M. Nihat MALKOÇ Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · 2017-07-14 · Rabbimiz, insana doğrudan...
Transcript of M. Nihat MALKOÇ Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · 2017-07-14 · Rabbimiz, insana doğrudan...
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 201 • TEMMUZ 2017 • Fiyatı: 10 TL
201
0 0 2 0 1
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecinde Tasavvufun Etki Sahası
15 Temmuz Darbe Girişimini Doğru Okumak
Sırlarla DoluBir Şaheser: “Fatih Camii”
Osmanlı Çınarının Kökü Ertuğrul Gazive Türbesi
M. Nihat MALKOÇ
Mustafa ÖZÇELİK
Resul KESENCELİ
Kadir ÖZKÖSE
Ümmü Şerik (R. Anhâ)N. Nida DURAN
Yaz Kur’an KurslarıHanife IŞIK
Samimi OlmakSümeyye Büşra YILDIZ
Allah’a KarşıSamimiyet
Halide YENEN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
basyazı Bekir AYDOĞAN
Vatan ve Bayrak Sevgisiyle
Bir milletin varlığı, sosyal, kültürel, ekonomik güçle birlikte, şuurlu, eğitimli bireylerin manevî bir-liktelik esasındaki samimiyeti ile mümkündür. Kültürümüzden aldığımız bayrak ve vatan sevgisiyle hürriyetimiz için yapılan mücadeleleri tarih boyunca hep müşahede etmişizdir. Özellikle, geçtiğimiz 15 Temmuz’da ülkemiz büyük bir fitneyi ve bozgunculuk hareketini, hamd olsun millî birlik ve beraberlik ruhuyla bertaraf etti. Bu güzel toprakların inançlı vatandaşları olarak ellerimizde şanlı bayrağımızla sokakları, caddeleri, meydanları siper kılıp adeta ihanet odaklarına karşı savunduk. Aylarca bu ruhu diri tutarak nöbetlerde bulunduk. İçinden geçmiş olduğumuz bu süreç bize her zaman uyanık olmamız ge-rektiğini hatırlattı. Gerçek, samimi maneviyat ocaklarının millî ruhla haykıran birlik terennümlerini işittik. Kardeşlik ve huzur içerisinde yaşadığımız bu son kaleyi canımız pahasına savunmamız gerektiği şuurunu gönüllere nakşettik. Yaşlısıyla genciyle, kadınıyla erkeğiyle bir yürek olarak vatan hainlerine karşı toplu olarak hareket etmenin lüzumunu bütün dünyaya hep birlikte gösterdik.
Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamideddin Ateş Efendi’nin vatan ve bayrak sevgisinin önemine işaret eden satırlarıyla sizleri baş başa bırakıyorum: “Anadolu toprakları üzerinde yaklaşık dokuz asrı aşkın zamandır yaşayan milletimiz, cihan tarihinin en büyük ve ihtişamlı devletini kurarken, temel har-cını inanç, hoşgörü, sevgi ve adâlet ile atmış ve böylece üç kıtada hüküm sürmüş, yıkılmaz bir kültür ve medeniyet kalesini bina etmişlerdir.
Kimileri bu vatana, bu bayrağa, bu manevî değerlere ihanet etse de biz şehitlerimizin kanlarından rengini almış şanlı bayrağımızın gölgesinde hayatımızı huzur içerisinde geçirme gayretinden asla ay-rılmayacağız. İşte öz kültürümüzü bilmek, birlikte yaşama duygusunu geliştirmek, geçmişten geleceğe bir takım hadiseleri öğrenmek bu vatan topraklarında yaşayan herkesin görevidir, vatanına olan vefa borcudur. Anadolu sevgisi ile hakikatlere kapı aralayanlar, o kapıdan içeri girenler gönül güzelliklerini yeniden keşfetme imkânını bulur, huzurlu ve mutlu olurlar.
Bütün insanlara hizmet etmeyi kendine ana düstur edinen, özellikle ülkemizi ve şanlı bayrağımızı çok seven, hizmetleriyle ‘Gönüller Sultanı’ olan, gönüllere taht kuran Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin adına kurulu bulunan vakfımızın bütün faaliyetlerinde vatan ve bayrak sevgisi ile kültürel ve sosyal hizmetlerin gerçekleştirilmesi bizim için tarihe, yüce milletimize ve ulvî değerlerimize gösterdiği-miz bir vefa borcudur. Biz bu şanlı bayrağın gölgesinde ilelebet manevî duygulara yaşamayı şiar edinmiş bir kadim geleneğin evlatları olarak ‘Allah milletimize ve devletimize zeval vermesin.’ diyerek her daim can u gönülden dua diyoruz. Gönül dünyasında bu güzide sevgiyi taşıyan dostlara en kalbi selamlarımla…”
With the Love of Nation and Flag
The existence of a nation is possible with the social, cultural and economic power, beside the sincerity and spiritual togetherness of conscious and educated individuals. With the love of nation and flag we have learnt from our culture, we have always witnessed the fight for the liberty of our nation and flag. Especially, on the 15th of July, we parried the unrest and defeatism with our spirit of national unity and solidarity. The faithful citizens of our counrty protected our country with the flags in their hands and with their supreme courage in their heart. Chairman of the board of trustees of our foundation Hamit Hamidettin Ateş emphasized the importance of the love of nation and flag with those lines: “We, as the progeny of our ancient tradition who maximed living under the shadow of our supreme flag full of spiritual feelings, always pray for our country saying “ May Allah never let the ones who want to destroy our nation and country.” Best regards…
temm
uz/2
017
somuncubaba 1
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 24 Sayı: 201 - Temmuz 2017
Basım Tarihi: 01 Temmuz 2017
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.
Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41
Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
Kuş Beyinli Karganın İnsanlığa ÖğrettikleriAli AKPINAR
Enbiya YILDIRIM
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Dostluk
İnsan, yanlış işler yaparsa hayvanlardan daha aşağı ve onlardan daha âciz olur. Yüce Rabbimiz, insana doğrudan cenâze defin işini öğretebilirdi, ancak kardeş katili Kâbil’e bir karga vâsıtasıyla bu işi öğreterek onun âciz ve hakir oluşunu ortaya koydu.
İnsanın hayatta başarılı olması, belli makamlara ve imkânlara erişmesi geçmişini ve dostluklarını unutturmamalıdır. Malum olduğu üzere, insan dostları olduğu sürece bir anlam ifade eder.
Kuş Beyinli Karganın İnsanlığa Öğrettikleri ..................6Ali AKPINAR
Azîzân Ali Râmîtenî (k.s.) ...................................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK
İslâm İtikadına Göre Rûh ve Mâhiyeti .............................14Ramazan ALTINTAŞ
Osmanlı Çınarının Kökü Ertuğrul Gazi ve Türbesi ........18M. Nihat MALKOÇ
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecinde Tasavvufun Etki Sahası.......................................................24Kadir ÖZKÖSE
İnsan Aynasında Hakikati Seyredebilmek ......................28Musa TEKTAŞ
İslâmî Literatürde Fitne Kavramı ....................................34Mehmet DERE
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Dostluk ....................................38Enbiya YILDIRIM
Sırlarla Dolu Bir Şaheser: “Fatih Camii” ........................42Resul KESENCELİ
Ertuğrul Gazimiz ..................................................................47Halil GÖKKAYA
Mustafa Takî Efendi’nin (k.s.)Bir Şiiri ve Düşündürdükleri ..............................................48Fatih ÇINAR
Ebû Hanîfe’nin Gözde Öğrencilerinden: “İmam Züfer” .......................................................................52Abdullah KAHRAMAN
Derviş, İyilik Yolunun Yolcusudur .....................................56Mürsel GÜNDOĞDU
Kuruluş Devrinde Gönül Erleri .........................................60Vedat Ali TOK
15 Temmuz Türküsü ...........................................................63Bekir OĞUZBAŞARAN
“Kur’an” Hatâdan Korunmuştur ......................................64Mustafa KARABACAK
15 Temmuz Darbe Girişimini Doğru Okumak ...............68Mustafa ÖZÇELİK
Güncel Dinî Konular ve Fıkhî Hükümler .........................72Yusuf HALICI
En Değerli Hazine: “Gençlik” .............................................74Ali ÖZKANLI
18-19. Yüzyılda Osmanlı’da Bilim ....................................76İsmail ÇOLAK
Sen’i Söyler, Kur’ân Sana!.. ................................................81Rıfat ARAZ
Mü’minin Hayatında İhlâs ve Samimiyetin Yeri.. ..........82Mukadder Arif YÜKSEL
Okudum.. ...............................................................................85Celalettin KURT
Yabancı Kelime Özentisi Sorunu.. ....................................86Erol AFŞİN
M. Nihat MALKOÇ
Resul KESENCELİ
Osmanlı Çınarının KöküErtuğrul Gazi ve Türbesi
Sırlarla Dolu Bir Şaheser: “Fatih Camii”
Oğuzların Kayı Boyu’na mensup olan Ertuğrul Gazi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey’in babasıdır.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1470 yılında, Bizans’ın Ayasofya’dan sonraki ikinci kutsal tapınağı Havariyun Kilisesi kalıntıları üzerine büyük bir külliye ile yaptırılan Fatih Camisi, ilk selâtin cami olma özelliğini taşımaktadır.
Fatih ÇINAR
Mustafa Takî Efendi’nin (k.s.)Bir Şiiri ve Düşündürdükleri
06
18
38
42
48
Şeyh Hamid-i Velî Minberinden Hutbeler
Elliyedinci Hutbe
Muhterem Cemâat-İ Müslimîn!Bu Hutbemiz Âdâb-ı İslâmiyye’ye Dâirdir
Bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, diğer bir kimseye fısk-ı fücur ile isnâd edemez. İsnâd
etmesi hâlinde o fısk-ı fücur veya küfür isnâd eden kimsenin söyledikleri, kendisine rücû
eder, döner. O isnâd dönüp dolaşıp, kendi üzerine gelir maazallah!” buyuruluyor. Buna
göre bir mü’min hakkında haksız yere fena bir iş veya küfür, isnâd eden kimsenin, tevbe
ve istiğfar ederek söz attığı kimse ile helâlleşmesi lâzımdır. İsnat ettiği söz, velev ki, o
kimsede mevcûd olsa bile, yine İslâm âdabı îcâbı, bir mü’minin kusurunu teşhir ve ilan
etmek ve bu surette ona ezâ vermek de haramdır.
Yalnız, bir kusur görüldüğünde hüsn-i niyetle nasihate mukadder ise ve sözü müsbet
te’sîr yapacaksa münâsip şekilde nasihatte bulunmak îcâb eder. Bir kusura karşı şiddetli
hareket etmek, kusurlu kimsenin hiddetini ve cürümde ısrarına mûcib olur ki, bundan
kaçmak lâzımdır. Nitekim bir âyet-i kerîmede Hazret-i Mûsâ ve Hârûn (a.s) “kavl-i ley-
yin” (tatlı ve yumuşak söz) ile söylenmesi ferman buyrulmuştur. Yine bir Buhârî hadîs-i
şerifinde İbn-i Ömer’den rivayetle, “Bir Müslim, diğer Müslümin din kardeşi olup, o Müslim
kendi kardeşine zulüm ve eza etmez. Zulüm ve eza eden kimseye de onu teslim etmez. Yani
başkasının zulmünde onu himaye etmesi kardeşliği icâbıdır. Ve kim ki bir Müslimin gam ve
kederini giderir Allah da kıyamet gününde o kimsenin gam ve kederini giderir. Ve kim ki bir
Müslimin kusurunu örterse Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını örter.” buyuruluyor.
Yine Buhârî’de Ebû Hureyre (r.a)’dan rivayetle: “Allâhu Teâlâ’ya ve âhiret gününe îmân
etmekte olan kimse, misafirine ikram ve ihtiram etsin. Ve Allâhu Teâlâ’ya îmân etmekte
olan kimse ya hayır söylesin, ya sükût etsin.” buyruluyor. Kelime-i küfür, kötü söz, sövmek,
küfür etmek, insanın iyi amellerini silip götürdüğü gibi şeref ve i’tibârını da düşürür,
çok büyük günahtır. Azaba dûçâr eder, bi’lhâssa çocuklarınızı, küçük yaşlarında çocuk-
luk çağlarında sıkı bir murâkebe altında bulundurarak terbiye-i ahlâkiyyelerine dikkat
ve ihtimam ederek kendilerini, fena söz söyletmek, sövmek ve küfür etmek gibi lisân
âfetlerinden korumak başta gelen vazifemizdir.
Ağzından bir kelime-i küfür çıkan kimsenin hemen hiç vakit geçirmeden sıdk u ihlâs
ile tevbe etmesi îmânını, hatta nikâhını yenilemesi îcâb eder. (Tecdîd-i îmân, tecdîd-i
nikâh lâzım gelir.) Öfke, gazap insanı bir anda helake sevk edebilir. Nitekim bir hadîs-i
şerîfte: “Sirke, balı ifsad ettiği gibi gazâb da îmânı ifsad eder. Yani insanın lutf, şefkat, mer-
hamet ve hilm gibi güzel sıfatlarını giderir.” buyrulmaktadır. Bir anda bir musîbet neticesi
denilen bir kelime-i küfür çıkacak olursa, o zamana kadar işlediği güzelim amelleri hep
birden heba olur, yanar. Tevbe etse de mahvolan amelleri artık geri dönmez. Birçok
fena vakalar, katiller, cinayetler öfke ve tehevvür neticesi olmuyor mu? İşte bu en büyük
düşman olan, nefsimizle mücâhede ederek ibâdet ve tâatla onun salâhına çalışmak ve
gayret etmemiz lâzımdır.
Kâinat Kitabı’nın âyetlerinden olan hay-vanlar, insanlar için yaratılmıştır. Yüce Yaratıcı, çeşit çeşit karada yürüyen, ha-
vada uçan ve deniz yüzen hayvanları yaratarak erişilmez kudretini göstermiş ve bu hayvanları insanlığın hizmetine sunmuştur. Hayvanlarda çok farklı özellik ve güzellik vardır ki hepsi insa-na bir şeyler söyler. Sözgelimi şekil olarak kara hayvanları, kara taşıtları; hava hayvanları hava taşıtları; deniz hayvanları deniz taşıtları için in-sana model olmuştur. Her hayvan kendine özgü öne çıkan özelliği ile insana örnek olmuştur. Arı-nın üretkenliği, karıncanın çalışkanlığı, koyunun uysallığı, keçinin inadı, tilkinin kurnazlığı, eşeğin yol bilmesi, köpeğin sadâkati gibi.
Bir Karga Kadar Olamadığına Hayıflanır
Hayat düsturumuz Kur’ân, pek çok hayvan-dan bahsederek onlar üzerinden bizlere ders verir. Bunlardan biri de bir karganın Hz. Âdem’in oğluna, cenâze defni konusunda rehberlik et-mesidir. Şöyle ki; Âdemoğlu Kâbil, kıskançlığı yüzünden kardeşi Hâbil’i katletmiş, ancak onun cesedini defnetmeyi akıl edememiştir. Kardeşi-nin cesediyle ortada kalan kâtil Kâbil, bozulma-ya yüz tutan cesedi ne yapacağını bilememiştir. Sonunda Yüce Rabb’imiz, ona iki karga gönder-miş, o iki karga Kâbil’in yanında kavga etmişler, biri diğerini öldürmüş, diğer karga ölen kargayı gagasıyla yeri eşerek gömmüştür. Olaya şahit olan Kâbil, benzer şekilde kardeşinin cesedini defnetmiş ve bir karga kadar olamadığına ha-yıflanmıştır. Olay Kur’ân’da şöyle anlatılır:
“Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceği-ni göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölü-sünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım.’ dedi de ettiğine yananlardan oldu.”1
Anlatılan bu olaydan da anlıyoruz ki, insan, yanlış işler yaparsa hayvanlardan daha aşağı ve onlardan daha âciz olur. Yüce Rabbimiz, insana doğrudan cenâze defin işini öğretebilirdi, ancak kardeş katili Kâbil’e bir karga vâsıtasıyla bu işi
öğreterek onun âciz ve hakir oluşunu ortaya koydu. Zaten Kâbil’in pişmanlığı, kardeşini kat-letmekten ziyâde, onu defin konusunda karga kadar olamayışına idi. Onun için Peygamberi-miz, “Yeryüzünde haksız yere dökülen her kanın vebâlinden bir pay Âdemoğlu Kâbil’e yazılır, zira o ilk kan dökmeyi başlatandır.”2 buyurmuştur. Ni-tekim kaynaklarımız onun pişmanlığının, karde-şini öldürmesi üzerine olsaydı, bu onun için tev-be olurdu. Ancak o, kardeşinin cesediyle ortada kalışı, kardeşini öldürdükten sonra dünyevî bir şey elde edemeyişi, anne ve babası tarafından tart edilişi, diğer insanlar yanında rezil oluşu üzerine pişmanlık duyduğunu belirtirler.
Cenâzeyi defin işi, bize Hz. Âdem’in oğlundan kaldı. Aslında o da bunu bir kargadan öğrenmiş oldu. Kargaya bu içgüdüyü öğreten ise, herkese her şeyi öğreten Yüce Yaratıcı idi. “Rabb’imiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir.”3 Zaten, “Hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa onu alır.” Nitekim Peygambe-rimiz şöyle buyurmuştur: “Âdem’in iki oğlu bu ümmet için örnek olarak anlatılmıştır. Onlardan hayır nâmına ne varsa alın, şer olanı da bırakın!”4
Cenazenin Toprağa Defnedilmesi
Anlatılan bu olay, insan cenâzesinin ilk insan-dan itibaren toprağa defnedildiğini gösterir. Tarih boyunca yapıla gelen ve bundan sonra yapılması gereken de budur. İnsan cesedini yakma, külünü denize savurma yahut külünden hatıra eşyalar yapma, cesedi mumyalama ve benzeri uygulama-lar ise, sonradan türetilmiş câhiliye işleridir.
“İnsanoğluna sahip olduğu akıl, her zaman yetmemektedir. Aklın dış unsurlarla desteklenmesi yahut yönlendirilmesi gerekebilmektedir. Aynı şekilde kendi kendine yetmeyen akıl, vahye de muhtaçtır.”
İnsanlığa Öğrettikleri Kuş Beyinli Karganın
“İnsan, yanlış işler yaparsa hayvanlardan daha aşağı ve onlardan daha âciz olur. Yüce Rabbimiz, insana doğrudan cenâze defin işini
öğretebilirdi, ancak kardeş katili Kâbil’e bir karga vâsıtasıyla bu işi öğreterek onun âciz ve hakir oluşunu ortaya koydu.”
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba6 7
Karga, avladığı şeyleri saklamak için toprağa gömerek de insanoğluna örneklik yapmıştır.
Kıssada görsel olarak öğrenmenin ne ka-dar tesirli olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zira Âdemoğlu, defin işini görerek öğrenmiştir.
İnsanoğluna sahip olduğu akıl, her zaman yetmemektedir. Aklın dış unsurlarla desteklen-mesi yahut yönlendirilmesi gerekebilmektedir. Aynı şekilde kendi kendine yetmeyen akıl, vahye de muhtaçtır.
İnsan, ne kadar üstün donanıma sahip olur-sa olsun, çoğu zaman başkalarından öğrenece-ği şeyler vardır. Bazen yaşlı bir insan, küçük bir çocuktan; akıllı biri meczup birinden, hatta bir hayvandan bir şeyler öğrenebilir.
Hayvan Deyip Geçmemeli
Bilinçli bilinçsiz hayvanlar üzerinden olum-suz cümleler kurarız. Birinin geri zekâlı oldu-ğunu anlatmak için “eşek kafalı” deriz. Hâlbuki eşek, sandığımız kadar geri zekâlı değildir. Söz-gelimi onun yol bilgisi çok ileridir. Onun için es-kiden deve kervanlarının önünde mutlaka bir
eşek bulunur ve kervana yol gösterirdi. Çirkin gördüğümüz eşek kafasındaki göz ise, belki göz-lerin en güzelidir.
Yine zekâ seviyesi düşük birini anlatmak için “kuş beyinli” deriz. Hâlbuki kuşlar, sanıldığı gibi geri zekâlı değildirler. Her yıl, kilometrelerce uzak mesafeleri kateden göçmen kuşlar, dağda bayırda yaptıkları yuvaları bilen kuşlar; semâda akıl almaz şekiller çizerek birbirine çarpmadan, rotadan sapmadan uçuşan kuşlar bunun açık kanıtıdır. Bir kuş çeşidi olan karga da pek sevil-mez, “leş kargası”, “kara karga” gibi niteleme-lerle anılır. Oysa ilk insan ve onun şahsında in-sanlık, ölen hemcinsini defnetme işini kargadan öğrenmiştir.
Kur’ân, kuşlarda önemli dersler olduğuna dikkatlerimizi çeker:
“Göğün boşluğunda Allah’ın buyruğuna bo-yun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah’tan başka tutan kimse yoktur. İnanan bir toplum için bunda dersler vardır.”5
Kur’ân, diğer hayvanlar gibi kuşların da bi-zim gibi bir ümmet olduğunu haber verir:
“Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan
kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar.”6
Kuşların uçması da bizler için bir âyettir:
“Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi kuşları gör-
mezler mi? Onları havada Rahmân olan Allah’tan
başkası tutmuyor; doğrusu, O, her şeyi görendir.”7
Yine kuşların tesbîh ettikleri bildirilerek, kuş-
lar tesbîh ederken, insanın tesbîh kervanına ka-
tılmaması kınanır:
“Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra
uçan kuşların Allah’ı tesbîh ettiğini görmez mi-
sin? Her biri kendi niyâz ve tesbîhini bilir. Allah,
onların yaptıklarını bilendir.”8
Peygamber kıssalarında da kuşların ayrı
bir yeri vardır: Sözgelimi Hz. İbrâhim, Yüce
Rabb’imizin ölüleri nasıl dirilttiğini yakînen gör-
mek istediğinde, Rabb’imiz ona dört kuşu ken-
dine alıştırmasını, sonra onları parçalayıp her
bir dağın tepesine koymasını ve ardından onları
kendine çağırmasını, sonunda kuşların dirilip ko-
şarak kendisine geleceklerini emreder.9
Kendisine kuşdili öğretilen10 ve kuşlardan
bir ordusu olan11 Hz. Süleyman’a Sebe’ illerin-
den Kraliçe Belkıs’ın haberini getiren hüdhüd
isimli bir kuştur.12 Hz. Davud ile beraber tesbîh
eden kuşlar anlatılır, Kur’ân’da.13 Hz. İsa’nın
çamurdan yaptığı kuşlarından bahsedilir.14 Fil
Vak’ası’nda, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin
fillerle donatılmış ordusunu helâk eden ebâbîl
kuşlarının attığı küçük çakıl taşları olmuştur.15
Kaynaklarımız Nuh tufanında karaya yaklaştık-
larını Hz. Nuh Peygamber’e gagasında bir zeytin
dalı olan bir güvercinin haber verdiğini söyler.
Özetle söyleyecek olursak, hayvanlarda ve
özellikle de kuşlarda alacağımız pek çok ders var-
dır. Tabii ki ibret gözüyle bakabilirsek, onlar hak-
kında derinlikli araştırmalar yapabilirsek. Ey gönül
gözü açık olan basiret sahipleri, ibret alınız!
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 5/Mâide, 31.2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 703.3. 20/Tâhâ, 50.4. Taberî, Tefsîr.5. 16/Nahl, 79.6. 6/Enâm, 38.7. 67/Mülk, 19.8. 24/Nûr, 41.9. 2/Bakara, 260.10. 27/Neml, 16.11. 27/Neml, 17.12. 27/Neml, 20-26.13. 21/Enbiyâ, 79; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18.14. 3/Âl-i İmran, 48-49, 5/Mâide, 110.15 105/Fîl, 3-5.
“Özetle söyleyecek olursak, hayvanlarda ve özellikle de kuşlarda alacağımız pek çok ders vardır. Tabii ki ibret gözüyle bakabilirsek, onlar hakkında derinlikli araştırmalar yapabilirsek.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba8 9
B uhara’nın yaklaşık 14 km. kuzeyindeki
Râmîten kasabasında doğdu. Mahmûd
Encîrfağnevî’ye intisap edip tasavvufî
eğitimini tamamladı ve onun halifesi oldu. Bir
süre Râmîten civarında halkı irşad ettikten son-
ra Bâverd/Ebîverd’e göç etti. Orada da bazı mü-
ridleri oldu. Daha sonra Bâverd’den Harizm’e
gitti ve oraya yerleşti. Bu yüzden Buharalılar
kendisine Ali Râmîtenî (k.s.) derken Harizmliler
Ali Bâverdî demekteydiler. Tasavvuf ehli arasın-
da “Azîzân” lakabıyla meşhur idi.1
Râmîtenî (k.s.)’nin Harezm şahı ile iyi mü-
nasebetler içinde olduğu bilinmektedir. Aldığı
mânevî bir işaret üzerine Râmîtenî (k.s.), Ha-
rezm diyarına hicrete karar verir. Harizm’e git-
tiğinde, kendisini sadece dokumacı olarak tanı-
tan Ali Râmîtenî (k.s.), şehre girip ikamet etmek
üzere şahtan izin almak için iki müridini gönde-
rir. Onlara; “Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir
dokumacı geldi ve şehrinize girip ikâmet etmek
üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek,
değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair
bir ferman veya vesika talep ediyor.” deyin diye
emir verir.
Dervişler Râmîtenî (k.s.)’nin emrini aynen
yerine getirirler. Böyle bir teklife alışık olma-
yan şah, önce şaşırır. Sonra da istenilen imzalı
vesikayı verir. Dervişler şahın fermanını şeyhe
getirince, o da Harezm’e girer ve şehrin kenar
mahallesinde bir eve yerleşir.
Şeyh Harizm’e yerleştikten sonra her sabah
ırgat pazarına gidip birkaç amele tutarak onla-
ra: “Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine
kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak.
Giderken de ücretlerinizi almak.” derdi. Dola-
yısıyla o, ikindi namazına kadar onlarla dinî ve
tasavvufî konularda sohbet eder, sonra da üc-
retlerini verip gönderirdi. Ancak bir kez soh-
betinde bulunanlar bir daha ayrılmak istemez,
sonraki günlerde tekrar gelirlerdi. Böylece kısa
sürede birçok müridi oldu. Bu durumu tedirgin-
likle karşılayan bazı kişiler, durumu padişaha
bildirdiler. “Böyle giderse bu şeyh, yakında şah
olacak ve saltanatınız elden gidecek.” diye onun
ardına çok sayıda insanı topladığını, padişah
için potansiyel bir tehlike ve rakip olabileceğini
ileri sürdüler. Harezmşah da Râmîtenî (k.s.)’ye
haber göndererek, derhal Harezm’i terk etme-
sini ferman buyurdu. Ancak Râmîtenî (k.s.), “Bi-
zim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü
bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir
belge var. Eğer Şah imza ve mührünü inkâr edi-
yorsa, o zaman şehri terk edelim.” deyince Şah,
imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden,
şeyhin yanına geldi. Şeyhte gördüğü mehabet
karşısında ona hayran kalıp onun bağlıları sa-
fına katıldı.
Harizm’de halkı irşada devam eden Ali
Râmîtenî (k.s.)’nin 130 sene kadar yaşadığı nak-
ledilir. Vefat tarihi olarak 28 Zilkade 715/23
Şu-bat 1316 ile 721/1321 tarihleri verilmek-
tedir. Halkın ziyaretgâhı olan kabir bugün
Türkmenistan’ın kuzeyinde Taşhavuz vilayetinin
Köne Ürgenç kasabasındadır.
Râmîtenî (k.s.)’nin boyu uzun, yüzü güzeldi.
Azaları arasında tam bir uyum vardı. Fakrı il-
tizam etmiş bir dokumacıydı. Avamdan insan-
larla ülfeti severdi. Keramet ve makam sahibi
kâmil bir velîydi. Kübreviyye şeyhi Alâüddevle
Simnânî ile mektuplaşmış ve Yesevî şeyhi Sey-
yid Ata ile bizzat görüşmüştü.
İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak gö-
ren Ali Râmîtenî (k.s.)’ye “İman nedir?” (bazı
kaynaklarda tasavvuf nedir?) diye sordular:
“Ayırmak ve birleştirmek.” diye cevap verdi.
Yani gönlü mâsivâdan ayırmak ve Hak ile bera-
ber olmak.
Azîzân Ali Râmîtenî (k.s.)
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba10 11
Tüm gayreti ile kitlelerin hayra kanalize edil-
mesini, bağlılarının ebedî kurtuluşu elde etme-
lerini hedefleyen Râmîtenî (k.s.) İslâm’ın esas-
larını sağlam bir tevbe ile yerine getirmekten
bahseder. “Allah (c.c.)’a nasuh tevbesiyle tevbe
ediniz” meâlindeki âyette hem işaret hem de
beşaretin bulunduğunu söylemektedir. İşaret
tevbeye, beşaret de olunacağınadır. Çünkü ka-
bul olunmayacak olsa emredilmezdi, diyerek
Allah (c.c.)’tan ümit kesmemeyi yeğlemektedir.
Ona göre tasavvufun hedefi ilâhî muhabbet-
tir. Hakk’ın rızasını kazanmak ve Allah (c.c.)’ı
candan sevmek tüm hâl ve hareketlerin aslıdır.
Ona göre muhabbetin şartı ise muvafakattir.
Hz. Peygamber(s.a.v.)’i sevdiğini iddia eden kişi-
nin ona uyması gerekir.
İlâhî muhabbeti kazanmak kadar korumak
da önemlidir. Bu gerçekten hareketle o, mu-
tasavvıfların “Ağza giren ve çıkanın Allah ve
Rasûlü’nün rızasına uygun olmasına dikkat et-
mek” diye tarif ettikleri verâda titizlik gösterir:
“İki yerde dikkatli olun; yemek yerken girene,
konuşurken ağzınızdan çıkana.” derdi.
İmanı kemâle erdirmeyi, tevbede sami-
miyeti, ilâhî muhabbeti gerçekleştirmeyi, Al-
lah Rasûlü (s.a.v.)’ne tam bir ittibayı öngören
Râmîtenî (k.s.), amele güvenmeyi ise asla mak-
bul saymazdı. Amele bağlanmayı ve onun gü-
zelce yerine getirilmesini öngörürdü. Ancak ki-
şinin kendini de amelini de noksan bilmesini ve
yine amele sarılmasını tavsiye ederdi.
Bir gün müridlerinden biri huzuruna varıp
kalbinin dağınıklığından ve kendini ibadetlere
tam veremediğinden bahseder. Râmîtenî (k.s.)
ona şu rubâîsini okur.
Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki dünya derdini senden almazsa,
Onunla sohbetten etmez isen teberri,
Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.
İbadetlerden haz almanın, gönülden kulluk
eder hâle gelmenin yolunu Râmîtenî (k.s.) İlâhî
tecellinin yansımasına bağlar ve der ki: “Büyük-
ler, ‘Allah (c.c.), mü’min bir kulunun gönlüne bir
gecede üç yüz altmış defa nazar eder.’ demiş-
lerdir. Bu sözle onlar, kalbin vücuda açılan üç
yüz altmış penceresini kastetmişlerdir. Gönül,
Allah (c.c.)’ın zikri ile kaynayıp coşunca, Allahu
Teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe do-
ğan feyizler ve nurlar, bu üç yüz altmış koldan
bütün vücuda yayılır. Böylesi nurların ve feyiz-
lerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle
ibadet eder, yapılan taat ve ibadetlerden lezzet
alır.”
Zikirde ihlâs ve samimiyetin gereğini dile ge-
tiren sözlerinden biri şu şekildedir: “‘Güzel söz-
ler O’na yükselir’ âyetinin hükmünce, zikir kuşu-
nun kanat açıp uçabilmesi için iki kanadı olması
gerekir. Biri huzur, diğeri ihlâstır.”
Kişinin iman, amel, ilim, irfan, ahlâk ve
mânevî mertebeler bakımından kendisinden
yüksek kişileri örnek almasını, öncü şahsiyetle-
rinin seçkin hasletlerine bürünmeyi, modelleme
yoluyla bayağı tutkulardan kurtulmayı öngören
Râmîtenî (k.s.) örneğinde Hâcegân şeyhleri;
“Hocalar/din âlimleri bizim efendilerimizdir.” di-
yerek ulemaya büyük bir saygı göstermişlerdir.
Ali Râmîtenî (k.s.)’nin meclisinde âlimlerden bi-
risi onu övercesine; “Siz özsünüz, biz ise kabuk.”
deyince, Râmîtenî (k.s.); “Öz, kabuğun himaye
ve koruması altındadır.” diye cevap vermiştir.
Sohbetleri, tasarruf gücü, himmet ve heybeti
ile dikkat çeken Râmîtenî (k.s.)’ye ait pek çok ke-
ramet rivayet edilmektedir. Örneğin, Râmîtenî
(k.s.) Harizm’de pazarın kurulduğu gün akşam
saatlerinde iplikçiler pazarına gider, kimsenin
beğenip almadığı iplikleri değeri üzerinden sa-
tın alır ve evine getirirdi. O, bir köşede ibadetle
meşgul olurken iplikler kendiliğinden dokunur
ve kumaş hâline gelirdi. Bu işi gayb erenleri,
Müslüman cinler ya da meleklerin yaptığı kabul
edilmekleydi. Râmîtenî (k.s.) bu kumaşları satıp
elde ettiği kârı üçe böler, âlimlere, fakirlere ve
kendi ailesine sarf ederdi.
Râmîtenî (k.s.)’nin hayatı ve düşünce dünya-
sına ait tespitlerimizi, onun Allah (c.c.) katında
sevgili kul olabilmenin on altı şartını sıralayarak
özetleyebiliriz:
1. Temiz olmak: Temizlik de iki kısma ayrılır:
a. Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz ol-
masıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği
hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içecek ve
kullanılacak bütün eşyaların temiz olmasıdır.
b. Bâtınî temizlik: Kalbin iyi huylarla dolu
olmasıdır. Haset etmemek, başkaları hak-
kında kötülük düşünmemek, Allah (c.c.)’ın
düşmanlarından nefret etmek, dostlarına
da muhabbet etmek gibi Allah (c.c.)’ın be-
ğeneceği iyi huylardır. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın
nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünya sevgisi
doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle
beslenmemelidir. Gönül temiz olmazsa iba-
detlerin lezzeti alınamaz, marifete ve ilâhî
bilgilere kavuşulamaz.
2. Dilin temizliğidir: Dilin münasebetsiz ve
uygun olmayan sözleri söylemeyip sus-
ması, Kur’ân-ı Kerim okuması, emr-i bi’l-
ma’rûfnehy-i ani’l-münkerde bulunması,
Allah (c.c.)’ın emirlerini yapmayı ve yasakla-
rından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğrenmesi
dilin temizliğinin göstergesidir.
3. Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmaya çalışmak: Böylece göz, haramlara
bakmamış olur. Zira kalp, göze tâbîdir. Her
harama bakış, kalp aynasını karartır.
4. Oruç tutmak: İnsan oruç tutmak suretiyle
meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş
olur. Kişi oruç tutarak gönlünü huzura ka-
vuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp siper
hâsıl etmelidir.
5. Allah (c.c.)’ı hatırlamak ve ismini çok
söylemek: En faziletli olan zikir “Lâ ilâhe
illallah”tır. “Lâ ilâhe illallah” diyen kimse
ihlâs sahibi olur.
6. Havâtırı fark etmek: Havâtır, yani insa-
nın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır.
Bunlar; rahmânî, melekî, şeytânî, nefsânîdir.
Havâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak
ve kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır.
Havâtır-ı melekî; ibadet ve taate rağbet et-
mektir Havâtır-ı şeytânî; günahı süslemektir.
Havâtır-ı nefsânî; dünyayı talep etmektir.
Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak
gerekmektedir.
7. Allah (c.c.)’ın hükmüne rıza göstermek ve
iradesine teslim olmak: Havf ve recâ/korku
ve ümit arasında yaşamak esastır. Zira Allah
(c.c.)’tan korkan kimse, günah işlemekten
utanır. Ayrıca mümin ümitsizliğe de düşmez.
Zaten Allah (c.c.) da ümitsizliğe düşmemeyi
emretmektedir.
8. Sâlihlerle sohbeti tercih etmek: Sâlihlerle
sohbet edildiği takdirde, günahlara perde
çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.
9. İyi ve güzel hasletlerle bezenmek: Bu
da her şeyi yaratan Allah (c.c.)’ın ahlâkıyla
ahlâklanmaktır.
10. Helâl ve temiz lokma yemek: Helâl yeme-
yen kimse, Allah (c.c.)’a itaat etme gücünü
kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de
Allah (c.c.)’a isyankâr olamaz. Helâl ve temiz
yer, asla israf etmez.
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 187-201. sayfalarından özetlen-miştir.
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba12 13
Ruh ve mâhiyeti konusunda akıl yürüt-
meler insanlığın tarihi kadar eskidir. En
ilkel toplumlardan en gelişmiş toplum-
lara varıncaya kadar rûh meselesi hep tartışıla
gelmiştir. Şüphesiz bunda en etkili faktör, ölüm
ve ötesi ile ilişkinin varlığını tesbit etmek me-
rakı ve çabasıdır. İnsanlık tarihi boyunca rûh
ve rûhun mâhiyeti bakımından yapılan tartış-
malarda belli başlı iki zihniyetin ortaya çıktığını
görüyoruz. Bunlardan ilki, rûhun bedenle birlik-
te yok olacağını savunan tabiatçılar: ikincisi ise
rûhun varlığını kabul etmekle birlikte tanımında
ve mâhiyetinde ihtilâfa düşen inananlardır.
İslâm’ın ilk yıllarında gerek Müslümanlar
ve gerekse gayr-i müslimler tarafından Hz.
Peygamber (s.a.v.)’a itikatla ilgili bazı sorular
sorulmuştur. Günah, Zü’l-karneyn, ashâbu’l-
kehf, kıyâmet günü ve alâmetleri gibi soruların
yanında, özellikle Yahudiler tarafından insana
canlılık kazandıran rûhun mâhiyeti hakkında
sorular sorulmuştur. İşte Yahudilerin Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’a rûhun mâhiyeti hakkında sor-
dukları soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur:
“Sana rûh hakkında soru soruyorlar. De ki:
‘Rûh, Rabb’imin bileceği bir şeydir. Size pek az
ilim verilmiştir.”1
Latif Bir Cisim
Sözlükte rûh; “can, nefes ve güç” anlamına
gelir. Terim olarak, “bedenin zıddı olan, insanın
cevherini ve özünü oluşturan, onu insan yapan
ve diğer bütün varlıklardan ayrı olmasını sağla-
yan soyut varlık” olarak anlaşılmıştır. Ayrıca “la-
tif bir cisim” olarak tanımlayanlar da olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de rûh sözcüğü çeşitli anlamlara
gelir. Bunlar sırasıyla vahiy2, kuvvet, sebât ve
yardım,3 Cebrâil,4 Yahûdilerin Rasûlullah’tan
sordukları, özellikle insanın mânevî cevheri
ve özü5 ve Meryem oğlu Mesih mânâsınadır.6
Kur’an’da insanoğlunun rûhu ise, “nefs” olarak
bildirilmiştir.7 İnsan bedeniyle ilişkili olan ve asıl
tartışmalara konu olan rûh, “Rabb’in emrinde
olduğu bildirilen” rûh, insanı canlı varlık yapan,
bedeni yöneten rûhtur. Ayrıca “nefs” de rûh
mânâsına gelir.
İbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre nefs, can-
lılık faaliyetlerini yürüten ‘hayvânî rûh’a denir.
Bu uyku halinde bedenden çıkar ve insan uya-
nınca bedene geri döner. Ölüm anında ise nefis
tamâmen bedenden ayrılır. Nefis ile rûh ara-
sındaki fark, zatla ilgili değil, sıfatlarla ilgilidir.8
Bir başka görüşe göre rûh ilâhî bir varlık, nefis
ise insânî bir varlıktır. İnsanlar nefisleriyle de-
nenirler. Beden ve nefsin ölümüyle birlikte rûh
ölmez. Rûhlar insanlara benzer. Elleri, ayakları,
gözleri, kulakları ve dilleri vardır.9
Yakaza Halindeki Rûh
İnsan bedeni, rûhun kalıbıdır. İnsan uyanık
olduğu zaman rûh bedendedir. Rûh, bedenden
taalluku ile ayrıldığı zaman insan uyur. Beden
uykuda iken rûhlar rüyalar görür. Eğer gördüğü
rüyalar semâda gerçekleşiyorsa, bu sahih rüya-
dır. Çünkü şeytanlar semâya yol bulamaz. Nite-
kim Kur’an’da semâdaki gizli konuşmalara ve sır-
lara vâkıf olmak isteyen şeytanların taşlanarak
uzaklaştırılacağına dair âyetler vardır.10 Eğer rûh
rüyayı semânın dışında görürse, bu şeytanın at-
masındandır. Rûh, bedene döndüğü zaman insan
uyanır.11 Buna yakaza halindeki rûh da denir. Bir
diğeri de hayat adı verilen rûhtur. “Canlılık rûhu”
diyebileceğimiz bu rûhun bedendeki fonksiyo-
Rûh ve Mâhiyetiİslâm İtikadına Göre
“Rûh, mâhiyet itibariyle maddî bir hüviyette olan bedene muhâliftir. Can ve insânî nefis adı verilen rûhlar, nûrânî, latîf ve şeffaf bir
yapıdadır. Başta İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî olmak üzere Ehl-i Sünnet kelâmcılarının çoğunluğunun görüşü olan bu tarifin, rûh hakkında yapılan
tanımlamaların en doyurucusu olduğunu söyleyebiliriz.”
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
“İnsan bedeni, rûhun kalıbıdır. İnsan uyanık olduğu zaman rûh bedendedir. Rûh, bedenden taalluku ile ayrıldığı zaman insan uyur. Beden uykuda iken rûhlar rüyalar görür. Eğer gördüğü rüyalar semâda gerçekleşiyorsa, bu sahih rüyadır.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba14 15
nu, bedene canlılık kazandırmaktır. Hayat rûhu
bedende olduğu müddetçe beden diri kalır, ay-
rıldığı zaman ise beden ölür. Tekrar bedene dö-
nerse canlılık da dönmüş olur. Özellikle insanın
bedeninde bulunan bu iki rûhun yeri, Allah mut-
tali kılmadıkça bilinemez Bu ikisinin durumu bir
annenin karnındaki iki ceninin durumu gibidir.12
Dolayısıyla insan bedeninde yakaza ve hayat adı
verilen bu rûhun yeri bilinmemektedir.
Rûh, mâhiyet itibariyle maddî bir hüviyette
olan bedene muhâliftir. Can ve insânî nefis adı
verilen rûhlar, nûrânî, latîf ve şeffaf bir yapıda-
dır.13 Başta İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî ol-
mak üzere Ehl-i Sünnet kelâmcılarının çoğun-
luğunun görüşü olan14 bu tarifin, rûh hakkında
yapılan tanımlamaların en doyurucusu olduğu-
nu söyleyebiliriz. Nitekim İbn Kayyım da er-Rûh
adlı meşhur eserinde rûhun mâhiyetine yönelik
bu görüşün en doğru; Kitap, sünnet, icmâ, akıl
ve fıtrata da en uygun olduğunu söyler.15
Rûhun cesetlerden ayrı bir varlığının olduğu
bir gerçektir. “Hele can boğaza dayandığı zaman
o vakit siz bakar durursunuz,”16 âyeti, ruha; “…
Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak.”17
âyeti de hayat adı verilen canlılık rûhunun varlı-
ğına; “Allah ölenin ölüm zamanı gelince ölmeye-
nin de uykusunda rûhları alır. Bu sûretle hakkında
ölümle hükmettiği (rûhu) tutar, ötekini muayyen
bir vakte kadar (bedene) salıverir.”18 âyeti ise,
hem yakaza ve hem de hayat adı verilen rûhun
varlığına delil teşkil eder. Bütün bu âyetlerden
anlaşıldığına göre hayat adı verilen can ve rûh
ayrı ayrı iki cevherdir. Canla beraber bu rûh be-
denden ayrıldığı zaman insan ölür. Can (hayat)
adı verilen rûh bedenin ölümüyle birlikte ölmez
ve semâya kaldırılır.19
Kabirde rûhlar cesetlerden tecrit edilmiş bir
vaziyettedir. Kabirde Münker-Nekir isimli me-
leklerin sorgulaması için rûhlar bedene iâde
edilir. Kabirlerden diriliş ve haşr yaklaştığı za-
man yakaza adı verilen rûh ölür. Bundan sonra
kırk yıl müddetçe uyurlar. İşte ikinci sur’a üflen-
mesiyle birlikte yakaza adı verilen rûh bedene
tekrar iâde edilir. Bunun üzerine âyette vurgu-
landığı gibi kâfirler, “Bizi tatlı uykumuzdan kim
uyandırdı?” derler.20
Rûh ve Bedenden Müteşekkil Bir Varlık
İnsan rûh ve bedenden müteşekkil olan bir
varlıktır. Rûh ister tek ve isterse birden fazla
kategoriye ayrılarak izah edilsin, rûh adı verilen
mânevî bir cevher vardır. Bu cevherin varlığı ko-
nusunda, kabul edenler açısından hiçbir problem
yoktur. Problem, rûhun mâhiyeti konusunda or-
taya çıkmaktadır. Rûh mes’elesi dinin öğrenilme-
si gereken zorunlu ana konularından olmadığı
için varlığını kabul ettikten sonra rûhun mâhiyeti
ve hakikati konusunda nasıl itikâd olunursa olun-
sun tevhîde aykırı bir inanç meydana gelmez.
Sonuç olarak, mâhiyetini tam olarak kav-
rayamadığımız rûh, bizim Yüce Allah’la temas
kurmamızı sağlar. Şüphesiz o, Yüce Allah’ın bizi
bilgilendirdiği gibi, “Kendi rûhundan bir tecellî”
olup, insanın çamuruna yerleştirmiştir.21 Bu
âyetlerde rûh, Allah’a izâfe edilmiştir. Bu izâfet,
onun Allah tarafından yaratıldığına bir işarettir.
Rûh, bu izâfet sayesinde benzerlerinden şeref-
lenme ve özelleştirilme ile ayrılmıştır. Bu sebep-
le bazı âlimler, insan rûhunun vasıfları, Allah’ın
sübûtî sıfatları ve O’nun güzel isimleri arasında
bir müşâbehetin/benzerliğin varlığından bah-
seder.22 Tabii ki buradaki müşâbehetin varlığı,
mâhiyete dayalı değildir. Allah’ın isimleri Kendi
ulûhiyetine yakışır bir tarzda, insanın rûhunun
vasıfları ise, ubûdiyete yakışır bir tarzdadır. O
halde, bedenle rûhun ilişkisi, zeytinyağının zey-
tindeki, gülyağının güldeki durumu gibidir.
Her şeyin doğrusunu ve murâdını Yüce Allah
daha iyi bilir.
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 17/İsrâ, 85.
2. Bk. 42/Şûrâ, 52; 40/Mü’min, 15.
3. Bk. 58/Mücâdile, 22.
4. Bk. 26/Şuarâ, 93; 2/Bakara, 97; 16/Nahl, 102.
5. Şu âyetlerde geçmektedir: 78/Nebe’, 38; 97/Kadir, 4.
6. Bk. 4/Nisâ, 171.
7. Bk. 89/Fecr, 27; 75/Kıyâme, 2; 12/Yûsuf, 53; 6/En’âm, 93;
91/Şems, 7; 3/Âl-i İmrân, 185.
8. Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Rûh, Beyrut, 1991, s.423.
9. Bk. İbn Kayyım, a.g.e., s.464.
10. Bk. 67/Mülk, 5; 15/Hicr, 17.
11. Bk. İz b. Abdüsselâm, Beyânü Ahvâli’n-Nâsi Yevme’l-
Kıyâme, Dımeşk, 1995, s.22.
12. Bk. İz b. Abdüsselam, a.g.e., s.23.
13. İz b. Abdüsselam, a.g.e., s.24
14. Bk.Cüveynî, Ebu’l-Meâli, el-İrşâd ilâ Kavâtıı’l-Edille fî
Usûli’l-İ’tikâd, Kahire, 1950, s.377.
15. Bk. İbn-i Kayyım, er-Rûh, s.392.
16. 56/Vâkıa, 83-84.
17. Bk. 32/Secde, 11.
18. Bk. 39/Zümer, 42.
19. Bk. İz b. Abdüsselam, Beyânü Ahvâli’n-Nâsi yevme’l-
Kıyâme, s.25.
20. Bk. İz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.26.
21. Bk.32/Secde, 7-9; 38/Sâd, 72; 15/Hicr, 28-29.
22. Bk. İz b. Abdüsselam, Beyânü Ahvâli’n-Nâsi Yevme’l-
Kıyâme, s.24.
“İnsan rûh ve bedenden müteşekkil olan bir varlıktır. Rûh ister tek ve isterse birden fazla kategoriye ayrılarak izah edilsin, rûh adı verilen mânevî bir cevher vardır. Bu cevherin varlığı konusunda, kabul edenler açısından hiçbir problem yoktur.”
“Allah’ın isimleri Kendi ulûhiyetine yakışır bir tarzda, insanın rûhunun vasıfları ise, ubûdiyete yakışır bir tarzdadır. O halde, bedenle rûhun ilişkisi, zeytinyağının zeytindeki, gülyağının güldeki durumu gibidir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba16 17
Ertuğrul Gazi ve TürbesiOsmanlı Çınarının Kökü
“Kartal yuvasıdır Söğüt’te burçlar,
Devletin zırhıdır sınırda uçlar,
Gazi Osmanlara zağlı kılıçlar
Yunus Emrelere söz verilmeli...”
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
S on zamanlarda TRT’de yayınlanan “Diriliş Ertuğrul” dizisi Osmanlı’yı gündeme getir-di. Tarih, dizilerden öğrenilemezse de diziler
sayesinde tarihe olan ilgi arttırılabilir. Nitekim öyle
de oldu. Madem bu günlerde hep Ertuğrul Gazi ko-
nuşuluyor, biz de istedik ki bu konuyu gündeme ge-
tirelim. Belirsizliklerle dolu Osmanlının kuruluşuna
ışık tutmaya çalışalım. Bu çerçevede Osman Bey’in
babası olan Ertuğrul Gazi’yi konuşalım.
Tarihçilerin Büyük Çıkmazı: Süleyman Şah mı, Gündüz Alp mi?
Oğuzların Kayı Boyu’na mensup olan Ertuğrul Gazi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey’in babasıdır. Osmanlı çınarının kökü olan Er-tuğrul Gazi’nin 1188 yılında doğduğu rivayet edilse de doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. An-nesi Hayme Hatun’dur. Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar adlarında üç kardeşi bulunmaktadır.
CAMİİ GÜZELLEMESİ M. Nihat MALKOÇ
“Rivayetlere göre Ertuğrul Gazi’nin babası, Mezar-ı Türk’te yatan Süleyman Şah’tır. Rivayet diyorum çünkü tarihçiler bu konuda hemfikir değildir.
Süleyman Şah, Osmanlıları Anadolu’ya getiren kişidir. Oğuzların 24 boyundan biri olan Kayı Boyu’nun en önemli isimlerinden biri olan Kaya Alp’in oğludur.”
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba18 19
Rivayetlere göre Ertuğrul Gazi’nin babası,
Mezar-ı Türk’te yatan Süleyman Şah’tır. Rivayet
diyorum çünkü tarihçiler bu konuda hemfikir
değildir. Süleyman Şah, Osmanlıları Anadolu’ya
getiren kişidir. Oğuzların 24 boyundan biri olan
Kayı Boyu’nun en önemli isimlerinden biri olan
Kaya Alp’in oğludur. 1227’ye kadar yaşadığı ri-
vayet edilir. Süleyman Şah, Fırat Nehri üzerin-
den Caber’e giderken boğularak şehit düşmüş-
tür. Öldükten sonra, bugün sınırlarımız dışın-
da kalan tek Türk toprağı olan, Süleyman Şah
Türbesi’ne gömülmüştür. Bu türbe DEAŞ tehli-
kesine karşı Suriye topraklarındaki yeni yerine
taşınmıştır.
Malumdur ki tarihçilerin bir kısmı Ertuğrul
Gazi’nin babası olarak Gündüz Alp’i işaret eder-
ler. Günümüz tarihçilerinden Halil İnalcık, İlber
Ortaylı ve Yavuz Bahadıroğlu da bu görüşte-
dir. Osmanlı erken dönem kaynaklarından olan
Ahmedî (ö. 1412), Karamanî Mehmed Paşa (ö.
1481), Enverî (ö. 16. yüzyıl) ve Ruhî (ö. 1522) Er-
tuğrul Gazi’nin babasını Gök Alp’in oğlu Gündüz
Alp olarak verir. Aşıkpaşazâde (ö. 1484), Oruç
Bey(ö. 16. yüzyıl) ve Neşrî (ö. 1520) ise Ertuğ-
rul Gazi’nin babasını Kaya Alp’in oğlu Süleyman
Şah olarak verirler.
Kadının Dev(let)leştiği Güçlü Bir Portre: Ertuğrul Gazi’nin Annesi Hayme Ana
Rivayetler odur ki Ertuğrul Gazi’nin annesi
Hayme Ana, Süleyman Şah’ın eşidir. Kocasının
ölümünden sonra Kayı Boyu’nun başına geçe-
rek “Devlet Ana” lakabını almıştır. Ölene kadar
obasının başında kalmıştır. Hayme Ana devlet
evinin sarsılmaz direğidir. Kardeşleriyle ihtilâfa
düştüğünde oğlu Ertuğrul’un yanında durmuş
ve onu desteklemiştir. Hayme Ana, Yunus Emre
gibi Anadolu’nun paylaşamadığı muteber ve
müstesna bir simadır. Ankara’nın Haymana ilçe-
sinde makamı vardır. İlçenin adı da ondan gel-
mektedir.
Hayme Ana’nın II. Abdülhamit tarafından
yaptırılan türbesi Kütahya’nın Domaniç ilçesin-
dedir. O, Osmanlı tarihinde, kendisine müstakil
türbe yapılan ilk kadındır. Buraya aynı zaman-
da Hayme Ana’nın heykeli de dikilmiştir. Günü-
müzde Kütahya Domaniç’te hâlâ Eylül ayının ilk
pazar günü, geleneksel olarak ‘‘Hayme Ana’yı
Anma ve Göç Şöleni” düzenlenmektedir. Şölen-
lerde Domaniç yaylasından Söğüt’e göç yeni-
den canlandırılmaktadır. Yine Eylül ayının ikinci haftasında Bilecik’in Söğüt ilçesinde “Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri/Yörük Bayra-mı” düzenlenerek Ertuğrul Gazi yâd edilmekte-dir.
“Tarihî an’aneye göre hükümdar çıkaran beş Oğuz boyundan biri olan Kayılar’a mensup Er-tuğrul Gazi’nin ataları, Anadolu’nun ilk fethi sı-rasında Sultan Tuğrul Bey ve Alparslan’ın emir-lerinin maiyetinde olarak önce Ahlat bölgesine gelmişler ve buradan Anadolu’ya yapılan gaza ve fütuhat hareketlerine katılmışlar. Daha son-ra Ahlat emirlerine bağlanıp onların maiyetinde Gürcülere ve Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı savaşmışlardı. XIII. yüzyıl başlarında Ahlat’ın Eyyübiler’in eline geçmesi ve ardın-dan Moğollar’ın Ahlat bölgesini istilası üzeri-ne Mardin’e gelerek kendileri gibi Kayı boyuna mensup bulunan Artukoğulları’na bağlandılar. Burada bir müddet kaldıkları anlaşılan Gündüz Alp ve beraberindeki Türkmenler, Moğollar’ın Mardin ve çevresini yağmalaması sonucunda bu bölgeden de ayrılarak Anadolu içlerine doğ-ru hareket ettiler.”1
Tarihin Gidişatını Değiştiren Yiğit Bir Türkmen Beyi: Ertuğrul Gazi
Yine rivayetlere göre Süleyman Şah’ın dört oğlundan biri olan Ertuğrul Gazi, Osmanlı’nın en önemli manevî şahsiyetlerinden sayılır. Sü-leyman Şah ölünce boy içerisinde kavgalar baş göstermiştir. Ertuğrul’un kardeşleri Gündoğdu ve Sungur Tekin, Orta Asya’ya göç etmiş, o di-ğer kardeşi Dündar’la Anadolu’da kalarak Sel-çuklu saflarında Moğollara karşı savaşmıştır. Böylelikle de Anadolu’yu Bizans ve diğer tehli-kelere karşı korumuştur.
Yiğit bir Türkmen Beyi olan Ertuğrul Gazi, Sö-ğüt ve çevresine yerleştikten sonra Bizans sınırı boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte mücadeleyi sürdürdüğü gibi komşu Rum beyle-riyle (tekfurlar) dostluk kurmaya da çalıştı. Sö-ğüt’ e yerleşmiş olan Kayı aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi. Ertuğrul Gazi
“Ertuğrul Gazi, bir gece âlimlerden birinin evine misafir olmuştu. Oturup sohbet ettiler. Ve yatma vakti geldi. Ev sahibi ‘Hayırlı geceler!’ dedi ve ayrıldı odadan. Ertuğrul Gazi tam yatacaktı ki kıble duvarında, işlemeli bir kılıf içinde Kur’ân-ı Kerim’in asılı olduğunu gördü. Ve edebinden o gece yatamadı. Allah kelâmına olan saygısından dolayı o geceyi diz üstü oturarak geçirdi. Ve hiç uyumadı”
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba20 21
yaşlanınca Kayı aşiretinin idaresini oğlu Osman Bey’e bıraktı. Daha sonra 1281 (veya 1282) se-nesinde 90 yaşlarında Bilecik’in Söğüt ilçesinde vefat etti. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Ertuğrul Gazi cömert, şefkatli, dirayetli, sebatkâr, vakarlı, ilkeli, dürüst, fedakâr, adil, merhametli, açık yürekli, samimi, sabırlı, ileri görüşlü, faziletli ve hayırsever bir insandı.
Bu tarihî şahsiyetlerden bahsedip de Osmanlı’nın manevî sultanlarından birisi olan Şeyh Edebali’yi unutmamak gerekir. Şeyh Ede-bali Hazretleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna “manevî destek” veren bir büyük şahsiyettir. Mezarı Bilecik’tedir. Kendisi, büyük bir İslâm âlimidir. Gönül ehli bir Allah dostudur. Rivayet-lere göre 120 yıl gibi uzun bir ömür sürmüş-tür. Bilecik’te vefat etmiştir. Rivayetlere göre Ertuğrul Gazi’nin, oğlu Osman Gazi’ye vasiyeti şöyledir: “Ey oğul!.. Beni kır ama Şeyh Edebali’yi kırma... Bana karşı gel, ona asla... O, bizim bo-yumuzun ışığıdır!” Bu vasiyet onun Edebali’ye verdiği kıymeti göstermektedir.
Öte yandan Ertuğrul Gazi’ye dair şöyle de bir hikâye anlatılır: “Ertuğrul Gazi, bir gece âlimlerden birinin evine misafir olmuştu. Otu-rup sohbet ettiler. Ve yatma vakti geldi. Ev sa-hibi “Hayırlı geceler!” dedi ve ayrıldı odadan. Ertuğrul Gazi tam yatacaktı ki kıble duvarında, işlemeli bir kılıf içinde Kur’ân-ı Kerim’in asılı ol-duğunu gördü. Ve edebinden o gece yatamadı. Allah kelâmına olan saygısından dolayı o gece-
yi diz üstü oturarak geçirdi. Ve hiç uyumadı... Ancak sabaha karşı içi geçti bir ara. Ve kısa bir rüya gördü. Rüyasında, gaipten: ‘Ey Ertuğrul!.. Sen benim kelâmıma hürmet ettin... Ben de senin evlâdına bir ‘ulu devlet’ ihsan ederim ki kıyamete kadar yeryüzünde devam eder.’ denil-di kendisine. Osmanlı Devleti’nin bu kadar uzun bir ömür sürmesini bu kutlu rüyaya dayandıran-lar vardır.
Zamanın Yekpare Bir Ân’a Dönüştüğü Yer: Ertuğrul Gazi Türbesi
Dünyaya adalet dağıtan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin muhterem babası olan Ertuğrul Gazi’nin türbesi Bilecik iline bağ-lı Söğüt ilçesinin bir kilometre doğusunda Sö-ğüt-Bilecik yolu üzerinde bulunmaktadır. Kayı Aşireti’ne mensup olanlar ve özellikle Karake-çili aşireti, Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra onun türbesini manevî bir ziyaret yeri hâline getirmişler ve yıllarca burayı ziyaret ederek şölenler tertiplemiş, cirit, güreş gibi millî oyun-larla atalarını anmışlardır. Ertuğrul Gazi’nin tür-besi bugün de aynı şekilde ziyaret edilmekte ve Söğüt’te her yıl Ertuğrul Gazi’yi anma şenlikleri düzenlenmektedir.
“Ertuğrul Gazi’nin ölümünün ardından Os-man Bey, öncelikle babasının türbesini Bilecik’in Söğüt ilçesinde açık bir mezar olarak yaptırmış-tır. Sonraları I. Mehmet Çelebi tarafından türbe haline getirilmiştir. Sultan III. Mustafa dönemin-de 1757 yılında, yeniden yapılırcasına onarılmış ve ilk yapılıştaki hâli tamamen değiştirilmiştir. 1886 yılında II. Abdülhamit tarafından yeniden onarılmış birde yan tarafına çeşme eklenmiştir.
Ertuğrul Gazi Türbesi altıgen planlı, üzeri kubbe örtülü olmakla beraber, dikdörtgen bir giriş sonrası içeriye ulaşılmaktadır. Girişin yan-larında ikişer pencere bulunmaktadır. Türbenin duvarları bir sıra taş ve iki sıra tuğla şeklinde örülmüştür. Sandukanın yer aldığı, türbenin içindeki batı ve güneydoğu duvarlarına dikdört-gen pencereler açılmıştır. Ayrıca, onarımlar es-nasında türbenin giriş kapısı yanında bir kita-
be yer almaktadır. Daha sonra, türbenin ikinci kez onarımını yaptıran II. Abdülhamit, babası Abdülmecit adına ikinci bir kitabe yaptırmıştır. Bahçede, türbenin doğusunda Ertuğrul Gazi’nin eşi Halime Hatun’un, batısında kardeşi Dündar Bey ile oğullarından Savcı Bey’in kabirleri, altı metre kadar ötesinde de Bursa’nın fethinden (1326) sonra vasiyeti gereği naaşı bu şehre nakledilen Osman Gazi’nin makamı-kabri yer alır. Bunlardan başka, 1970’li yıllarda türbenin önünde bulunan alana tarihteki Türk devletleri-nin kurucularına ait büstler yerleştirilmiştir. II. Abdülhamid onarımı sırasında türbenin yakını-na ziyaretçiler için misafirhane niteliğinde bir han ile bir imarethane inşa edilmiş, ancak bu yapılar günümüze ulaşmamıştır.”2
Osmanlı’nın Uzun Ömrünün Sırrı: “İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın!”
Osmanlı Devleti’nin altı asır boyunca güçlü bir şekilde ayakta kalması, onun mazlumlara karşı şefkatli, zalimlere karşı sert ve dirayet-li olmasından kaynaklanmaktadır. Ne zamanki bu hasletler yok olmaya başlamış, işte o zaman maddî ve manevî çözülme kendini göstermiştir. Onun içindir ki Osmanlı’nın maneviyat hamuru-nu yoğuran Şeyh Edebali’nin dile getirdiği “İn-sanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu bütün zamanlarda çok önemsiyoruz.
Son söz kelimelere ruh üfleyen merhum Ni-yazi Yıldırım Gençosmanoğlu şairimize düşer: “Gazi alperenler işe koyulun/Gayrı söze vakit az verilmeli/Bidevi atlara rüzgârca soluk/Ve yıldı-rımlarca hız verilmeli//Şanlı kitap önderimiz kı-lındı/İman sancak gönderimiz kılındı/İklim-i Rum, minderiniz kılındı/Ol mindere kavi diz verilmeli// Barak Baba, Sarı Saltuk orada,/Hacı Bektaş Veli, Taptuk orada,/Bir mübarek vatan yaptık orada,//Ki, bir can dilerse bin verilmeli//Töre, nizam, yol ve yordam her kula/Usul, erkan, edep, erdem her kula,/Yirmi dört saatte her dem her kula,/Allah’ın buyruğu uz verilmeli//İnatla girmeyin soy sop faslına/Kurtsa kurt itse it döner aslına/Rum ül-kelerinde Oğuz nesline /Peygamber kavlince öz verilmeli//İçinde olanlar bir nebze iman/Gönlünü
mazluma eder süt liman/Halkı ayırmadan kafir Müslüman/Açsa aş, açıksa bez verilmeli//Bu kı-lıçlar iller fethi içindir/Bu kitaplar diller fethi için-dir/Türküler gönüller fethi içindir/Cümle ozanlara saz verilmeli.”
Bilinmelidir ki milenyum denilen bu çağ-da barut fıçısına dönüşmüş dünyaya sulh ve selâmet yine Osmanlı’nın gönül coğrafyasın-dan gelecektir. Yunusların, Mevlânaların, Hacı Bektaş-ı Velilerin, Hacı Bayram Velilerin, So-muncu Babaların ve Aziz Mahmud Hüdayilerin gönül diliyle konuşursak her yer ve her şey gül-lük gülistanlık olacaktır. Selâm olsun o günlere. Selâm olsun o tatlı dillere. Selâm olsun zamanı güzelleştirenlere. Selâm olsun.
“Fetih ordularından önce Anadolu’da varlık göstermeye başlayan derviş zümreleri, kurdukları ribatlarla sınır güvenliklerinin sağlanmasına, yerli halkların İslâm’la tanışmalarına, ilim ve irfan sofralarının açılmasına, toprakların fethinden önce gönüllerin fethine çalışmışlardır.”
Dipnot
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Ertuğrul Gazi Camii ve Türbesi,
M. Bahar Tanman.
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, Ertuğrul Gazi Camii ve Türbesi,
M. Bahar Tanman.
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba22 23
Osmanlı toplumunun her kademesinde tasavvufun tesir halkasına her dönemde rastlandığı görülmektedir. Bürokratlar,
aydınlar, askerler, esnaf, çiftçi, köylü ve şehirli her kesim arasında tasavvufun yaygınlık kazan-dığı bilinmektedir. Tasavvuf, Osmanlı toplumunun farklı yakalarını birleştiren köprü, farklılıkları izâle eden vahdet mayası olmuştur. Tasavvuf, Osman-lı estetiği, sanatı, musikîsi, mimarîsi ve edebiya-tının şekillenmesinde kurucu unsuru olmuştur. Halkın gündelik dilindeki destanlar, menkabeler, deyimler, atasözleri, ninniler, türküler, mizahlar ve şakalarda bile tasavvufî terbiyenin yansımaları görünür hale gelmiştir. Osmanlı’da tasavvuf, canlı olarak yaşanmış, hayatın parçası olmuş ve haya-tın içerisinde yer almıştır.1 Dolayısıyla Osmanlı döneminde tekkeler, halkın dinin tadını çıkardığı birer yer halini almıştır.2 Osmanlı toplumunda ta-savvuf, tekke teşkilatıyla mücessem hale gelmiş, sistemleşmiş, teşkilatlanmış, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yûnus Emre’nin tasavvufî yaklaşımlarıyla hikmet arayışını derinleştirmiştir.3
On ikinci asırda kurumsallaşan tasavvuf dü-şüncesi, tarîkatlar vasıtasıyla İslâm dünyasının geniş coğrafyasında varlık göstermiştir. Os-manlı devletinin kuruluşuyla Osmanlı toprakla-rı pek çok tarîkatın ilgi odağı ve faaliyet alanı haline gelmiştir.4 Tarîkat zümreleri için câzibe merkezi haline gelen Osmanlı coğrafyasında, devlet erkânının güçlü desteğiyle tarîkat men-supları himâye görmüştür. Orta Asya, Hora-san, Kafkasya ve Orta Doğu başta olmak üzere İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden pek çok sûfî Anadolu’ya gelerek tarîkatını orada yayma-ya çalışmıştır. Dışarıdan gerçekleşen bu derviş güçleri gibi, Anadolu toprakları yeni tarîkatların doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Osmanlı top-raklarında yaygın tarîkatları, sırasıyla Halve-tiyye, Nakşbendiyye. Mevleviyye, Bektaşiyye, Kâdiriyye, Bayramiyye ve Rifâiyye olarak zikre-debiliriz. Dede Ömer Rûşenî, Osmanlı devletinin ilk yıllarından itibaren Anadolu topraklarında görülen “tarîkat zenginliği”ni şiirinde şu şekilde dile getirmektedir:
Geh Cavlakîyiz gehî Kalender Geh Hayderî geh post-bûşuz Geh Halvetî-i tarab-nûmâyız Geh Mevlevî-i safâ-hurûşuz,5
Öyle ki, Halvetiyye, Azerbaycan toprakların-da doğup Anadolu’ya intikal ettikten sonra çok sayıda alt kollara ayrılmış ve bu özelliğinden do-layı “tarîkat kuluçkası” olarak isimlendirilmiştir. Halvetiyye’den türeyen Rûşeniyye, Gülşeniyye, Sünbülivye, Şâbâniyye, Sinâniyye, Uşşâkivye, Cerrâhivye, Şemsiyye gibi birçok tarîkat zaman-la müstakil tarîkatlar olarak kabul edilmiştir.6
Anadolu’da Alperen Dervişler
Fetih ordularından önce Anadolu’da varlık göstermeye başlayan derviş zümreleri, kurduk-ları ribatlarla sınır güvenliklerinin sağlanması-na, yerli halkların İslâm’la tanışmalarına, ilim ve irfan sofralarının açılmasına, toprakların fethin-den önce gönüllerin fethine çalışmışlardır.
“Gâziyân-ı Rûm”, adı verilen alpler/alperen-ler,7 Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde ge-niş bir teşkilata mensup derviş-gâzîlerdir. Bun-lar İslâm öncesi Türk hayatındaki alplerin bir devamı olarak kabul edilmektedir.8 Turgut Alp, Akça Koca ve Konur Alp gibi fütüvvet rûhuna sa-hip bulunan bu alperenler,9 müritleriyle birlikte, bir yandan ordulara cihat rûhunu kazandırırken, bir yandan da örnek şahsiyetleriyle içtimâî niza-mı düzenlemeye çalışmışlardır.10
Fütüvvet rûhu kadar melâmet tavrına, murâbıtlık çabasına, cihat azmine ve kahra-manlık şecâatine de sahip bulunan alperenler, Anadolu beyliklerinin sınır boylarında hazır askerî birlikler teşekkül etmesine zemin hazır-lamışlardır. Batı Anadolu ve Rumeli’ye düzen-lenecek seferlerde askerlere şevk ve heyecan vermişler, cihada katılan ordulara moral kayna-ğı olmuşlardır.11
Osmanlı Beyliğiyle birlikte, Kerîmuddîn Ka-raman Bey’in Konya, Karaman ve Ermenek yö-resinde kurduğu Karamanoğulları Beyliği (1256-1487), Yakub Bey’in Kütahya, Tavşanlı ve Emet
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecinde
Tasavvufun Etki Sahası
“Osmanlı toplumu cami, medrese ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayâtiyetini devam ettirmiştir. Dolayısıyla
Osmanlı Devleti liyâkatli yöneticiler, ilmiyle âmil âlimler ve nümûne-i imtisâl olan mürşitlerin birlikteliğiyle kuruluş, gelişim ve yükseliş
seyrini gerçekleştirmiştir.”
SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba24 25
yöresinde kurduğu Germiyanoğulları Beyliği
(1299-1429), Aydınoğlu Mehmet Bey’in İzmir,
Biga, Selçuk ve Aydın çevresinde kurduğu Aydı-
noğulları Beyliği (1308-1426), Saruhan Bey’in
Manisa, Menemen, Turgutlu ve Foça’da kurduğu
Saruhanoğulları (1313-1410), Karesi Bey’in Balı-
kesir, Bergama ve Çanakkale yöresinde kurduğu
Karesioğulları Beyliği (1304-1345), Şemseddîn
Yaman Candar Bayin’in Kastamonu ve Sinop yö-
resinde kurduğu Candaroğulları (İsfendiyaroğul-
ları) Beyliği (1299-1260), Menteşe Bey’in Muğla,
Fethiye ve Milas yöresinde kurduğu Menteşe-
oğulları Beyliği (1261-1425), Felekeddîn Dün-
dar Bey’in Antalya, Isparta ve Eğirdir yöresinde
kurduğu Hamidoğulları Beyliği (1300-1425),
Zeyneddîn Karaca Bey’in Elbistan ve Maraş çev-
resinde kurduğu Dulkadiroğulları Beyliği (1337-
1515), Ramazan Bey’in Adana, Tarsus ve Yumur-
talık çevrisinde kurduğu Ramazanoğulları Beyli-
ği (1353-1608), Seyfeddîn Süleyman tarafından
Beyşehir ve çevresinde kurulan Eşrefoğulları
Beyliği (1280-1326), Alaiye’de kurulan Alaiye
Beyliği (1293-1471), Taceddîn Bey tarafından
Bafra, Samsun, Terme ve Ordu (Canik bölgesi)’da
kurulan Taceddîn Oğulları (Canik Beyleri) (1348-
1428), Anadolu Selçuklu veziri Sahipata’nın to-
runları tarafından Afyon ve Karahisar tarafında
kurulan Sahip Ata Oğulları (1275-1342), Ana-
dolu Selçuklu veziri Pervane Muiddîn Süleyan’ın
oğlu Mehmet tarafından Sinop ve Samsun çev-
resinde kurulan Pervaneoğulları (1277-1322),
Eretne Bey tarafından Sivas ve Kayseri çevre-
sinde kurulan Eretne Devleti (1335-1381), Kadı Burhanaddîn Ahmet tarafından Sivas ve çevre-sinde kurulan Kadı Burhaneddîn Devleti (1381-1398) gibi Türkmen beylerine bağlı beylikler alperenlerin öncülüğünde Anadolu’ya yerleşen Türkmen zümrelerinin kurduğu beyliklerdir.
Alperenler Birer Türkmen Babası
Türkmen beyleri bireysel dindarlığın ötesin-de dinin cemiyet hayatında görünür kılınmasına çalışmışlardır. Beylikler devrini alperenler devri olarak nitelesek yanlış olmaz. Her bir beylik Mo-ğol vâlilerinin emir ve tehditlerine aldırmadan uçlarda iktidar hinterlantlarını genişletmeye çalışmışlardır. Küçük beylikler olmalarına rağ-men onları ayakta tutan bu alperenlerin ken-dilerine aşıladığı dinî heyecan ve kahramanlık rûhudur. Alperenlerin bu Türkmen beylerine ver-diği tasavvufî terbiye onların manevî tecellîlere ermelerini, maddî ve mânevî inkişâfa ermele-rine sebebiyet vermiştir. Alperenler birer Türk-men babası olarak yerleşik hayata geçirmeye çalıştıkları göçebe Türkmen zümrelerinin dinî hayatlarını cevelân haline getirmiş, onları cenk rûhuna büründürmüş ve Türkmen zümrelerinin hayatın her alanında faal olmalarını sağlamışlar-dır. Fuat Köprülü’nün tesbitiyle alperenler tahta kılıçlarla kafirlere karşı harbetmişler, bir avuç müritleriyle binlerce düşmanı ezmişler, kaleler almışlar, küfür diyârında İslâmiyet’i neşretmiş ve İslâm’ın farklı beldelerde tahkîm kılınmasını sağlamışlardır.12 Şu bir gerçek ki Osmanlı toplu-mu cami, medrese ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayâtiyetini devam ettirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devle-ti liyâkatli yöneticiler, ilmiyle âmil âlimler ve nümûne-i imtisâl olan mürşitlerin birlikteliğiyle kuruluş, gelişim ve yükseliş seyrini gerçekleş-tirmiştir. Öyle ki, Osmanlı sultanlarının her biri şehzâdeliklerinden itibaren daha çok tasavvuf kültürü ile yetiştirilmiş, bu terbiyenin tesirlerini kimi Osmanlı sultanları hayatlarının sonuna ka-dar korumuşlardır. Bir Osmanlı padişahının şu itirafı onların ne denli güçlü bir hâlet-i ruhiyye-ye sahip olduklarını göstermektedir:
Padişah-ı âlem olmak bir kuru da’vâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş.13
Osmanlı Devleti’nde iktidar ile tekke men-
supları çoğu zaman amaç birliği içerisinde ol-
muştur.14 Osmanlı toplumunda tekkeler devlete
paralel bir iktidar yapılanmasına gitmek yerine
devletin bekâsı için destekçi unsur olarak çaba
göstermişler, gerek ülke içinde gerekse ülke
dışında resmî ve merkezî otoriteye bağlı kal-
mışlardır. Yanında bulunduğu bu kurumu kendi
amaçları doğrultusunda ülke içi ve ülke dışı gö-
revlerde kullanabiliyordu.15
Osmanlı Beyliği’nin Kuruluşunda Alperenler ve Ahîler
Dursun Fakih, Turgut Alp, Konur Alp ve Akça-
koca gibi güçlü alperenlerin ruh ve güç verdiği
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda, alperenler ka-
dar etkili olan bir diğer tasavvufî zümre ahîlerdir.
Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu dönemde nere-
deyse her köyde bir ahî zaviyesi kurulmuştur.
Ahî zaviyeleri Osmanlı toplumunun aklen, fikren,
ilmen, ahlâken ve meslek boyutunda gelişimi-
ne katkı sağlamıştır. Alperenler gibi ahîler de
bir yandan toplumda cihat rûhunu hızlandırır-
ken, diğer yandan sahip oldukları manevî nü-
fuz ile sosyal hayatı imar ve ihyâ etmişlerdir.16
Eskişehir’in Uludere köyünde ikâmet eden ve ahî
reislerinden olan Şeyh Edebali, Şeyh Mahmûd
Gâzî, Ahî Şemseddîn, Ahî Hasan, Ahî Kadem ile
daha sonraları Osmanlı devleti teşkilatında, kadı,
kazasker, vezîr-i a’zam olarak önemli hizmetler-
de bulunan Çandarlı Kara Halil (ö.789/1387) Os-
manlı toplumunun ilk ahîlerindendir.17
Osmanlı toplumunda, erkekler kadar kadın
dervişler de sosyal hayatın içerisinde yer almışlar-
dır. Anadolu ahîlerinin kadınlar koluna Bâciyân-ı
Rûm adı verilmiştir. Bu Anadolu Bacıları, devrin
sosyal sûfî kuruluşlarından biri konumuna gelmiş-
tir. Fütüvvet teşkilatının kadınlar kolunu temsil
eden Bâciyân-ı Rûm’un lideri Ahî Evran-ı Velî’nin
eşi Fatma Bacı’dır.18 Bâciyân-ı Rûm’un konumu en
güzel şu dizelerde yer almaktadır:
Zehranın nutkunu güzel dinleyin
Ey erenler, erler, doğru söyleyin
Biz doğurmadık mı beyân eyleyin
Sizi irşâd eden bu babaları.19
Alperenler, ahîler ve Anadolu Bacıları kadar
Osmanlı toplumunun inşâsına katkı sağlayan bir
diğer zümre “Abdâlân-ı Rûm” adı verilen Hora-
san Erenleridir. Horasan erenleri sâde hayat-
larıyla dikkat çekmiş, seküler zihniyetten uzak
tabiatlarıyla tanınmış, adanmış bir rûha sahip
olmuşlardır.20 Baba İlyas, Hacı Bektâş-ı Velî, Ab-
dal Mûsâ, Geyikli Baba ve Abdal Murad, Doğlu
Baba gibi sûfîler Osmanlının kuruluş aşamasında
Anadolu’da tanınan abdalân zümresindendir.21
Özetle Anadolu’nun Türkler tarafından fet-
hiyle birlikte, en ücrâ köşelerinde tekke ve
zâviyeler inşâ edilmiş, geniş Anadolu sathında
mühim bir tasavvufî tesir vücûda gelmiştir. Os-
manlı Devleti’nin kısa zamanda kurulmasında
ve maddî-mânevî açılardan fethedilen toprak-
ların ihyâ olunmasında çok etkili rol oynayan
mâneviyât erenlerinin, Anadolu’da kurdukları
müstakil teşkilâtlar.
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEBu makalenin geniş dipnotlu metni internet sayfamızda yayın-
lanacaktır.
“Anadolu’nun Türkler tarafından fethiyle birlikte, en ücrâ köşelerinde tekke ve zâviyeler inşâ edilmiş, geniş Anadolu sathında mühim bir tasavvufî tesir vücûda gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda kurulmasında ve maddî-mânevî açılardan fethedilen toprakların ihyâ olunmasında çok etkili rol oynayan mâneviyât erenlerinin, Anadolu’da kurdukları müstakil teşkilâtlar.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba26 27
Eşref-i mahlûk olan insan, yaratılış gayesi-ni bilerek kulluğunu yapıp acziyetini idrak edince, on sekiz bin âlemin görüntüsünü
yansıtan bir ayna olur. On sekiz bin âlemi yan-
sıtan ayna, kâmil insanın gönlüne doğan tecelli
ile meydana gelir. Schimmel’in ifadesiyle: “Mu-
tasavvıf her şeyi kendi bünyesinde içerdiğini
hisseder; yalnızca kozmik bir bilinçliliği tecrübe
etmez, aynı zamanda kendinden önce yaşamış
olan herkesle ve hâlâ birlikte yaşadıklarıyla
-Musa ve Firavun’la, Yunus ve balıkla, Hallac ve
yargıcıyla- birlikte vahdeti de tecrübe eder.”1
On sekiz bin âlem mefhumunu en iyi anla-
yabilen olgun insandır. Bunca varlık âlemi insan
hizmetine ve o varlığın sırrını algılama kudreti
de yine insana verilmiştir. Allah kâinata daimi
feyze mazhar olma istidadı vermiş olduğu için bu
âlemler içinde Allah’ın tecellisini idrâk etme şan-
sı mikro-kozmoz (âlem-i sugrâ) olan insanındır.2
İbrahim Efendi’nin Tasavvuf Manzumesi’nde-
ki bir beyit şöyledir:
Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nüh felek emrine ferman olmağa derler
(Tasavvuf, kâinattan haberdar olmak, on se-
kiz bin âlem hakkında bilgi edinmek, eşyanın
hakikatine vakıf olup dokuz feleğin (güneş siste-
mi) emrine ferman olmaktır.)
Farsça bir kelime olan âyîne, karşısındaki
şekli ve renkleri aksettiren madenî levha veya
arkası sırlı düz cam olan süslenme eşyasının
adıdır. Arapçası mir’ât, Türkçesi ayna ve göz-
güdür. Âyîne ve diğer karşılıkları, mecâzen, bir
nesneyi veya bir hali aksettiren ve göz önünde
canlandıran şey, kavram ve hal manasına da
kullanılmıştır.3
Edebiyatımızda ayna, hem gerçek manasın-
da hem de mecaz manalarda, değişik kavramla-
ra sembol olarak, çok çeşitli ifadeler içerisinde
kullanılmıştır. Divan edebiyatında parlaklık ve
aydınlık yönüyle sevgilinin yüzü, gerdanı, sinesi
ile ayna arasında benzerlik ilgisi kurulur.
Tasavvufî şiirde ayna “tecellîgâh”tır. Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insan-ı kâmil, mü’min, insanın gönlü, kalbi Allah’ın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bunların benzetilenidir; sembolüdür. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah da kendi güzelliğini görmek ve göstermek için, ayna durumunda, âlemi meydana getirmiştir.
Âlem, Allah’ın kendini gösterdiği aynadır. Öyle bir ayna ki içinde âlem var, her şey var, ama bu varlık yokluktan ibaret, sadece bir gö-rüntü; gerçek gibi görünüyor fakat gerçekliği yok. Allah’tan başka mevcut yoktur. Tek ve ger-çek varlık Allah’tır. Kâinatta gördüğümüz ve var zannettiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cisminin bulunmaması gibi, gerçek ve kendine mahsus bir varlığı yoktur; Allah’ın birer şekilde görüntüsünden ibarettir.4
Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benze-yen bu âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir görüntü olan insan, hangi yöne baksa sevgilinin, Allah’ın tecellilerini görecektir. Sevgilinin gü-zelliğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür; ondan başka bir şey göremez ve konuşamaz.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:
İnsan Aynasında Hakikati Seyredebilmek
“Onsekiz bin âlemin âyinesi vechin seninKendi mir’atında seyreyle cüdâlık eyleme”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“On sekiz bin âlem mefhumunu en iyi anlayabilen olgun insandır. Bunca varlık âlemi insan hizmetine ve o varlığın sırrını algılama kudreti de yine insana verilmiştir. Allah kâinata daimi feyze mazhar olma istidadı vermiş olduğu için bu âlemler içinde Allah’ın tecellisini idrâk etme şansı mikro-kozmoz (âlem-i sugrâ) olan insanındır.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba28 29
Ayna Bir Semboldür
Tasavvufî eserlerde ayna, ilahî nuru yansıta-
bilen bir nesne olarak sıkça başvurulan bir sem-
boldür. Tasavvufa göre, saf kalp Allah’ın bir ayna-
sı ise, kalpleri kötü davranış ve düşüncelerinden
tam anlamıyla arınmış ve kemale ermiş olanlar,
Allah’ın cemalinin aracısı olabilirler.
Mevlânâ‘nın, gönül kavramına ilişkin metafor-
lar arasında, ayrıca, ayna kavramına özel bir yer
verdiğini görmekteyiz. Ayna sembolü, tasavvuf
ile diğer dinî ve mistik öğretilerin literatüründe
oldukça yaygındır.
Tasavvufta ayna, sevgilinin göründüğü, kendi-
ni gösterdiği yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın,
yaratılmışın her biri, insan, insan-ı kâmil, mü’min,
insanın gönlü, kalbi Allahu Teâlâ‘nın mazharıdır;
göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün bun-
ların benzetilenidir; sembolüdür.12
Mevlânâ, tasavvuf geleneğindeki ayna me-
taforunun yorumu çerçevesinde kalarak, söz
konunu sembolü istenen ve ulaşılması gereken
bir bilinç halini tanımlamak için kullanmaktadır.
Çağrışımlar ile yan anlamlar açısından zengin
olan söz konusu sembol, gerçeği yansıtabilmek
için cilalanması gereken metal olarak düşünül-
düğünde, büyük çaba ve irade ile temizlenen
gönlü simgelemektedir.
Divan-ı Kebir’de, “Sen, puta tapanlar gibi,
maddî güzellere gönül vermişsin; sen, Yusuf gibi
çok güzel bir varlıksın! Fakat kendine bakmıyor-
sun; dışarıdaki fani güzellere bakıyorsun! Kendi
manevî yüzünü aynada görebilsen, Allah hakkı
için söylüyorum, kendi sevgilin kendin olursun
da, başka sevgili aramazsın!” diyen Mevlânâ‘ya
göre en doğru görüş, varlıkta sûret ile mânânın
farkını kavramayı sağlayan görüştür ki buna an-
cak içi temiz insanlar ulaşılabilmektedirler:
“Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince su-
dan, topraktan hariç sûretler görürsün. Nakşı
da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygı-
sını da, onu döşeyeni de.”13
Yukarıda incelediğimiz gönül-ev metaforun-da olduğu gibi, gönül-ayna metaforu da metafi-zik hakikate göndermede bulunmak için kulla-nılmaktadır. Şöyle ki, söz konusu gönül aynası, ancak sevgilinin yüzünü yansıtmak sûretiyle varlığına anlam katar: “Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir. Can aynası ancak sev-gilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan. Dedim ki: ‘Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Deni-ze git, ırmaktan iş bitmez!”14
Hazreti Mevlânâ’dan Ayna ile Toprağın Hikâyesi
Toprak, aynaya dedi ki:
“Ey ayna! İmreniyorum sana! Çünkü kim bak-sa sana, kendini görür; bana bakanlar ise, sade-ce beni görür!”
Onsekiz bin âlemin âyinesi vechin seninKendi mir’atında seyreyle cüdâlık eyleme5
Ayna-İnsan, İnsan-ı Kâmil
Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinin en mükemmel şekliyle tecelli ettiği varlıktır. İnsan Allah’ın eksiksiz bir görüntüsü ve O’nu gösteren mükemmel bir aynadır. “Âlemde bulunan her şeyin insanda da bir örneği vardır. Allah kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde görün-müştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim ve sı-fatlarının tümü olduğu gibi insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının yekûnudur. Onun için Hz. Peygam-ber (s.a.v.) ‘Allah âdemi kendi suretinde yarattı.’ demiştir. İnsanda bütün ilahî isimleri zuhur etti-ğinden insan, gökte değil dünyada halife olmuş-tur.”6 Allah’ın isim ve sıfatları diğer varlıklarda, âlemde ayrıntılı, fakat dağınık bir şekilde bulun-duğu halde, insanda öz, fakat tam olarak top-lanmıştır. Âlemde olan her şey insanda da var-dır. İnsan görünüşü bakımından âlem-i asgar, iç dünyası, gönlü bakımından âlem-i ekberdir.7 Yine Hulûsi Efendi (k.s.)’ye kulak verelim:
Gerçi görünüşte cirmi sagirsinÂlem-i ekbersin ekvan içinde8
Bu beyit, Hz. Ali’nin “Sen kendini küçük bir varlık zannedersin, hâlbuki en büyük âlem sen-de gizlidir.” sözünün manzum söylenişi gibidir.
Şeyh Galip de aynı hususla ilgili şunları söyler:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin senMerdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Kendine dikkatlice bir bak, sen âlemin özü-sün, kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)
Gönül, insanın ruhî faaliyetlerinin merkezi-dir. Tasavvuf; bedenî, fizikî varlığı yok farz edip, ruhu ve gönlü esas alan bir düşünüş ve yaşayış şeklidir. Âlemin özü ve âlemlerin gözünün bebe-ği olan “âdem” aynı zamanda gönüldür, ruhtur, candır.
İnsan-ı kâmil, ilahî tecellî sebebiyle bütün hakikatlerin sahibidir. O Allah’ın gözü ile bakar. Kâmil insan, cihana yukarıdan bakar ve bütün nizamı bir arada görür. İnsan, birbirinden ayrıl-mış gibi görünen parçaları, âlemi, kesreti bütün olarak göremediği için, bilgileri, kanaatleri de farklı farklı olur. Körlerin fili tarif etmeleri gibi; her biri filin neresine dokunduysa ona göre tarif etmişlerdir.9
İnsan-ı kâmilin gönlü “âyîne-i şeş-cihet, âyîne-i şeş-sû” dur. İnsan-ı kâmil, olağanüstü yahut akıl ötesi idrak düzeyine ulaşan kimsedir. Kâmil insanın görüşü de kâmildir. Yukarıdan ba-kan tam görür; câm-ı Cem gibi, âyîne-i İskender gibi; tüm savaş alanını haritada görmek gibi; uydudan bakmak gibi. Ama insan-ı kâmilin gö-rüşü bunlardan daha geniş ve daha tamdır. O, gayb âlemleri de dâhil, on sekiz bin âlemi, İlahi nizamın tümünü bütün halinde görür. Bu görüş-te bir eksiklik, bir kusur olmadığı gibi, gördüğü nizamın da noksanı, hatası yoktur.10
Gönül âyînesinden sil bu mâ-sivâ gubârınıCemâline olup mir’at bula tâ izz ü gâyâtı11
(Ey âşık gönül aynasındaki bütün kirleri te-mizleyip mutlak güzel olan Allah’a kalbini yönel-terek hakiki sevgiliyi bulmak suretiyle, ebedî bir mertebeye ulaş.)
İnsan Hakk’ın aynasına baktığında kendi gö-rüntüsünü görür. Allah da kendi kendisini insan-da seyreder. Mantıku’t-tayr’daki temel düşünce de budur.
Allah’ı arayan kuşlardan ancak otuzu Sîmurg’a ulaşırlar; bu otuz kuş, sıfat ve sûret olarak Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de onu görürler. Yüz kuş ulaşsaydı hepsi de aynı hali göreceklerdi.
Allah, kendini kalp aynasında temaşa eder; mü’min de Hakk’ı kendi kalp aynasında sey-reder. Mü’min adıyla sevgili (Allah) ve mü’min olan âşık, birbirine görüntüsü akseden karşılıklı iki aynadır. Öyle yakın iki ayna ki birbirinin nefe-sinden aynalar buğulanıp görüntü kaybolabilir.
“Gönül, insanın ruhî faaliyetlerinin merkezidir. Tasavvuf; bedenî, fizikî varlığı yok farz edip, ruhu ve gönlü esas alan bir düşünüş ve yaşayış şeklidir. Âlemin özü ve âlemlerin gözünün bebeği olan ‘âdem’ aynı zamanda gönüldür, ruhtur, candır. Bu terci-bendin ilk üç beytini de yazarsak ‘insan’ ile ‘gönül’ kavramlarının birleştiği görülecektir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba30 31
Ayna toprağa şöyle cevap verdi:
“Ey kara toprak, ne beyhude bir dert ile dert-lenmişsin. Bilmez misin ki, ben bana bakanların bugününü gösteririm. Oysaki sen, sana bakan-ların yarınından haber verirsin…” dedi.
Bu cevaptan toprak hoşlanmış olsa da, tek-rar aynaya sordu:
“Ey ayna! Belli ki beni rahatlatmak içindir bu sözlerin. Söyler misin bana, sana bakanlar, hiç dönüp bakar mı bana?”
Ayna toprağın bu sözleri karşısında acı bir gülümseyişle şunları söyledi ona:
“Merak etme toprak ana! Bana bakacak yüzü kalmayanların gözü, gün olup dönecektir hep sana…”
Gün gelecek ömrü olan her insanın yüzü ay-nalardan toprak anaya yönelecektir. Ancak bir-çoğuna bu fırsat da verilmeyecektir. Ecel vakti umulmadık bir anda her şeyi altüst edip imtihan sona erecektir. İşte o zaman dünya hayatının ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Zira Pey-gamber Efendimiz bir hadislerinde;
“Dünya ahiretin tarlasıdır. Herkes burada ne ekerse ahirette onu biçer.”15 buyurdular.
Sofilere padişahlar karşılarında yer verirler. Çünkü onlar can aynasıdır, ayna da insanın kar-şısında olmalıdır. Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamıyla kemale ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi eş-
siz güzelliğine hayran oldu. Diğer bir ifadeyle
Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’te ya-
şattı. Mevlânâ’nın Şems’e olan sevgisi, Allah’a
olan aşkının ölçüsüdür. Çünkü Mevlânâ, Şems’te
Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu.
Mevlânâ açılmak üzere olan bir güldü.
Cam ve Ayna
Çok zengin ama cimri bir adam, bir velinin
yanına gidip nasihat almak istedi. Mübarek zat
onu pencerenin yanına götürüp sordu:
“Pencereye baktığında ne görüyorsun?”
“Yoldan gelip geçen insanlar görüyorum. Bir
de yolun kenarında oturmuş dilenen fakir bir
adam var.”
Veli zat, yandaki aynayı gösterdi: “Peki bu
aynaya baktığında ne görüyorsun?”
“Kendimi.”
“Yani artık başkalarını görmüyorsun! Pence-
re camı da aynı maddeden, yani camdan yapıl-
mıştır. Ama aynanın camının üstüne incecik bir
gümüş tabakası kaplandığı için, ona baktığında
kendinden başkasını göremiyorsun. İşte, insan
kalbi de cam gibi şeffaftır, kendimizi değil, baş-
kalarını gösterir. Onlara merhamet ederiz. Ama
ne zaman ki, camı gümüşle kaplayınca ayna
oluyor, sadece kendimizi görüyorsak, altın gü-
müş gibi dünya süsleriyle kalbimizi kaplarsak, o
zaman sadece kendimizi görürüz. Kalbimizden
de merhamet çekilip atılır.”
Ebu Cehil’le Hz. Ebu Bekir’in Aynaya Bakışı Aynı Değil
Hâşâ huzurdan, “Yâ Muhammed ne çirkinsin.
Senin gibi çirkin adam görmedim.” diyen lanetli
Ebu Cehil’e, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Hak-
lısın.” buyuruyor.
O lâin beşerden sonra, “Yâ Muhammed! Bu
dünyada senden güzelini göremedim. Sana
baktıkça içime huzur doluyor.” diyen Hz. Ebu
Bekir’e de “Haklısın.” diye hitap buyuruyor.
Sahabeden birisi soruyor: “Yâ Rasûlullah, Ebu Cehil geldi; ‘Ne kadar çirkinsin.’ dedi, ‘Hak-lısın.’ dediniz; Ebu Bekir geldi; ‘Ne kadar güzel-siniz.’ dedi, ona da ‘Haklısın.’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in cevabı bütün insanlığın gönül evine mesaj hususiyeti taşı-maktadır: “Kişi kendisi nasılsa, karşısındakini de öyle görür. Ben Allah’ın cilaladığı bir ayna gibi-yim. Ebu Cehil baktı kendisini gördü ve çok çirkin-sin dedi, haklıydı. Ebu Bekir baktı o da kendisini gördü, çok güzelsin dedi, o da haklıydı.” buyurur.
Aynası kırık, yani gönül gözü kör olan Ebu Cehil o kutlu zamanda Allah’ın güzelliğinin Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.)’in aynasında görüleceğini bilememiş bir nasipsiz.
Bu sulbden gelen modern zamanın Ebu Ce-hilleri de, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin “Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.” sözünü idrak edemiyorlar.
Bu ulvî hâdiseden öğreniyoruz ki, Peygam-ber Efendimiz (s.a.v.)’ın aynasında Ebu Cehil’le Hz. Ebu Bekir’in gördükleri aynı değil. Demek ki aynaya bakmak marifetmiş.
Başkasına ayna olmak da, aynaya bak-
mak da kalp temizliğiyle alâkalı. Niyâzî-i Mısrî
Hazretleri’nin dediği gibi:
Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendin görür ger yahşi ger ya-
man görür.
Dipnot
1. Schimmel, Annemarie, Mevlânâ ve Mistisizm, Kırkambar Kitapçılığı, İstanbul, 2001, s. 279.
2. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniv. Yay., 1997, s.232.
3. MEB, Örneklerle Türkçe Sözlük, İstanbul, 2002, Ayna mad-desi.
4. Svitlana Nesterova, Mevlânâ’nın “Mesnevî” İsimli Eserinde Metaforik Anlatımın Metafizik Boyutu, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011, s.3.
5. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, s. 416.
6. Ateş, Süleyman, 1992, İslam Tasavvufu, Elif Matbaacılık, Ankara, 1972, s. 88.
7. Levend, Agâh Sırrı,1980, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar), Enderun Kitapevi, İstanbul, 1980, s.20-21.
8, Divan, s. 2819, Zülfi Güler, “Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, Elazığ, 2004, s. 11.
10, Güler, agm, s. 12.11, Divan, s. 290. 12, Svitlana Nesterova, Mevlânâ’nın “Mesnevî” İsimli Eserinde
Metaforik Anlatımın Metafizik Boyutu, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011, .. 126, 127.
13, Mevlânâ, Mesnevî II, b-t 73-74, s. 6.14, Mevlânâ, Mesnevî II, b-t 95-97, s. 8.15, Keşfül Hafa, C. 1, s. 412.
“Aynası kırık, yani gönül gözü kör olan Ebu Cehil o kutlu zamanda Allah’ın güzelliğinin Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.)’in aynasında görüleceğini bilememiş bir nasipsiz.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba32 33
Fitne kavramı Arapça olup sözlükte; dene-me, imtihan, sınama, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, fikir ayrılığı, kargaşa, karı-
şıklık, ayrılık, savaş, anlaşmazlık, çatışma, bela ve azap, küfür, günahkârlık, şaşırtmak, yoldan çık-mak, aklını çelmek, gönlünü çalmak, bir şeye aşırı düşkünlük, azgınlık, sapıklık, iç ihtilaf ve kargaşa, kavga, musibet, kışkırtma, nifak, ihtilaf, baştan çıkarma, birbirine düşme, çekişme, zulüm, baskı, kalbin bir şeye fazla meyletmesi, şiddet, işkence, öldürmek, yakınmak, delilik gibi anlamlara gelir.1
İslâmî literatürde ise fitne; “İslâm toplumun-da çeşitli dinî, siyasî ve sosyal sebeplerle ortaya çıkan her türlü sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş ve ölümle sonuçlanan ümmet bütünlüğünü bo-zan her türlü yıkıcı ve bozucu olaylar” olarak tanımlanabilir.
Fitne kavramı Türkçemizde daha çok “karga-şa, fesat, karışıklık” anlamıyla kullanılmaktadır.
Kur’an’da fitne kavramı; isim ve fiil türevle-riyle birlikte 60 yerde geçmekte olup başlıca şu mânâlarda kullanılmıştır: Sınama, deneme ve imtihan; şirk, inkâr, müşriklerin Müslümanlara uy-guladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar; dalâlet, sapma, saptırma; kargaşa, karı-şıklık, fesat; azap, işkence, ateşe atma; düşman saldırısı; günah, Allah’ın, kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve tutumlarını or-taya çıkarması; bela, musibet; günah; şeytanın hile ve tuzağı; şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladı-ğı bâtıl inanç ve kuruntu; nifak; delilik şeklindedir.
Bir Deneme ve Sınama
Kur’an-ı Kerim’de fitne kavramının ifade et-tiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine işa-ret edilmiştir. Fitne, Allah tarafından kullarına yöneltilmiş bir deneme ve sınama olabilir. Allah insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini ka-nıtlamaları için bir fitne (imtihan) olmak üzere onları hayırla da şerle de (hem nimet hem de sı-kıntılarla) sınar. İnsanlar “dünya hayatının geçici güzellikleriyle” imtihan edilirler. Mal ve evlât bi-rer fitne (imtihan) vasıtasıdır. Bol rızık veya ge-
nel olarak herhangi bir nimet de fitnedir. Buna karşılık insanlar bir kederle, çeşitli belâlarla da imtihan edilirler. Fitne insanlar arası ilişkilerde de söz konusu olabilir. İnkârcıların Müslümanla-ra karşı olumsuz tavırları Müslümanlar için bir fitnedir; zira böylece onların sabır ve sebatları denemeden geçirilmiş olur. Öte yandan Müslü-manların mâruz kalacakları herhangi bir sıkın-tılı durum da kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmalarına yol açan bir fitne olabilir.
Kur’an’a göre insan inkârcılık, münâfıklık gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiy-le kendi kendisinin de fitnesi olabilir. “Kalple-rinde eğrilik olanlar”ın Kur’an’daki müteşâbih âyetleri dillerine dolamalarının hedefi “fitne çıkarmak”, yani inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir. Kur’an’da Ashâbü’l-Uhdûd diye anılan inançlı insanlar da inkârcılar tarafından ateşe atılmak suretiyle iş-kenceye tâbi tutulmuş ve böylece fitneye ma-
“Kur’an-ı Kerim’de fitne kavramının ifade ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine işaret edilmiştir. Fitne, Allah tarafından kullarına
yöneltilmiş bir deneme ve sınama olabilir. Allah insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini kanıtlamaları için bir fitne (imtihan) olmak üzere onları
hayırla da şerle de (hem nimet hem de sıkıntılarla) sınar.”
İslâmî Literatürde
Fitne Kavramı
KÜLTÜR Mehmet DERE
“Fitne; insanları kin ve nefrete, küfre, sapkınlığa, azgınlığa, günahlara; toplumu da tefrikaya, ihtilafa, kaosa ve çatışmalara sürükleyen yegâne âfettir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba34 35
ruz bırakılmışlardır. Bazı âyetlerde müşriklerin Müslümanları dinlerinden vazgeçirmek, tekrar inkârcılık ve putperestliğe döndürmek maksa-dıyla giriştikleri yıkıcı faaliyetler, kezâ müna-fıkların, farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki girişimleri fitne kavramıyla ifade edilmiştir.
Hadislerde de fitne kavramı, Kur’an’daki an-lamlarıyla geniş ölçüde geçmektedir. Hadisler-de ayrıca “deccâl fitnesi”, “mesih fitnesi” şeklin-deki deyimlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de fitne denildiği görülür. Fitne kav-ramının çoğulu olan “fiten”, hadis kitaplarında Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinden sonra meyda-na gelmesi muhtemel olaylara dair hadisleri bir araya getiren ana bölüm başlığının adıdır. Bu rivayetler hadis kaynaklarında sadece “fiten” başlığı altında değil aynı zamanda “melâhim”, “eşrâtü’s-saat, “kıyâmus-saat”, “imâre”, “rikâk”, “megazî”, “menâkıb” ve“mehdi” gibi farklı konu-ların incelendiği kitap veya bâb başlıkları altın-da da zikredilmektedir.2
Fitne Sosyal Kargaşadır
Hadislerde fitne kavramı, “dinî ve siyasî se-beplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş” anlamında da yaygın olarak geçmek-te; İslâm’ın ilk asırlarından itibaren vukû bulan dinî ve siyasî çalkantıları, sosyal huzursuzlukları haber veren bir konumda da kullanılmaktadır. Bu hadislerde fitne, genellikle İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü tahrip eden bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyetleri ifade eder. Bu hadislerden birinde Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)
“Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerini-zin arasından aktığını görüyorum.” buyurmuş-tur.3 Hadis âlimleri burada özellikle Hz. Osman (r.a.)’ın şehit edilmesiyle başlayıp sonraki dö-nemlerde devam eden kargaşa ve iç savaşla-ra işaret edildiğini belirtirler. Peygamberimiz (s.a.v.): “Zaman yaklaşacak, ameller azalacak, aç gözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak”4,“Yakında fitneler mey-dana gelecektir”5 anlamındaki ifadelerle başla-yan hadiste de genellikle ilk iki asırdaki kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiği düşünülmüştür. İslâm âlimleri genellikle Hz. Osman (r.a.)’ın şe-hit öldürülmesiyle (656) doruk noktasına ula-şan kanlı siyasî buhranı ilk fitne sayarlar ve bu olayı “büyük fitne” diye de adlandırırlar. Hz. Os-man (r.a.)’ın şehit edilmesiyle başlayıp Cemel Vak’ası (656), Sıffîn Savaşı (657) ve sonrasında Hz. Ali (r.a.)’nin şehâdetiyle (661) devam edip Kerbelâ’da Hz. Hüseyin (r.a.)’inşehit edilmesiyle (680) zirveye çıkan fitne sürecinde on binlerce Müslüman hayatını kaybetmiştir. O tarihlerden bu yana İslâm dünyasında fitne, günümüze ka-dar çeşitli şekillerde devam edegelmiştir.
Fitnecilere Karşı Mücadele
Allah Elçisi (s.a.v.) Müslümanların fitne dö-nemlerinde sabır, sağduyu ve teenni ile hareket etmeleri gerektiğine dikkat çekmiş, Müslüman-ların fitne esnasında haklı olan kimseye/kim-selere yardım etmesi, onun yanında fitnecilere karşı mücadele etmesi gerektiği bildirilmiştir.
Fitne; insanları kin ve nefrete, küfre, sap-kınlığa, azgınlığa, günahlara; toplumu da tefri-kaya, ihtilafa, kaosa ve çatışmalara sürükleyen yegâne âfettir. İslâm’a göre fitne çıkarmak ya da fitneye sebep olmak büyük bir suç ve gü-nahtır. Fitne çıkararak mü’minlerin birlik ve beraberliğini parçalamaya çalışmak, toplumun güven ve huzurunu bozmaya çalışmak, hiçbir şekilde tasvip edilmeyen bir davranış tarzıdır. İnsanlara inançlarından dolayı çeşitli baskılar yapmak, hakaretlerde bulunmak, vatanından kovup çıkarmak, onların hukukunu çiğnemek, maddî ve manevî varlığını ortadan kaldırmak
gibi tehlikeli sonuçlara yol açan fitneyi Kur’an-ı Kerim, «öldürmekten daha büyük, daha şiddet-li» bir felaket olarak nitelendirir.
Medine döneminde nâzil olan Bakara Sûresi’nin 191-192-193-217. âyetlerinde, inkârcılar tarafından Müslümanların inançlarına yönetilen fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğü vurgulanmış; dış düşmanın gerçekleştirmeyi umduğu küfür ve şirk hâkimiyetine karşı silahlı mücadeleye girişilerek fitnenin bertaraf edil-mesi ve Allah’ın dininin hâkim kılınması müşte-rek ideal olarak ortaya konmuş; bu suretle fitne kavramı, ferdî sıkıntı veya buhrana işaret eden eski konumundan bir iman ve zihniyet savaşının sebebi şeklinde yeni bir konuma kaydırılmıştır.
Ülkenin İdarî ve Sosyal Düzenini Sarsan Anarşi, İhtilâl
En büyük fitne; ümmet ve toplum birliğini bo-zan, ülkenin idarî ve sosyal düzenini sarsan anar-şi, ihtilâl, bölücü ve yıkıcı hareketlerdir. Bir ülke veya toplumda ortaya çıkan fitne, çoğu zaman o ülkenin parçalanmasına ve o toplumun da peri-şan veya yok olmasına sebebiyet vermiştir. Tarih bunun ibret verici örnekleriyle doludur. Küçük bir topluluk ve hatta bir aile içerisinde vukû bulan fitne, genellikle o topluluğun veya ailenin dağıl-masına yol açabilmiş, hem dünya hem de âhiret hayatlarını mahvetmiştir. Barışı, adaleti ve huzu-ru hâkim kılmakla görevli olan Müslüman; üm-metin ve milletin birlik ve beraberliğini, barışını,
huzurunu bozacak, ifsat edecek her türlü fitneye
ve yıkıcı faaliyetlere engel olmak zorundadır.
Fitnenin doğuracağı zararlı sonuçlar bel-
li kişi ya da guruplarla sınırlı kalmayıp, bütün
bir toplumu etkisi altına alır; çünkü fitnenin ta-
biatında insanların huzur ve düzenini sarsan,
kişileri birbirine düşürüp düşman kamplar ha-
linde bölen yıkıcı bir nitelik vardır. Bu yüzden
Kur’an-ı Kerim’de: “Öyle bir fitneden sakının ki,
aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle
kalmaz.”6 anlamındakiâyet, insanları bu konuda
tedbirli olmaya çağırmaktadır. Bunun için âyet
ve hadislerin uyarılarına kulak vermeli, fitne ve
fitnecilerle doğru yöntemlerle mücadele edile-
rek fitne el birliği ile engellenmelidir. Fitnenin
ortadan kalkması için ellerinden geleni yapma-
yanlar, haksızlığa karşı mücadele etmeyenler,
kusurlu ve sorumludurlar. Peygamber Efendi-
miz (s.a.v.) fitne konusunda ümmetini uyarmış,
“Toplumda fenalık çoğalırsa içlerinde iyiler bulun-
sa bile helâkten kurtulamazlar.”7 buyurmuştur.
Müslüman, toplumun beraberliğini, barışını,
huzurunu bozacak, ifsat edecek her türlü fitne-
ye ve yıkıcı faaliyetlere engel olmak zorundadır.
Allah Elçisi (s.a.v.) Müslümanların fitne dönem-
lerinde sabır, sağduyu ve teenni ile hareket et-
meleri gerektiğine dikkat çekmiş, Müslümanla-
rın fitne esnasında haklı olan kimseye/kimsele-
re yardım etmesi, onun yanında fitnecilere karşı
mücadele etmesi gerektiği bildirilmiştir.
Dipnot
1. Mustafa Çağrıcı, “Fitne”, Diyanet İslâm Ansk., C. 13 , TDV. Yay.,
İstanbul 1996, s. 156; İsmail Karagöz, “Fitne”, Dinî Kavramlar
Sözlüğü, DİB. Yay., 5. baskı, Ankara 2010, s. 188; Hayati Hö-
kelekli, “Fitne”, İslâm’da İnanç-İbadet ve Günlük Yaşayış An-
siklopedisi, C. 2, İFAV. Yay., İstanbul 1997, s. 52; Hasan Keskin,
Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yay., İstanbul 2003, s. 19 vd
2. Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, TDV. Yay.,
Ankara 1992, s. 99-100.
3. Buhârî, Fiten, 4.
4. Buhârî, İlim, 24, Fiten, 5; İbnMâce, Fiten, 25
5. Buhârî, Fiten, 9, Menâkıb, 25; Müslim, Fiten, 10, 12-13; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 39, 48, 110
6. 8/Enfâl, 25.
7. Buhârî, Fiten, 4, 28.
“Allah Elçisi (s.a.v.) Müslümanların fitne dönemlerinde sabır, sağduyu ve teenni ile hareket etmeleri gerektiğine dikkat çekmiş, Müslümanların fitne esnasında haklı olan kimseye/kimselere yardım etmesi, onun yanında fitnecilere karşı mücadele etmesi gerektiği bildirilmiştir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba36 37
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in özelliklerini sayın. denecek olsa, doğru sözlü olması, güvenilir olması, güzel kelâmlı olması, merhametli
ve saygılı olması gibi, sayılabilecek ne kadar güzel haslet varsa hepsi sayılabilir. Bunların hepsi Allah Rasûlü’ne çok da güzel yakışır. Bunlar sayıldığı za-man, ona olan sevgimiz sebebiyle mübâlağa yap-mış olmadığımızı çok iyi biliriz. Çünkü her bir iyi sıfatın onun hayatında bir yeri vardır ve her biriyle ilgili olarak hayatından örnekler bulma imkânımız bulunmaktadır. Zaten bu meziyetleri dolayısıyla insanlar kendisini sevmişti ve ona bağlanmışlardı.
Unutmamak gerekir ki, Allah Rasûlü’nün ge-tirdiği dinin benimsenmesinde onun şahsiyetinin çok büyük payı vardır. Eğer o ahlâkî meziyetlerle donanmış olmasaydı, getirdiği din ne kadar güzel olursa olsun, etrafında kimse olmazdı.1 Oysa in-sanlar yüce dinimizin nasıl bir insan istediğini onun
şahsında görmek suretiyle İslâm’a ısınıyor ve ca-
nını bu uğurda verecek noktaya geliyordu. Çünkü
Allah Rasûlü sevilmeyecek gibi değildi.
Arkdaşlara Karşı Vefâlı Olmak
Onun sadece arkadaşlarına verdiği değere ve
vefâya baktığımızda bile ne büyük bir insanla kar-
şı karşıya olduğumuz anlıyoruz. Hz. Peygamber
(s.a.v.), Mekke’de kimlerle yola çıktıysa vefât ede-
ne kadar o insanları hep yanında tuttu. Yanında
kim vardıysa ölene kadar onlar sürekli yanındaydı.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Bilâl-i
Habeşî, Zeyd bin Hârise ve diğer arkadaşları hep
böyleydi. Kutlu elçinin bir tek arkadaşının bile fire
vermemiş olması dikkatinizi çekmiyor mu? Numu-
nelik olsun, tek bir arkadaşı bile onu yarı yolda koy-
madı veya o arkadaşını dışlamadı. Başarılı olma-
nın anahtarlarından biri işte burada yatmaktadır.
“İnsanın hayatta başarılı olması, belli makamlara ve imkânlara erişmesi geçmişini ve dostluklarını unutturmamalıdır. Malum olduğu üzere, insan
dostları olduğu sürece bir anlam ifade eder. Çünkü bu dostlar her zaman ona doğruyu söylerler ve hayrını isterler.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*
ve Dostluk
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba38 39
olduğu her türlü nimete şükrederek, geçmiş gün-lerimizi şenlendirdiğimiz ve birbirimizle dayanış-ma içinde olduğumuz dostları unutmamamızdır. İnsan kibirlenerek burun kıvırabilir ama tekrardan onlara ve arkadaşlıklarına muhtaç olacağı günle-rin gelmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Her şey bir yana, kul olmamız geçmişimizle bağımızı devam ettirmemizi gerektirir.
Şunu unutmamak gerekir ki, İslâm’ın biz Müs-lümanlardan yapmamızı istediği ibadetlerin bir yönü dostluğun pekişmesine, aramızdaki kardeş-lik bağının güçlenmesine yöneliktir. Cemâatle na-mazı bir düşünelim. Allah’a ibadet olması yanın-da Müslümanlarla aramızdaki dostluk bağını ne kadar güçlendirdiğini hepimiz biliyoruz. Öncelikle cami sebebiyle Müslüman kardeşlerimizin gene-line olan gönül bağımız pekişiyor. Bunun yanında yeni dostlar ediniyoruz. Kaldı ki camide başlatılan dostluk çok farklıdır. Bunun yanında arkadaşları-mızla aramızdaki irtibat cami vesîlesiyle güçlen-diriyor, iyi ve kötü günlerde birbirimizin yanında duruyoruz. Neresinden bakarsanız bakın, sadece cemaatle namaz bile dostluğumuza büyük katkı sağlamaktadır. Ortaklaşa kurban kestiğimiz hay-van dostluklar kazanmamıza, dostluğumuzu pe-kiştirmeye aracılık etmiyor mu? Komşulara dağıt-tığımız hisse aynı işlevi görmüyor mu? Bir de hac ve umre ibadetlerini düşünün? Dostluğa ne kadar katkı sağlıyor değil mi? Kezâ zekât ile fitrenin de bu yönü çok güçlüdür.
“İyi Bilirdik Diyebilmek”
İslâm esasında biz mü’minlerin birbirimiz-le dost olmamız için neler yapmamız gerektiği-ni Kur’an’da farklı âyetlerde tafsilatlı anlatmış, ölçüleri koymuştur. Allah Rasûlü de hadisleri ile anlatmak yanında uygulamalı olarak göstermiş-tir. Bu durumda yapılacak olan, inandıklarımızı icrâata dökmektir. Bunu başaramıyorsak ve bizim-le gerçekten gönül bağıyla dostluk kurmuş arka-daşlarımız yoksa kulluğumuzu ve insanlarla olan münâsebetlerimizi ölmeden önce hesâba alma-mız gerekir. Musallâya konulduğumuzda cemâate nasıl bildiği sorulduğunda, samîmî dostlarının gö-nülleri yanarak iyi bilirdik demeleri gerçekten çok
önemlidir. İşte bu, insanın iyi dostluklar kurup kur-madığının delilidir.
Rabb’imiz, “Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir. Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.”2 buyurarak bizim önce kendisine dost olmamızı is-ter. Bunun anlamı her zaman Rabb’imizin rızâsını önceleyeceğimiz, bunun yanında yaratıcımızla ile-tişimizin dostluk üzerinden yürümesi gerektiğidir.
Rabb’imiz bizi kendisine dost yaptıktan sonra kendi aramızda nasıl olmamız gerektiğini de ha-tırlatır: “Erkek ve kadın bütün inananlar, birbirlerinin dostudurlar.”3
Birbirimizle dost olmazsak ne olacağını da ha-
ber verir: “İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır.
Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kar-
gaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.”4 Bu âyet, gü-
nümüzü ne güzel anlatıyor değil mi? Ya şu uyarıya
ne demeli: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri
dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ili-
şiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz
müstesnâdır. Allah size kendisinden korkmanızı em-
rediyor. Nihâyet dönüş Allah’adır.”5 “Ey iman edenler!
Sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırt-
maktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler.
Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizledi-
ği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer
düşünürseniz.”6 “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp
da, kâfirleri dost edinmeyin.”7
Allah Rasûlü’nün kutlu buyruklarıyla yazımızı tamamlayalım: “Mü’min, kendisiyle dostluk kurula-bilen insandır. Kimseyle dostluk kurmayan ve ken-disiyle de dostluk kurulamayan insanda hayır yok-tur.”4 “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”5
“Vefât edene kadar nasıl oldu da bu arkadaş-lıklar yürüdü ve hiç aksamadan devam etti?” de-necek olursa, cevap olarak bazı başlıklar zikredile-bilir. Bunlar bizim için de hayat ve başarı dersidir:
1. Öncelikli olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ya-kın arkadaşları arasında her zaman bir “saygı mesâfesi” olmuştur. Arkadaşları onu peygam-berleri olması yanında liderleri olarak da kabul etmişlerdir. Bu sebeple saygı ve sevginin doru-ğu yaşanmakla birlikte, aradaki hassas mesâfe her zaman korunmuştur. Bir başka ifadeyle, herkes kendi sınırını bilmiştir.
2. Dostluk ahlâkî değerler çerçevesinde yürü-müştür. Bu sebeple birbirlerine karşı kırıcı, aşağılayıcı, alay edici ve benzeri bir ifade asla kullanılmamıştır. Hitap ve ilişki tarzı her zaman belli bir düzeyde olmuştur. Buna “olgun insan-ların erdemli dostluğu” diyebiliriz.
3. Allah Rasûlü ile aralarındaki dostluk, yapılacak işlerde istişâreye ve herkesin kendi düşüncesini rahat bir şekilde ifade etmesine engel değildi. Hatta bu bazen sert çıkışlara bile sebep olmak-taydı. Meselâ Hz. Ömer, Hudeybiye Antlaşma-sı’ndaki bazı maddeler aklına yatmadığı için Al-lah Rasûlü’ne karşı çıkmış ve kızmıştı. Hatâsını daha sonra anlayacaktı. Bununla birlikte herkes karşıdakinin yapısını bildiğinden, farklı görüş-lerin tabiata uygun bir şekilde dile getirilmesi aradaki dostluğun bozulmasına sebebiyet ver-miyordu. Çünkü karşıdakinin samimiyetinden ve Müslümanların iyiliğini istediğinden emin idiler. Bu sebepledir ki, Hz. Ömer’in elinin veya
dilinin değmediği bir tek insan neredeyse yok-tu, ama vefât ettiğinde ağlamayan tek Allah’ın kulu da yoktu.
4. Hz. Peygamber (s.a.v.), yakın arkadaşlarını her zaman için istişâre mekanizmalarında bulun-durmuştur. Çünkü onlar Mekke Dönemi’nden itibaren gelişen süreci çok iyi bilmekteydiler ve Allah Rasûlü’nün yanında adeta pişmişler-di. Bu sebeple basîretli ve doğru karar verme hususunda diğer sahâbîlere göre daha birikim-liydiler. Bu da Allah Rasûlü’nün onlara özel bir önem vermesine ve yanında bulundurmasına sebebiyet veriyordu.
5. Allah’ın son elçisinin, onlar için uygun görmüş olduğu işleri yüksünmeden yerine getiriyor-lardı. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatı boyunca onlara buyurmuş olduğu her hangi bir işten mâzeret beyan ederek kaçtıkları, başka bir ifa-deyle kaytardıkları veya işi başkasına yıkmaya çalıştıkları görülmemiştir.
Bütün bunlar ve zikredemediğimiz diğer arka-daşlık ilişkileri bir araya gelince sonradan halife olacak olan insanların Allah Rasûlü’ne neden bu derece yakın olduklarını daha iyi anlayabilmekte-yiz. Kezâ bu ilişkilerden kendimize dersler çıkarma imkânı elde edebilmekteyiz.
Demek oluyor ki, insanın hayatta başarılı ol-ması, belli makamlara ve imkânlara erişmesi geç-mişini ve dostluklarını unutturmamalıdır. Malum olduğu üzere, insan dostları olduğu sürece bir an-lam ifade eder. Çünkü bu dostlar her zaman ona doğruyu söylerler ve hayrını isterler.
Geçmişimizle Bağımızı Devam Ettirmek
İnsanın konumu yükseldiği veya maddî imkânları arttığı zaman etrafında pek çok kişi toplanabilir. Lakin bu kişilerin çoğu bir beklenti içerisindedir. Ne zamanki o koltuktan düşer veya maddî imkânlarını kaybeder, yanında kimse kal-madığını görerek kahrolur. İşte bu noktada ger-çek dostluğun önemi daha da önem kazanır. Bu yüzden bize düşen, Rabb’imizin ihsan buyurmuş
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM1. 3/Âl-i İmrân, 159.2. 4/Nisâ, 45.3. 9/Tevbe, 71.4. 8/Enfâl, 73.5. 3/Âl-i İmrân, 28.6. 3/Âl-i İmrân, 118.7. 4/Nisâ, 144.8. Müsned, 9198.9. Ebû Dâvûd, 4833.
“Hz. Peygamber (s.a.v.), yakın arkadaşlarını her zaman için istişâre mekanizmalarında bulundurmuştur. Çünkü onlar Mekke Dönemi’nden itibaren gelişen süreci çok iyi bilmekteydiler ve Allah Rasûlü’nün yanında adeta pişmişlerdi.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba40 41
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1470 yılında, Bizans’ın Ayasofya’dan sonraki ikinci kutsal tapınağı
Havariyun Kilisesi kalıntıları üzerine büyük bir külliye ile yaptırılan Fatih Camisi, ilk selâtin cami olma özelliğini taşımaktadır. Osmanlı sul-tanları ve ailesi tarafından yaptırılan ve ‘’sultan camileri’’ anlamına gelen selâtin camilerinin ilkidir. İlk Fatih Camii’nin inşasına 1463 Mart ayında başlanmış, inşaat yedi sene, on ay ka-dar sürmüş 1470 yılında tamamlanmıştır. Fatih Camii zamanın en büyük dinî ve kültürel mer-kezi olacak bir külliye şeklinde inşa edilmiştir. Caminin kuzeyinde ve güneyindeki Fatih Medre-selerini, sekiz adet Tetimme Medresesi ve sekiz tane Sahn-ı Seman Medreseleri oluşturmakta-dır. Fakat bu medreselerden Tetimme Medre-seleri bugün mevcut değildir. Külliyenin güney-doğusundaki imaret, hastane konumunda olan darüşşifa, nekahethane konumunda olan tab-hane, kütüphane, ilkokul konumundaki mektep, kervansaray ve türbeler külliyenin diğer bölüm-lerini oluşturmaktadır. 108.000 metrekarelik bir alanı kaplayan külliye o zamanın üniversite-si ve İstanbul’un Fatih tarafından yeniden ku-ruluşunun şehirle kaynaşan kültür merkezini ihtiva ediyordu. Bu büyük külliyenin merkezi konumunda olan ve Türk-İslâm mimarisinin en önemli basamaklarından birini oluşturan cami-nin mimarı hakkında hâlâ kesin deliller mevcut değildir. Buna rağmen araştırmacıların çoğu mimarının Atik Sinan yani Sinan Yusuf bin Ab-dullah el Atik olduğunda ittifak etmişlerdir.
1766 Depremi Sonrası Fatih Camii/Yeni Fatih Camii
Osmanlı devrindeki İstanbul zelzelelerinin en şiddetlilerinden sayılan ve muhtemelen İkin-ci Bayezid zamanındaki küçük kıyamete ben-zetilen depremle yalnız İstanbul değil civarı da sarsılmıştır. 22 Mayıs 1766 tarihi, Kurban Bayramı’nın üçüncü Perşembe günü vuku bulan bu büyük deprem gün doğduktan yarım saat sonra, iki dakikadan az sürerek İstanbul ve civa-rında büyük hasara sebep olmuştur. Depremin
tarihî abidelerdeki tahribatının da hayli korkunç
derecede olduğu, Sultan Selim, Şehzade, Süley-
maniye, Nuru Osmaniye, Laleli, Valide ve Aya-
sofya Camileri hariç diğer camilerin bazılarının
minarelerinin, bazılarının ise kubbelerinin çök-
tüğü kaydedilmektedir. İstanbul surlarının bazı
yerleri de yıkılarak, ahşap saraylardan Beşiktaş
Sarayı epeyce zarar görmüş, Topkapı Sarayı ve
Eski Saray’da da bir hayli hasar meydana gel-
miştir. Fatih Camii’ndeki hasar ise yeniden inşa
etme gereği duyulacak kadar fazla olmuştur.
Depremde caminin büyük kubbesi tamamen
çökerek harap hale gelmiş, küçük kubbeler ve
duvarlar da oldukça hasar görmüştür. Ayrıca
imaret, hastane ve medrese yıkılmış, yüzden
fazla öğrenci medrese yıkıntıları altında kalmış-
tır. Bunun üzerine cami Sultan III. Mustafa’nın
emri ile tamamen yıkılarak yeniden inşa edil-
miştir.
Evliya Çelebi’den Bir Kıssa
Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinde yer
alan hikâye şöyledir:
“Kutlu fethin sultanı şöhretine uygun bir
cami beklemektedir. Ancak cami inşası tamam-
lanınca gördüğü yapı kendisini öfkelendirir. Atik
Sinan’ı yanına çağırır ve mimar başını azarlar,
‘Benim camimi niçin Ayasofya kadar yüksek et-
meyip bir Rum haracı değer sütunlarımı üçer
arşın kesip Ayasofya’dan alçak ettin?’ diye so-
rar.
Sırlarla Dolu Bir Şaheser:
“Fatih Camii”
TARİH Resul KESENCELİ
“İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1470 yılında, Bizans’ın Ayasofya’dan sonraki ikinci kutsal tapınağı Havariyun Kilisesi kalıntıları üzerine büyük bir külliye ile yaptırılan Fatih Camisi, ilk selâtin cami olma özelliğini taşımaktadır.”
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba42 43
ve Molla Gürani vardı. Kalbi sızladı. Gözlerini açtı. Bir de şu anda arkasında duran devlet ri-calini düşündü. Amcasının tahttan indirilmesi ve ardından şehit edilmesinde parmakları bu-lunan Sadrazam Rüştü Paşa, Şeyhülislam Ha-san Hayrullah Efendi, Mithat Paşa ve diğerleri. Aman yâ Rabbi, ne günlere kalınmıştı…
Gözleri yine kapandı. Aklına huzurunda bu-lunduğu büyük dedesi Fatih ile ilgili olarak Os-manlı tarihi hocası Vakanüvis Kazasker Lütfi Efendi’den işittiği menkıbe geldi. Fatih Sultan Mehmed Han Fatih Camii civarındaki meşhur medreseleri yaptırmıştı. Talebelerin medrese-ye girdiği ana kapının önüne mezar büyüklü-ğünde bir çukur kazılmasını emretmişti. Emri hemen yerine getirilmişti. “Çukurun üzerine bir ızgara koyun!” diye devam etmişti cihan padişahı. Demirden ızgara da yerleştirilmişti çukurun üzerine. Ancak hiç kimse bu yapