büyüklerine akıl danışmak bir yana ba-
bası yaşındakilere akıl vermeye ve onların görüşle-
rini eleştirmeye çalışıyorlar.
Oysa biz öyle miydik? Bizim zamanımızda biz-
ler, büyüklerin yanında ayakları uzatmak bir yana
konuşamazdık. Büyüklerimize saygıda kusur etme-
diğimiz gibi sözlerini de ikiletmezdik. Biz yapardık,
ederdik…” gibi cümlelerle sözleri devam etmekte-
dir.
Komşumuzun söyledikleri doğru mu? Doğruluk
payı yok değil; fakat anlatıldığı gibi de olmadığı bir
gerçektir. Çünkü değişen sadece devir ve gençler de-
ğildir. Değişen devirle birlikte bizler ve beklentileri-
miz de değişmektedir.
Ben bu tür sözleri, dedelerimizin babalarımız
için, babalarımızın kendinden sonraki dönem için,
bizim büyüklerimiz bizim için söylerken, bizim ya-
şıtlarımızın da kendinden sonraki dönem için söy-
lediğine şahit oldum. Kısacası herkes kendi döne-
minin mükemmelliğinden bahsederken kendinden
sonraki dönemi eleştirir. “Efendim devir değişti;
gençlerde saygı da kalmadı...” diye başlayan cüm-
leler kurarlar.
Yukarıda da dediğim gibi zaman, devir, genç-
ler ve bizler değişebiliriz; ama beklentiler hiç değiş-
memektedir. Hep bekleriz; fakat bizden ne beklenir
diye hiç düşünmeyiz. Biz sadece bekleneni biliriz.
Saygı bekleriz; çünkü adam yerine konmak is-
teriz. Danışılmasını isteriz; tecrübeli olduğumuzu
hissettirmek için. Sözümüzün tutulmasını isteriz;
çünkü büyük olduğumuzu kabul ettirmek için. Se-
vilmek isteriz; onların büyüğü olduğumuz için. Ve
en önemlisi değerli biri olduğumuzu ve insanla-
rın farkındalıklarının artması için.
Bu veya buna benzer yakınma ve beklen-
tilerin olduğunu bundan sonra da olacağı-
nı tahmin edebilirsiniz. Fakat bunun milattan
öncesine kadar dayanacağını hiç kimse herhal-
de düşünmemiştir. Prof. Dr. Özcan Köknel milattan
önceki kuşak çatışması hakkında şu bilgileri verir:
M.Ö. 2000-1500 yıllarında Firavun’un gençlere ilişkin düşünceleri:
“Bizim topraklarımız yozlaştı; artık gençlerimiz
de yozlaştı.”
M.Ö. 800 yıllarında Hosiod’un düşünce-leri:
“Eğer halkımızın geleceği bugünün sorumsuz
gençlerine dayanacaksa sonucu pek umutlu görmü-
EğitimM. Emin KARABACAK
Ağustos 201266
GÜZEL GÖRÜNÜR
Arzu iplik, sevgi nakış, Ördükçe güzel görünür. Gönül gözü ile bakış, Gördükçe güzel görünür. Zaman ince esen yeldir, Ömür ağaç, günler daldır, Mutluluk uzunca yoldur, Vardıkça güzel görünür. Tatlı söz dil arasında, Diken var gül arasında, Hatıra yıl arasında, Durdukça güzel görünür. İnsanı yaşatan hava, Tatlı sözdür derde deva, Herkes hayalinde yuva, Kurdukça güzel görünür. ŞEREF baksan her bir yandan, Aşk ayrı değil insandan, Seven sevdiğini candan, Sardıkça güzel görünür.
Âşık Şeref TAŞLIOVA
67
yorum. Bütün gençler anlatılmayacak kadar den-
gesiz. Çocukluğumuzda bize büyüklerimize karşı
daha ölçülü ve saygılı olmamızı öğretmişlerdi. Fa-
kat bugünün gençleri sınırlandırılmaya karşı çıkı-
yorlar. Son derece kurnazca ve sabırsızca davranı-
yorlar.”
M.Ö. 450 yılında Sokrates’in Yunanlı gençlerin davranış ve tutumları için görüş-leri:
“Bugünün gençleri lüksten hoşlanıyor. Kötü
davranışlar benimsiyor, olumsuz tutumlar kazanı-
yor. Beden eğitimi ve sporla ilgileneceklerine boş
sözlerle zaman geçiriyorlar. Öğretmenleri önünde
bacak bacak üstüne atıp bildiklerini okuyorlar. Mi-
safirin önünde gelişigüzel konuşuyorlar. Yaşlılara
saygı göstermiyorlar. Onlar odaya gelince yerle-
rinden kalkmıyorlar. Sofrada güzel yemekleri ka-
pışıyorlar, çok yiyip içiyorlar.”
Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı gibi değil mi-
lattan önce, milattan sonra da aşağı yukarı buna
benzer çatışmalar olmuştur ve olmaya da devam
edecektir. Çatışmaların temel nedeni de bence
toplumsal ahlâkın zayıflamasıdır. Bunun en iyi ör-
neklerini de Asr-ı Saadet dönemiyle Osmanlı dö-
nemlerine bakarsak görebiliriz. Ahlâkî çöküntü-
den kurtula bilmek ve saygı toplumu olabilmek
için de İslâm ahlâkını tekrar kazanmak gerekir.
İslâm’da herkesin herkese karşı sorumluluğu var-
dır. Bu sorumlulukları güzel bir şekilde yerine ge-
tirmeleri için de gençlerin çocukluktan itibaren iyi
eğitilmesi gerektiğini ayet ve hadislerden öğren-
mekteyiz.
Devrin Değişmesi ve Gençlerin Saygısızlaşmaması için Neler
Yapılmalı?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), babanın evladı-
na güzel terbiyeden daha iyi bir hediye veremeye-
ceğini1, buyurmaktadır.
Hz Ali (r.a.) Efendimiz: “Evlâdınızı bulun-
duğunuz zamandan başka bir zaman için talim ve
terbiye ediniz. Çünkü onlar sizin zamanınızdan
başka bir zaman için halk olunmuşlardır. Çocu-
ğun terbiyesinde sakın kusur gösterme; zira o, se-
nin zamanından başka bir zaman için yaratılmış-
tır.” buyurmuştur.
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim diliyle Lokman
Hekim oğluna şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir har-
dal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya
parçasından ya da göklerde veya yer(in derin-
liklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açı-
ğa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (her şey-
den) haberdardır. Ey oğlum, namazı dosdoğru
kıl, iyiliği emret, kötülüklerden sakındır ve sana
isabet eden (musibetler)e karşı sabret. Çünkü
bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.
İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve
böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çün-
kü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.
Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yük-
sek perdeleri) eksilt. Çünkü seslerin en çirkin ola-
nı gerçekten eşeklerin sesidir.”2 “Lokman şöyle
derdi: ‘Yavrum, ilmi âlimlere karşı böbürlenmek,
sefihlerle münazarada bulunmak ve meclislerde
gösteriş yapmak için öğrenme!”3
Yine Peygamberimiz (s.a.v.): “Hekim Lok-
man oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: Yavrum
âlimlerin yanında otur ve dizlerinle onlara çok
yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla
ölü toprağı dirilttiği gibi, kalpleri hikmet nuruyla
diriltir.”4 buyurdu.
Sonuç olarak kuşaklar arasındaki çatışmanın
özünde “Ne ekersen onu biçersin.” gerçeği vardır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Bir genç bir yaşlı-
ya yaşlılığından dolayı saygı gösterirse Allah da
yaşlandığında kendisine saygı gösterenleri yara-
tır.” buyurdu. Yine Hz. Ali Efendimiz: “Büyüklere
karşı saygılı olun ki çocuklar da size karşı saygılı
olsunlar.”5 buyurdu.
1 Müstedrek, 4/2632 31/Lokman, 16-193 Ahmed b. Hanbel, I, 190
4 Muvatta, İlim,15 Gurer’ul-Hikem, s, 780
Dipnot
Ağustos 201268 69
Ahmet Turan Gazi’nin kimliği
ve kişiliği de diğer birçok tarihî
şahsiyetler gibi müphemliği-
ni korumakla beraber bazı rivayetlere göre Yukarı-
tekke’deki Abdulvahab-ı Gazi’nin bazılarına göre de
Battal Gazi’nin arkadaşı olarak gösterilmektedir.
Emeviler ve Abbasiler devrinde Bizans üzerine
yapılan çeşitli akınlar sonucu İslâm orduları Anka-
ra ‘ya kadar ilerlemişlerdir. İşte bu savaşlardan bi-
rinde Ahmet Turan Gazi gönüllü olarak savaşa ka-
tılarak şehit düşmüştür. Ahmet Turan Gazi de tıpkı,
Anadolu’nun fethedilip, bir Türk-İslâm yurdu haline
gelmesinde büyük emekleri olan Danişmend Gazi,
Mengücek Gazi, Battal Gazi, Abdulvahab-ı Gazi gibi
mücahit Anadolu erenlerindendir.
Ahî Emir Ahmed
Ahîlik, bilindiği gibi Anadolu’nun Türkleşmesin-
de ve İslâmlaşmasında çok önemli bir fonksiyona sa-
hiptir. Anadolu’ya özünü, ruhunu veren, kimlik ka-
zandıran ahî teşkilatları olmuştur. Ahî birlikleri bir
manada günümüzdeki sivil toplum örgütleri ve gö-
nüllü kuruluşların karşılığıdır. Sosyolojik mana-
da bunlara menfaat birlikleri yani dernek ve vakıf-
lar kategorisine de dâhil edebiliriz. Çünkü tıpkı Ahî
Emir Ahmed gibi vakıf ve gönül insanları, o tarih-
lerde toplumda, toplumsal yapıda adeta bir kilit rolü
oynamışlardır. On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun
iskân edilmesinde ve geniş toprakların işlenmesi, ta-
rıma açılmasında ve hatta demircilik, bakırcılık, ma-
rangozluk vb. mesleklerin, sanatların gelişmesinde,
ahî birliklerinin çok önemli yerleri vardır.
Selçuklu döneminin sonu ile Beylikler döne-
mini içeren dönemde, yani 13. asrın ikinci yarı-
sı ile 14. asrın ilk yarısında yaşamış olan Ahî Emir
Ahmed’in ailesi aslen Uygur Türklerinden olup
İran üzerinden Zencan yoluyla Bayburt’a gelmiş-
lerdir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle be-
raber Miladi 1260’lı yıllar olarak söylenebilir.
Ahî Emir Ahmet’in çocukluk ve gençlik yılları
Bayburt’ta geçmiştir. Zamanının en önemli ilim
merkezlerinden olan ve Bayburt’u bir kültür mer-
kezi haline getiren Mahmudiye ve Yakutiye Med-
reselerinde yetiştiği ve feyzini buralardan aldığı
bilinmektedir.
Ahîliğin yanı sıra Mevlevî de olan Ahî Emir
Ahmed çocukluk dönemlerinden itibaren büyük
hayranlık duyduğu Mevlâna Celâleddin Rumî ile
manevi bağ neticesi, Mevlevîliği de benimseyip
fereci giymiştir.
Ahî Emir Ahmet Bayburt’tan sonra Sivas gel-
miş ve zaviyesini, mescidini, tekkesini ve ker-
van sarayını kurmuş, yapmış olduğu hizmetle-
re Bayburt’ta olduğu gibi burada da devam etmiş
vakıf haline getirdiği mal varlığı ile yaşantısını
Sivas’ta da sürdürmüştür.
Tasavvufla Ahîliği bir arada yaşam şekli olarak
kabul eden büyük fikir ve toplum insanı Ahî Emir
Ahmet, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve teşkilatı
içinde çok ünlü bir ahî babası olarak görüldüğü
ahîliğin Anadolu’da yayılmasında büyük söz sahi-
bi olduğu açıktır.
Örnek HayatYusuf HALICI Ünlü Arap
gezgini İbni Ba-
tuta seyahatnamesin-
de Anadolu ahîleri hakkın-
da çok önemli bilgiler vermiştir.
Anadolu’nun birçok şehrine uğra-
dıktan sonra Sivas’a da gelen İbni Batu-
ta, Sivas gezisini, Sivas ahîlerini ve Ahî Emir
Ahmet’le tanışmasını şöyle anlatır:
“Bundan sonra Sivas’ yolcu olduk. Burası da
Irak’ bağlı ve ülkenin en büyük şehirlerinden biri-
dir. Umumi vali ile ileri gelen askeri komutanlar ora-
da otururlar. Şehir hem güzel, hem de bakımlı olup,
geniş caddelere sahiptir. Çarşıları insanlarla dolup
taşar. Burada medrese tarzında inşa edilmiş Daru’s-
Siyade/Beğler Konağı denilen büyük bir bina vardır
ki, sadece Peygamber soyundan gelen misafirler bu
konakta ağırlanırlar.
Nakibü’l-eşraf da bu konakta oturmaktadır. Mi-
safir kalan şerife konakladığı sürece yiyeceği, içece-
ği, aydınlanacağı ve oturacağı eşya verilir; yola çı-
karken de yol harçlığı görülür.
Şehre yaklaştığımız zaman bizi Bıçakçı Ahmed’in
yoldaşları karşıladı. Bunlar kimi yaya, kimi atlı kala-
balık bir gruptu. Onlardan sonra Ahî Çelebi’nin yol-
daşları karşıya çıkmışlardı. Bu zat, ahîlerin ileri ge-
lenlerinden olup, rütbece Ahî Bıçakcı’dan üstündür.
Bunlar kendilerinde konuklamamı istedilerse de, ilk
gelenler öncelik almış bulunduklarından bu isteğin
yerine getirilmesi mümkün olmadı. Böylece hep bir-
likte şehre girdik. Hepsi de bundan övünç duymak-
ta idiler.(...) En güzel bir şekilde ağırlanmak suretiy-
le aralarında üç gün kaldık.(...) Oradan Amasya’ya
gittik.”
Mûr Ali Baba
Halk arasında Mor Ali Baba namıyla tanınan
Mûr Ali Baba’nın asıl adı Mehmed bin Ahmed’dir.
Kerkük Türkmenlerindendir.
Mûr Ali Baba, genç yaşta, Kerküklü şair, edip,
büyük mutasavvıf, mü-
tefekkir Ziyaeddin Ab-
durrahman Halis’in irfan
halkasına katılarak onun fey-
zinden istifade ederek hem zahir
hem batınını mamur eyleyen evli-
yaullahtandır. Çalışkanlığı sebebiyle,
Abdurrahman Halis tarafından kendisi-
ne Mûr (Karınca) lakabı verilmiştir. Ziya-
eddin Abdurrahman Halis’in terbiyesi altında
tahsilini tamamlayıp Halis Hazretleri tarafından
irşad maksadıyla Sivas’a gönderilmiştir. Sivas’ta bü-
yük hürmet gören Mûr Ali Baba’ya, Çayırağzı de-
nilen yerde bir dergâh inşa edilmiştir. Zamanla
dergâhını genişletip yanına bir cami ve bir mektep
ilave etmiştir.
Uzun müddet irşad vazifesini icra eden bu kâmil
insanın devlet adamları ve yöneticilerle de ileri dü-
zeyde münasebetleri olmuş, Amasya Mutasarrı-
fı, Meşhur Şair Ziya paşa, onun sevenleri arasında
yerini alarak kendisinden istifade etmiştir. ‘Gide-
mediğin yer senin değildir’ diyen ve kendisine son
derece muhabbet duyan Sivas’ın Meşhur Valisi Ha-
lil Rıfat Paşa’nın ricası üzerine, heyecanlı bir hitabe
ile halkın, Sivas’ı çevre illere bağlayan yolların yapı-
mına katılmasını sağlamış, yola ilk kazmayı da ken-
disi vurmuştur. Zahirî ve batınî ilimlerde âlim olan
bu büyük insan, aynı zamanda kudretli bir şair ol-
ması hasebiyle, Türkçe ve Farsça şiirler söylemiştir.
Divan-ı şerifleri baştanbaşa hakikatlerle doludur.
Mûr Ali Baba 1882 yılında Mart ayının bir Cuma
günü vefat etmiştir. Kabri halk arasında Çayırağzı
olarak bilinen şimdi kendi adı ile anılan Mor Ali Baba
Mahallesindeki Mor Ali Baba Camiindeki türbede
medfundur. Mûr Ali Baba’nın birçok eserinin olduğu
söylenmekle birlikte şu an “Tenbîhus-Sâlikîyn” (Yol
Erbabına Öğütler) isminde, tasavvufun ve Kâdiri ta-
rikatının esaslarını anlatan, el yazması bir eseri bu-
lunmaktadır. Şiirlerini genellikle Arapça ve Farsça
yazmıştır, Fakat Türkçe gazelleri meşhurdur.
Kaynakçahttp://www.hasancoskun.org
VELÎLERİSİVAS
71Ağustos 201270
AİLE VE
KÜLTÜR
Türk ailesi pederî
özellik taşır.
Pederî aile,
pederşahî aileyle karıştırılma-
malıdır. Pederî ailede aile reisi
sulta hakkına değil, yalnız vela-
yet hakkına sahiptir. Çocuklar,
kadınlar ve bilhassa anne tara-
fından akrabalar büyük hakla-
ra sahiptir. Yani ana yönünden
ve baba yönünde akrabalar bir-
birine eşittir. Yüzyıllarca sağlık-
lı bir yapıya sahip olan ailemiz
son zamanlarda çözülme belirti-
leri göstermektedir. Modernizm
karşısında –diğer tüm toplum-
lar gibi- Türk toplumu da (bir
kısmı yapay ve zorlamalı süreç-
lerle) bir değişim geçirirken aile
de ondan payını almaktadır.
Günümüzde aile yapımız, ni-
telik, bölgesel dağılım vb. ba-
kımlardan benzerlik gösterme-
yen, çözülen bir geçiş dönemi
ailesi özelliği taşımaktadır. Ger-
çi konuyla ilgilenen düşünürler,
Türk ailesinin % 60’ının çekir-
dek olduğunu belirtmektedirler.
Ancak bu çekirdek aile, Batı sa-
nayi toplumlarının ortaya çıkar-
dığı çekirdek aileden farklıdır.
Mesela bizde hâlâ aile içi önemli
sorunlar kurumlar değil akraba-
lar tarafından çözülür. Şüphe-
siz kentlerde çekirdekleşme ora-
nı yükselmekte, yaşlılar ihmal
edilmekte, öğrenim düzeyi yük-
selmekte, adaylar tanışarak ev-
lenmekte, çocuk sayısı giderek
azalmaktadır. Ve aile yapısı gi-
derek sağlıksız bir görünüm arz
etmektedir.
Modernleşme Politikaları ve Aile
Türkiye’de önde gelen aile
tipinin çekirdek aile olduğunu
görmekteyiz. Gerçekten de ak-
rabalar arasındaki ilişkilerin
sıkılığını, geniş aile düzeniyle
karıştıran empirist yanılgıların
aksine çekirdek aile geçmişte
de günümüzde de Türkiye’de
yaygın aile tipini temsil et-
mektedir. Zira geniş ailenin
Türkiye’de giderek tarihî bir
olguya dönüşmesi, kentleşme-
nin veya çekirdek ailenin ihda-
sına elverişli olan bireyciliğin
doğmasına yol açan kapita-
list sistemin yaygınlaşmasının
bir sonucu değildir. Belirleyici
olan, dinî, siyasî ve hukukî fak-
törlerdir.
Bu tür faktörlerin Batıcı bir
radikalizmin etkisi altındaki
Müslüman toplumda çok etki-
si olmuştur. Osmanlının mo-
dernleşmesini hedefleyen re-
form politikaları Cumhuriyetin
kurulmasıyla birlikte şeria-
tın ilgasına ve 1926’da İsviçre
Medenî Kanunu’ndan mülhem
yeni bir medenî kanunun yü-
rürlüğe girmesine yol açmıştır.
Yeni aile hukuku, Türk evlen-
me biçimlerinin Avrupa norm-
larına uyum sağlamasını öngö-
ren ilk adımı teşkil ediyordu.
Müslüman Osmanlılarda
günlük hayatta önem taşıyan,
Kur’an-ı Kerim’in koyduğu ya-
saklardan kaçınmak suretiy-
le öngörülen ideale yaklaşmaya
çalışmaktı. Mal ayrılığı prensibi
vardı, poligami de var olmakla
beraber norm teşkil etmiyordu.
Endogamik pratik, ortak toprak
birliğinden ziyade sülale bazın-
dan bir kimlik oluşturmaya yö-
nelik önemli bir faktördü.
1935’de çıkan Soyadı Kanu-
nu ile aile konusundaki gelenek-
sel telakkiler altüst edildi. Es-
kiyle bağların iyice koptuğunu
tescil etmek için belirli bir süla-
leye mensubiyet gösteren lakap-
lar da kırsal kesimde hâlâ geçer-
li kabul edilmekle beraber, yasal
olarak geçersiz sayıldılar. Böy-
lece milyonlarca insan yeni bir
toplumsal belirlenme için bir
soyadı bulmak zorunda kaldı.
Aslında bu soyadı arayışı, yeni
ve laik Türk toplumunda yeni
yeni ortaya çıkan bireylerin bir
arayışıydı.
Kültür ve Aile
Sosyolojik araştırmalar
Türkiye’de ailenin genelde oto-
riter, patriyarkal nitelik taşı-
maya devam ettiğini gösteriyor.
Türk ailesinin tartışılmaz bir bi-
çimde patriarkal kültürel öğe-
lere sahip olduğu bir gerçek ise
de daha kalitatif bir yaklaşım-
la yürütülen analizler, aslında
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
Ağustos 201272 73
Türkiye’de ailenin, erkek önce-
liğinde tek merkezli değil, bir-
biriyle yan yana olan ve birlikte
var olan çift merkezli bir yapı-
ya sahip olduğunu ortaya çıkarı-
yor. Babaya gösterilen saygı bi-
çimsel olarak devam ediyorsa
da artık ailenin geleceği ile ilgili
karar alma mercii baba değildir.
Kitle haberleşme araçlarının
etkisiyle yayılan Batı’nın ve özel-
likle Amerikan değerlerinin et-
kisiyle, çocukların gözünde ba-
baları uzak, mesafeli, erişilmez,
yüce, hem korku hem hayran-
lık kaynağı olan bir sima olmak-
tan çıkıyor. Yaşama biçimlerin-
de ve zihinlerde meydana gelen
laikleşme, aile içinde yeni istek
ve taleplere yol açarak roller ve
statüler konusunda da yeni bö-
lüşümün yavaş yavaş ortaya çık-
masına neden oluyor.
Kağıtçıbaşı’nın araştırması-
na göre Türk toplumu aile fert-
leri arasındaki bağımlılık iliş-
kilerine olumlu gözle bakmaya
devam ediyor. Aile değerlerine
ve cemaat fikrine dayanan bir
kültürün muhafazasına ve aile-
den bağımsız olarak elde edilen
şahsî başarıdan daha çok, akra-
balar arasındaki dayanışmaya
ve yardımlaşmaya ağırlık veri-
yor. Toplumsal ve ekonomik ba-
şarının paylaşımını öngören bu
karşılıklı bağımlılık, kötü hayat
şartlarına maruz kalan tüm aile-
yi kurtarmaya yaradığı gibi aile
şerefi ilkesinin temelini oluştu-
ruyor. Ancak bundan yola çıka-
rak aile içi karşılıklı bağımlılığın
sadece ekonomik zaruretlerden
kaynaklanmakta olup gelişmey-
le ve daha yüksek bir hayat stan-
dardına erişmeyle birlikte za-
manla ortadan kalkacağı ileri
sürülebilir mi?
Söz konusu araştırmanın so-
nuçları gösteriyor ki, orta ve üst
gelir grubundaki ailelerde eko-
nomik bağımlılık önemini kay-
betmesine rağmen aile fertleri
arasındaki ilişkilerde herhangi
bir gevşeme olmamaktadır.
Oysa maddî bağımsızlık se-
bebiyle kişilerin de aile karşısın-
da bağımsızlığa kavuşması bek-
lenebilirdi. Ancak Türkiye’de
Batı’daki modelin aksine kuşak-
lararası ilişkilerin değişimi di-
key bir değişim ekseni uyarınca
meydana gelmemekte, tersine
duygusal alanda daha büyük bir
bağımlılık doğrultusunda sey-
retmektedir. Burada değişim
bağların çözülmesine yol açmı-
yor, toplumdaki dönüşümler
karşısında duyulan tedirginlik-
lere göğüs gerebilmek için adeta
aileye daha sıkı bir biçimde bağ-
lanılıyor ve sığınılıyor.
Batı’da da çekirdek aile sana-
yi devriminden önce geliştiğine
göre bunun nedenini Batı’nın
kültürel öğelerinde aramak ge-
rekmektedir.
Zira Türkiye’de aile konu-
sundaki mevcut veriler bize,
laikleşme politikalarına ve
sosyoekonomik gelişmeye rağ-
men, siyaset ve ekonomi ko-
nusundaki zihniyet değişi-
mine rağmen Türk ailesinin
çözülmemesi bir yana, onun
dış baskılara karşı büyük bir
direnç gücü göstererek varlığı-
nı tüm gücüyle idame ettirdiği-
ni göstermektedir. Gerçekten
de çeşitli incelemelerin sonuç-
ları, Anadolu’da Tanzimat’tan
bu yana geniş aile oranında bü-
yük bir düşüş kaydedilmediği-
ni ve global toplumda meydana
gelen değişimin kırsal kesim
ailesinin yapısını etkilemediği-
ni göstermektedir. Diğer yan-
dan kırsal göç ile kentleşme de
aile bağlarının kopmasına yol
açmamış zira modernlik kar-
şısında akrabalık ilişkileri çok
önemli bir toplumsal anlam
kazanmıştır.
ramazan2012
BAĞIŞLARINIZ İÇİN
ZİRAAT BANKASI DARENDE TR20 0001 0003 2026 786136 5001
VAKIFBANK DARENDE TR80 0001 5001 5800 7286 7840 02
BANKASYA MALATYA TR18 0020 8000 3201 6980 9700 01
AKBANK MALATYA TR23 0004 6000 6088 8000 1601 71
PTT DARENDE 700419
TÜM OPERATÖRLERDEN
BAĞIŞ YAZIP 4439’ A YOLLAYARAK
VAKFIMIZA 5 TL BAĞIŞTA BULUNABİLİRSİNİZ.
SMS BAĞIŞLARI İÇİN
Enes AÇIKGÖZ
KİTAPLIK
KÜLTÜR ÇAĞLAYANI
1. ŞİİR ANTOLOJİSİ
Coşkun Mutlu,
Erhan İvgin, İbrahim İmer
Kültür Ajans Yayınları
TEL: 03124259353
DÜNDEN BUGÜNE
EDEP GELENEGİMİZ
Haluk Sena Arı,
Kadriye Bayraktar
Eşik Yayınları
TEL: 02124821101
DÜŞÜNCE MOLASI
İnci Önol
Nesil Yayınları
TEL: 02125513225
AHMED KUDDUSİ
İBNÜLMERAŞİ
Dr. Ali Tenik
Ukde Yayınları
TEL: 03442251300
NAMAZ ÖYKÜLERİ
Süheyl Seçkinoğlu
Timaş Yayınları
TEL: (0212) 511 24 24
75Ağustos 201274
SIZI’LI
ESİNTİLER“Kitap; anlamlı, zirvelere ayarlı bir iç dünyanın göstergesi. Okurken bazen bir
güzellik sağanağıyla, bezemesiyle dilinizin, kaleminizin güçsüz,
tutuk kaldığını hissediyorsunuz.”
KitapHuzeyme Yeşim KOÇAK
Dünyaya göç-
m ü ş l ü ğ ü n ,
düşmüşlüğün
Sızı’sı; mâsivâdan geçememe-
nin sıkıntısı, aşk talebinin ağrısı,
aynalardaki sızı, sevdanın bede-
li Sızı. “Her solukta bin sızı”(sh.
111) Ve Sergül’ce bir özge Sızı…
Sergül Vural, katıldığı birçok şiir
yarışmasında ödüller alan, Naz
Çiçeğim, Bir Günde Dört Mev-
sim, Süveyda isimli üç şiir kita-
bı ve iki çocuk şiirleri kitabı bu-
lunan; kültür sanat dergilerinde
şiir, deneme yazıları yayınlanan, köşe yazarlığı da
yapan değerli bir isim.
Son kitabı Sızı da denemelerini toplamış. Sızı,
“şiir oluyorum” diyen, derin bir şair nefesinin ha-
bercisi. Nice baharlı, “dağ yüklü” mısralar dökü-
yor kalbinize. “Bir düş gözlemcisi” olan Sergül
nesnelere, varlığa yeni anlamlar yüklüyor, “Üze-
rinde yaşanılan dünyada her kıv-
rım bir harf, her şekil bir sembol-
dür(…) Sen, ben, o ve biz, onlar
birer işaret’tir.”
Bu okumalarla mesela güne, ge-
ceye tutulur, Kâinat’a vurulur. Bir
güzelliktir ki bizi teshir eder, bağ-
rına basar çeker. “Şimdi, keşke ak-
şam olsaydım” diye inler. Bir baş-
ka tariftir, tasvirdir Şairenin ki:
“Muhabbet çınarlarının yaprak-
larına akşamın karanlığı çökün-
ce, dostun zevkle içtiği akşam çayı-
nın buharıyla gökyüzünün sislerinden daha güzel
ne vardır.”(sh. 54) Ancak gök hasreti çeken, bir
sevdalı; “kefeni” “beyaz gelinlik” olarak tanımla-
yabilir. Aşk; bütün yolların ona çıktığı, biricik ka-
çınılmaz yoldur. GülSER “Kendine dönebilmek
aşk adıyla” diyerek, “Ne taht, ne saltanat, ne de
han, hamam terazide ağır gelir, muhabbete dü-
şen aşkın yanında”; “Murâdımdır aşk-ı muhabbet
ve muhabbet-i aşk…(sh.7)” deyişiyle bu mi-
hengi belirler. Aşk ki bir bûsenin kesafeti, sizi
benliğinizi çizmesidir belki. “İnsanoğlu ilk
kez suda görmüş yüzünü. Uzanmış tutama-
mış. Şaşırmış kendi olduğunu anlamamış!
Bir bûse almak istemiş yanağından olmamış.
Bûseler dudağa dokununca geri çekilerek
hep o gördüğünü bulmak için aramış, ara-
mış. Hâlâ da aramakta (sh. 13)”. Ki o bekledi-
ği “bûseler mucizevî, bûseler havaî, bûseler
hercâi, bûseler tutuklu…(sh.6)”. Bûseler ki
içinde ne kutlu nefesler saklar. Hâlbuki “Du-
daklarda adı kalmıştır aşkın”; “Sevdâ talih-
tir, ondan nasipsiz kalmak ise ne talihsiz-
lik”. “Çocuksu duygularla kaybettiği(miz)
uçurtma(yı) ömür boyu gökyüzünde ara-
rız. Bu nedenle de ne gökyüzünün mavisini
görebilir(iz) ne de güneşin ışıltısını”. Kayba,
faniye, iğretiye odaklanırız. Çağa yenik, kut-
lu zamanlardan kaçarız. Aşksızlık en büyük
illettir.
Çünkü “Göğsünde yedi dağın ateşi yanar-
ken”, “yükü ağırdır Şair’in”. “Nasırlıdır omuz-
ları, çileyi taşır”. Ki “Aşktan öte ne var”dır.
Hazzı değil, Hüznü sever Sızı’lı, “yağmur göz-
lü” “dağların yalnız kızı”; “Erciyes’in emzirdi-
ği; okyanusunu arayan, Nilüfer bakışlı deniz-
kızı”. “Gün, hüzünle başlar(sh 43)”. Kederle
de olsa, O Gönül (müziği) daima çalar. Mavi
tutkunu, meftunudur. Fazla söze ne hacet,
“Aşk mavidir”. Sergül hanım bize, yücelik-
ler estiren, göksel bir bakış sunuyor. Bütün
asrî yorgunluklara mahbeslere karşı; gökku-
şağı yağmurla boyanmış kuşanmış, yol eden
satırlarla izli, işli, ince sızılar düşürüyor yüre-
ğimize. Şimdi’nin, günün sıkıntısından kur-
tarıp, farklı bir kapı aralayıp, ruh direnişine
çağırıyor.
Kitap; anlamlı, zirvelere ayarlı bir iç dün-
yanın göstergesi. Okurken bazen bir güzellik
sağanağıyla, bezemesiyle dilinizin, kalemini-
zin güçsüz, tutuk kaldığını hissediyorsunuz.
Sergül Vural, Sızı, Mola Kitap, 2012
Tel: (0 212) 544 44 46
77Ağustos 201276
EZELDEN BİR
MERHABA“Bu beyitte “ezel” kelimesi anahtar kelimedir. Ezel kelimesi Divan şiirinde ruhlar
meclisini (bezm-i ezel= elest bezmi= gayb âlemi) çağrıştırmak için,
ruhlar meclisine telmih için kullanılır.”
Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim
Ahmet Paşa
(Eski bir vakitte sevgili şöyle göz ucuyla bana
bir merhaba lûtfetti. O gün bu gündür, o bakışın
mestliğiyle başka birinin merhabasını hiç tanıma-
dım.)
Ahmet Paşa, Sultan Fatih’in vezirlerinden ve
Divan şiirinin de ilk ustalarından bir şairdir.
Divan şiirinde mecaz ve gerçek çoğu zaman
birbirine girmiştir. Yani şairin söylediği söz, ger-
çek anlamda mı yoksa görünen anlamın dışın-
da mı; bu, her zaman belli olmayabilir. Şairler de
böyle bir anlam kargaşasını bilerek ve isteyerek
yaparlar. Çünkü şiirin anlam katmanları ne ka-
dar çoğalır, giriftlik ne kadar artarsa, derinliği de
o kadar enginleşir. Bu tür şiirlerin bir başka zen-
ginliği de şudur: Şiiri okuyan herkes, kendi kültü-
rüne göre şiirden bir anlam çıkaracak ve şiiri ken-
dince yorumlayacaktır.
Her ne kadar şiirde mecaz ve hakikat
birbirine karışsa da biz bu tarz şiirleri tahlil eder-
ken anahtar kelimelere bakarız. Anahtar kelime-
ler birer şifre çözücü gibidir, şiirde anlatılmak is-
tenen konuda ipucu veren kelimelerdir.
Yukarıya aldığımız beyitte dış anlama göre şair
bize der ki: “Eski bir zamanda sevgili bana şöyle
göz ucuyla bir işaret etti, sanki gözüyle bana bir
merhaba dedi. Ben o merhabanın sarhoşluğunu
yaşamaktayım, o günden bugüne başkasının mer-
haba demesine yahut bakışına, iltifatına hiç cevap
veremedim. Buna ihtiyaç hissetmedim. O ilk mer-
haba beni kendimden geçirdi, o merhaba ile mest
oldum.”
Böyle bir anlatıma göre, aklımıza ilk gelen şey
şudur: Şairin karşısına bir güzel çıkmıştır, şair o
güzelin şöyle bir bakışından çok etkilenmiş, ona
âşık olmuş ve bu karşılaşmadan sonra da o güze-
lin haricinde hiçbir güzele bakamamıştır.
Bu beyitte “ezel” kelimesi anahtar kelime-
dir. Ezel kelimesi Divan şiirinde ruhlar meclisini
(bezm-i ezel= elest bezmi= gayb âlemi) çağrıştır-
mak için, ruhlar meclisine telmih için kullanılır.
Dünya yaratılmadan önce ruhlar ya-
ratılmıştır. Bu ruhlar meclisin-
de Allahu Teâlâ kulla-
rına “Ben sizin
R a b b i n i z
d e ğ i l
EdebiyatVedat Ali TOK
TESADÜF MÜ?
Bir vücut ki sanki âlem içinde âlem, Bu âleme “Ahsen -i Takvim” demiş kalem. Göz-kulak,el-ayak hep bir simetriye râm, Ne bir milim şaşar, ne de hafif bir gram. Bir hayat suyudur döngüsüyle ısınan kan, Bir yer altı nehri gibi sessizce akan. Rasgele konuşlanmamış onca diş ve et, Dişler ağzı vücuda boğaz yapan hikmet. Beş duyu organı hep cephe cephe önde, Beyhude mi, işin sırrı rota ve yönde. Bir de aklın mevzilendiği beyini an, Niçin zırh içinde bu en hayati organ? Parmak izindeki imza rastlantı demek, Yüklemek tesadüfe intizam ve emek. Bu kemikleşmiş âhenk, demek tesadüf ha? Tesadüf tekerrür mü eder hep bir daha? Akıl başta taç ayakta pranga değil, Bu sonsuz Hak hikmeti karşısında eğil. Ey rind bak ta bu hikmete gözlerini yum, Hem düşün nasıl tesadüftür ki bu uyum?
Mehmet SERTPOLAT
Ağustos 201278 79
miyim (elestü birabbiküm)”, istifhamında bulun-
muş; ruhlarımız da bu bir nev’i kulluk sözleşme-
si de sayılan hitaba karşı “Evet-(belâ)” demişlerdi.
Ahmet Paşa bu mecliste ruhunun Allahu
Teâlâ’ya âşık olduğunu insan olarak yaratılmasın-
dan sonra ise dünyadan hiçbir şeye karşı iltifat et-
mediğini, dünyevî güzellerin ve güzelliklerin ca-
zibesine kapılmadığını ifade ediyor. Bu durumu
sevgide, aşkta vefa, sadakat şeklinde değerlen-
dirmek gerekiyor; çünkü âşık olanın âşık olduğu
sevgilisine karşı büyük bir bağlılık göstermesi ge-
rekiyor. Aksi takdirde vefadan söz edilemez. Sev-
gi, aşk kademe kademedir. Allah aşkı, peygamber
aşkı, sonra beşerî aşklar… Bunlardaki silsile bozu-
lursa sevgiliye sadakatsizlik baş gösterir.
Ahmet Paşa’nın bu beyti bize aşkın ezelî bir
duygu olduğunu gösteriyor. Ve ilk aşkın da Allah’ın
kullarını yaratmasından anlaşıldığına göre Allahu
Teâlâ’nın kullarına karşı beslediği bir his olarak
düşünülebilir. Öte yandan aşkın bir terbiye vası-
tası olduğunu görüyoruz. Çünkü Ahmat Paşa di-
yor ki o ilk merhabadan sonra Allah’tan başkası-
na/masivaya tenezzül etmedim, kul olmadım.
Mutasavvıfların ve Divan şairlerinin çokça il-
tifat ettiği ve kutsî hadis diye bildikleri bir söz
şöyledir: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek iste-
dim, bundan dolayıdır ki halkı yarattım, yokken
var ettim.” Tasavvufa göre kâinatın yaratılış gaye-
si aşktır. Yenişehirli Avni diyor ki:
Çünkü sen âyine-i kevne tecellâ eyledin
Öz Cemâl’in çeşm-i âşıktan temâşâ eyledin
Bir başka şair aynı düşünceyi yukarıdaki beyte
benzer bir ifade ile şöyle dile getiriyor:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin
(Ey Allah’ım, Sen, kendi güzelliğini güzeller ve
güzellikler şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp
âşıkın gözüyle (yine o güzelliği) seyre koyuldun.)
Yani Allahu Teâlâ hem gösteren hem de gören;
hem var olan, hem de oldurandır.
Buna göre aşkın, muhabbetin kaynağı Alla-
hu Teâlâ’dır ve ilk aşk ve muhabbet de Allahu
Teâlâ’nın kullarına karşı olmuş; bilinmeyi iste-
mesi yani ilk tecellîsi muhabbet ile vuku bulmuş,
ilk ışık da Hakikat-i Muhammediye yani Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’in muhabbeti ile olmuştur. İşte
şairin:
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl
demesi bundandır. Yani sevgiden, aşktan, mu-
habbetten dolayı Allahu Teâlâ’nın kulu ve Rasûlü
ki, Onun sıfatı Habibullah’tır, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’i yarattı, onun yüzü suyu hürmetine de
kâinatı, insanları halk etti.
Demek ki Allahu Teâlâ kullarına sevgi ve mu-
habbetle nazar etmektedir. “Rahmetim, gazabımı
geçti.” buyurması bunun delillerinden sadece bi-
ridir.
Ahmet Paşa diyor ki, bezm-i ezeldeki en yüce
sevgilinin aşk dolu bir nazarı ile öyle bir haldeyim
ki dünyanın fani merhabalarına bir türlü cevap
veremiyorum.
81Ağustos 201280
İNCİ HANIMIN
KONAĞI Vefa’da iki katlı ah-
şap konakta geç-
ti çocukluğum. Ko-
nağa ilk geldiğimiz gün, iki
yaş büyük abim, önündeki ta-
belayı heceleyerek okumuştu.
“İnci Hanımın Konağı.” Annem
abimle bana bakmak için, gün-
düzleri Çemberlitaş’ta büyük bir
iş hanının çay ve temizlik işleri-
ni yapar, akşamları da bir atöl-
yeden aldığı parçalara düğme
dikerdi. Bazen düğmeleri di-
kerken uyukladığını fark eder-
dim. O zaman biraz daha büyük
olup, ben de dikebilmeyi çok is-
terdim.
Konağımızın altı odasının
beşinde, beş ayrı kiracı kalırdı.
Bunlardan kırk yaşlarında olan,
yazar Ömer Abi tek başına ya-
şardı. Diğerleri emekli karıko-
ca Zekiye Teyze ile Yusuf Amca,
yine annem gibi dul Ayten Tey-
ze ile kızı Ayşegül, bir de genç
evli çift Leyla ile Nazif’ti. Zeki-
ye Teyze ile Yusuf Amcanın, bir
de oğulları Kenan vardı. Kenan
evliydi ve karısı ve çocuklarıy-
la, sık sık ziyaretlerine gelirdi. O
zaman Zekiye Teyze beni sabah-
tan tembihlerdi “Bu gün abinle
yemekte bizdesiniz ha. Sakın bir
yere kaybolmayın.” Bizim kay-
bolmaya hiç niyetimiz yoktu za-
ten. Zekiye Teyze, etli pilavla bö-
rek yapar, nohutlu soğuk çorba
katardı. Öyle günlerde karnımız
çok iyi doyardı. Sonra da torun-
ları Bekir ve Hacer’le oynardık.
Abim kız diye Hacer’le oyna-
mayı kendine yediremezdi, ama
gizli gizli bakışlarından onu çok
beğendiğini de anlardım.
Konakta herkes birbiriyle
çok iyi anlaşırdı. Hepimiz yok-
sulduk ama Ömer Abi “Umutlu
olmalıyız. Demokrat Parti başa
geçti. Artık her şey düzelme yo-
luna girecek.” derdi. Bir sene
geçtiği halde, Nazif’in daha iyi
bir işe girmesi dışında, hiçbiri-
mizin hayatında, gözle görülür
bir iyileşme olmamıştı.
Sabahları, Ömer Abinin dak-
tilo sesiyle uyanırdım. Sürekli
yazardı ve daha çok aşk üzerine
olan hikâyelerinin okuyucusu-
nun çok olduğu söylenirdi. Bir
gün, Leyla ile Ayten Teyze ko-
nuşurken duymuştum. Ömer
Abi, anneme olan aşkını işler-
miş hikâyelerinde ve söyledikle-
rine göre, çok daha iyi bir yerde
oturabileceği halde, yine bu se-
bepten konaktan ayrılmazmış.
Bir kez de Ayten Teyzenin anne-
me “Kızım böyle hayat geçer mi?
Bak Ömer Bey orada bir “he” de-
meni bekliyor. Gördüğüm kada-
rıyla sen de ona karşı boş de-
ğilsin. Daha ne bekliyorsun.”
dediğini duydum.
Kapının arkasında annem ne
diyecek diye soluğumu tutmuş
beklerken, dayanamayıp kapı-
yı yavaşça araladım ve anneme
baktım. Gözleri ıslaktı. İçini çek-
HikâyeRaziye SAĞLAM
“Küçük Dostum Ali. Bir gün bana baba demek
istersen aşağıdaki adreste olacağım. Birlikte iyilik
yapmanın yollarını konuşuruz belki. Bisiklet senindir.”
Ağustos 201282 83
ti ve “Bizim âdetimizde bir kez
evlenilir abla. Oğullarımın ba-
şına nasıl üvey baba getiririm?”
O zaman anladım ki, annem
de Ömer Abiyi seviyordu, fa-
kat ikisinin karşılaştıklarında,
sarf ettikleri sıradan bir iki cüm-
le dışında, konuştuklarını hiç
görmedim. Abime anlattığım-
da “Tabii evlenemez. Ben üvey
baba istemem.” dedi sinirlene-
rek. O zaman korkumdan bir
şey diyemedim ama evlenmele-
rini çok istiyordum. Hem Ömer
Abiyi çok severdim hem de biri-
ne “Baba” demek istiyordum. Üç
sene önce ölen babamı, hiç ha-
tırlamıyordum bile.
Bazen Ömer Abinin yanına
gider, konağın arka bahçesine
bakan penceresinin önünde ça-
lışırken seyrederdim onu. Bazı
satırları yazarken değişen yüz
ifadesini dikkatle izler, “Acaba
şimdi annemi mi düşünüyor?”
diye aklımdan geçirirdim.
Ömer Abi her ayın birinde,
maaşını almaya gider ve
dönerken elleri dolu gelirdi. O
gün konağın büyük salonunda,
onun aldıklarından bir ziyafet
sofrası kurulur, herkes neşe
içinde birlikte yemeğini
yerdi. Bana da kocaman bir
fıstıklı çikolata alırdı. Ben onu
çamaşırlarımın arasına saklar
ve her gün bir parça bölerek
abimle birlikte yerdik. En
büyük parçayı anneme vermek
isterdim fakat annem “Çikolata
bana dokunuyor yavrum. Sen
abinle ye.” derdi. Bizim yememiz
için yalan söylediğini bilirdim.
“Çikolata neden dokunsun ki?”
diye düşünürdüm.
Sokağın karşısındaki beto-
narme evde oturan zengin aile,
oğulları Hakan’a bir bisiklet al-
mışlardı. O etrafa gösteriş ya-
parak bisikletini sürerken, biz-
ler imrenerek onu izlerdik. Bir
defasında Hakan’ın bisikletini
Ömer Abiye anlatırken hırslan-
dığımı anlamış olmalı ki, yazdı-
ğı kâğıtları göstererek “Roma-
nım basılsın, sana söz hemen
o gün bir bisiklet alacam. Hem
de mavi renkli.” Mavinin benim
en sevdiğim renk olduğunu bi-
liyordu.
O günden sonra Ömer Abi-
nin yanında daha çok vakit ge-
çirmeye başladım. Her gün so-
ruyordum ne kadar kaldı, ne
zaman bitecek diye. O da gü-
lümseyerek başımı okşuyor ve
“Az kaldı çocuk. Bisikletinin
gelmesi yakındır.”
O günlerde konaktaki sa-
kin hayatımıza, hareket getiren
bir olay oldu. Zekiye Teyzelerin
oğlu Kenan, bir sokak kavgası-
nı ayırmaya çalışırken, bıçakla-
narak ağır yaralanıp hastaneye
kaldırılmış. Konağa gece yarı-
sı haber gelince, herkes merak-
la ayağa fırladı. Zekiye Teyze ile
Yusuf Amcanın allak bullak ol-
muş yüzlerinde çok derin bir acı
gördüğümü hatırlıyorum. Ömer
Abi onları sakinleştirmeye çalı-
şarak “Siz bekleyin ben bir ara-
ba bulup geleyim” dedi. Kısa
bir süre sonra kendi kullandığı,
üstü açık bir arabayla geldiğin-
de, hepimiz şaşkınlıktan küçük
dilimizi yutuyorduk.
Kenan hastanede bir ay yat-
tı. O arada işini de kaybettiği
için, ailesi gelip konağa yerleş-
tiler. Böylece konağın tek boş
odası da dolmuş oldu. Kenan’a
üzülmekle beraber, Bekir ile
Hacer’in konağa taşınmasından
memnundum. Artık hep birlikte
oynayacak, okula birlikte gide-
cektik. Kenan hastaneden çıkar-
ken, tedavi masraflarını Ömer
Abi’nin ödediğini duyunca, ko-
nak halkı bir kez daha şaşırdı. O
günden sonra, Ömer Abi kona-
ğın iyilik babası olmuştu. Her-
kes ona daha bir özenli davra-
nıyor, kaldığı yerin temizliğini,
yemeklerini yapmayı istiyorlar-
dı. O ise nazik bir şekilde hepsi-
ni geri çeviriyor ve yazmaya de-
vam ediyordu.
Bu arada Kenan da tama-
men iyileşip ayağa kalkınca tek-
rar iş aramaya başladı. Ömer
Abi burada da devreye girdi ve
Kenan’la eşine bir fabrikada iş
buldu. Ben bunları nasıl yapa-
bildiğine çok şaşırmakla birlik-
te, insanların yüzündeki mutlu-
luğu görünce kararımı verdim.
Ömer Abi gibi olacaktım. Her-
kese yardım eden ve mutluluk
dağıtan biri. Gece sabaha kadar,
bunu nasıl yapacağımı düşün-
düm fakat bir çıkış yolu bulama-
dım. Ömer Abiye soracaktım.
Sabah daktilo sesi başlamadan
koşarak odasına gittim. Önce
kapıya yavaşça vurdum. İçe-
riden hiç ses olmayınca, biraz
daha kuvvetle vurdum. Yine ses
yok. Yavaşça açıp içeri girdim.
Etrafta ona ait hiç eşya yoktu.
Sadece yatağa dayanmış olarak
duran mavi iki tekerlekli bir bi-
siklet, masanın üzerinde kalın
bir kitap ve üzerinde bir not var-
dı:
“Küçük Dostum Ali. Bir gün
bana baba demek istersen aşa-
ğıdaki adreste olacağım. Birlikte
iyilik yapmanın yollarını konu-
şuruz belki. Bisiklet senindir.”
Gözlerim doldu. Bisiklete bi-
nip odada bir tur atarken, kar-
şımda Ali Abi varmış gibi gü-
lümsedim. Sonra kitabı elime
alıp kokusunu içime çektim.
Sene başında öğretmenimizin
dağıttığı kitaplar gibi kokuyor-
du. “İnci Hanımın Konağı.” Ki-
tabın üzerinde bizim konağın
resmi ve yanında da küçük bir
çocuk duruyordu. İlk sayfasını
açtım “Küçük dostum Ali’ye.”
Artık gözyaşlarımı tutamıyor-
dum. Kitabı göğsüme bastır-
dım, onun her zaman oturdu-
ğu sandalyeye oturup, bir süre
bahçeye baktım. Sanki her şeyi
onun gözünden seyretmek isti-
yordum. Bir süre sonra sandal-
yeden kalkarken önemli bir ka-
rar daha vermiştim. Hepimizin
hayatını değiştirecek bir karar.
Hemen uygulamaya koymak
için, hala göğsümde basılı du-
ran, “İnci Hanımın Konağı” ve
tek elimle sürmeye çalıştığım
mavi bisikletimle, annemim ya-
nına koştum.
“Kapının arkasında annem ne diyecek diye soluğumu
tutmuş beklerken, dayanamayıp kapıyı yavaşça araladım
ve anneme baktım. Gözleri ıslaktı. İçini çekti ve “Bizim
âdetimizde bir kez evlenilir abla. Oğullarımın başına nasıl
üvey baba getiririm?”
85Ağustos 201284
ÇARPMASIN!SICAK
“Sıcak çarpması yaz mevsiminde sıkça görülen önemli sorunlardan biri. Üstelik
vücut sıvı oranları erişkinlerden yüksek olduğu için çocuklar sıcak çarpmalarından
daha sık ve daha ciddi boyutlarda etkileniyor.”
SağlıkAkın DİNDAR Aşırı sıcaklarda
sıkça karşılaşı-
lan sıcak çarp-
masından çocuklar daha sık ve
daha ciddi boyutlarda etkileniyor.
Çocukları bu ölümcül olabilen
tablodan korunmanın ilk adımı
ise güneş ışınlarının en dik geldi-
ği saatlerde ‘gölgede ve serin bir
yerde’ kalmasını sağlamak.Güneş
ışınlarının yeryüzüne dik geldiği-
ni gösteren en tipik işareti ise göl-
genizin sizden küçük olması!
Sıcak çarpması yaz mevsimin-
de sıkça görülen önemli sorunlar-
dan biri. Üstelik vücut sıvı oran-
ları erişkinlerden yüksek olduğu
için çocuklar sıcak çarpmaların-
dan daha sık ve daha ciddi boyut-
larda etkileniyor. Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Uzmanı Dr. Tuna Gül
Han, bu nedenle çocuklarda sıcak
çarpmasına karşı önlem alınma-
sının yaşamsal önem taşıdığına
dikkat çekerek: “Çocukları bu cid-
di tablodan korumanın en etkili
yolu ise öncelikle zararlı ultravi-
yole ışınlarının yeryüzüne en dik
ulaştığı 10:00-15:00 saatleri ara-
sında güneşe çıkarmamak. Güneş
ışınlarının yeryüzüne zararlı açıda
geldiğini gösteren en tipik işareti
ise gölgenizin sizden küçük olma-
sı.” diyor.
10 Adımda Güneş Çarpmasından
Korunun
Sıcak hava vücut sıvı dengesi
bozulduğunda çok daha tehlikeli
olabiliyor. Bu nedenle çocuğunu-
za bol sıvı içirin. Koyu idrar, ye-
tersiz sıvı alımının belirtisidir. Bu
durumda susamış olmasa bile he-
men su içirin.
Çocuğunuzun ara ara gölge ve
su molaları vermesini sağlayın.
Net bir zamanlama olmasa da bu
süre her yarım saatte bir 10 daki-
ka olabilir. İncecik-pamuklu bir
yaz giysisi giydirin. Kıyafeti terle-
me nedeniyle ıslanırsa değiştirin.
Camı açmış da olsanız araba-
nın içinde yalnız bırakmayın. Aşı-
rı tuz takviyesinden / tuz tablet-
lerinden kaçının. Bu tür ürenler
mide boşalmasını yavaşlatarak
sıvı emilimini geciktirirler.
Henüz bebeklik döneminde
ise battaniyeye sarmak ya da faz-
ladan giydirmekten kaçının. Hava
sıcaklığı 28 derece üzerindeyse
buna ek olarak bir de nem ora-
nı yüksekse uzun süren ya da cid-
di efor gerektiren spor aktiviteleri
yapmasına izin vermeyin. Her-
hangi bir nedenle ateşlendiyse sı-
cak havalarda dışarı çıkartmayın.
Bunları Yapın
• Çocuğunuzu hemen serin ve
gölge bir alana taşıyın.
• Vücudunu so-
ğutmaya başlarken
ambulans çağrıldı-
ğından emin olun.
• İç ortama ya da
gölgeye taşıdıktan
sonra düz bir zemi-
ne yatırıp ayaklarını
başından yüksek bir
yere koyun.
• Hemen kıyafet-
lerini çıkartın.
• Soğuk suyla
vücudunu yıkayın: Hortumla su
tutabilir, soğuk suyla dolu küvete
yatırabilir, süngerle silebilir veya
duşun altına sokabilirsiniz.
• Düşük nemli bir ortamda ıs-
lak-soğuk bir çarşafa sarın.
• Klima, bulamazsanız vantila-
tör çalıştırın.
• Bilinci açık ise soğuk içe-
cekler ( 15 dakikada bir 250 ml
kadar) ve tuzlu yiyecekler ve-
rin. Domates suyu gibi bir mik-
tar tuz içeren içecekler sıvı kay-
bının yerine konması için ideal.
Çünkü vücuttaki tuz kaybı yerine
konana kadar sadece su gibi tuz-
dan fakir sıvıların verilmesi, vü-
cut tuz oranının daha da düşüp
bilincin kapanmasına neden ola-
bilir.
Bunları Yapmayın
• Bilincinden emin değilseniz
içmesi için bir şeyler vermeyin.
İçtiği sıvının ciğerlerine kaçışına
neden olabilirsiniz.
• Vücut ısısını düşürmek için
kesinlikle soğuk sıvı vermeyin.
Çünkü soğuk sıvıların kullanıl-
ması, ısıyı düşürmeyi hızlandır-
masına rağmen, zaten
strese girmiş olan kalp
kası üzerinde aritmi
riskini arttırabiliyor.
• Havale geçirme
durumunda kilitlen-
miş ağzını açmak ya
da dilini çıkartmak
için ağzına kaşık ya da
başka bir cisim sok-
mayın. Başını yana çe-
virmeniz hava yolunu
açık tutmak için yeter-
lidir.
Ağustos 201286 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
BöğürtlenGülgillerden bahçe çitlerin-
de, yol kenarlarında kendili-
ğinden, beyaz çiçekleri yaz ay-
larında açan yetişen dikenli bir
çalıdır. Yemişi ahududuya ben-
zer, fakat ondan küçüktür. Ön-
celeri kırmızı iken sonraları ka-
rarır. Çileğe benzeyen meyvesi
sulu ve tatlıdır. C Vitamini açı-
sından zengindir. Yaprakları; çi-
çekleri açmadan toplanıp kuru-
tulur. Birçok türü vardır.
Faydası
Vücuttaki zararlı maddelerin
temizlenmesine yardımcı olur.
İyi bir antioksidandır. Yük-
sek tansiyonu düşürür ve bede-
ni güçlendirir. Olgun böğürtlen
idrar söktürücüdür ve kabızlı-
ğa iyi gelir. Ham böğürtlenin
ise ishal kesici özelliği vardır
ve fazlası kabız yapabilir. Ağız,
dil, diş eti ve bademcik iltihap-
larını giderir. Ayaklardaki şiş-
likleri indirir. Gözlerdeki zafi-
yeti giderir. Mesane taşlarının
düşmesine yardımcı olur. Hari-
cen kullanıldığı takdirde ağrıla-
rı dindirir, yanıkları iyileştirir.
Kökü kaynatılıp, suyu içilirse
kandaki şeker oranını düşürür.
Basura faydalıdır.
Kullanımı
Böğürtlenin meyvesinden,
yapraklarından ve köklerinden
faydalanılır. Yaprakları kayna-
tılarak suyu ile gargara yapılırsa
ağız, diş eti ve bademciklerdeki
iltihaplara iyi gelir. Kökleri kay-
natılarak suyu içilirse böbrek
kumunun ve taşlarının düşmesi-
ne yardımcı olur. Böğürtlenden
şurup ve reçel de yapılır. Şurubu
göğüs ve solunum yolları rahat-
sızlıklarında oldukça yararlıdır.
Ayrıca, böğürtlen yaralara sürü-
lürse iyileşmelerini kolaylaştırır.
Şifalı Bitkiler
Melzemeler
1 adet bostan (sakız) kabağı1 çay bardağı şeker1,5 litre süt
Hazırlanışı
Kabak küp küp doğranır, bir tencereye alınır. Bir çimdik tuz ve üzerini geçecek kadar su ilave edi-lip, haşlanmaya bırakılır. Haşlanan kabaklar sü-zülerek blenderden geçirilir. Püre haline getirdi-ğimiz kabaklar bir tencereye alınır, süt ve şeker ilave edilir. Orta ateşte kaynadıktan sonra 15 da-kika daha pişirilir, muhallebi kıvamına gelince ılık veya soğuk servis yapılır.
Afiyet olsun.
Sütlü Kabak (Annemin Muhallebisi)
Ağustos 201288
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz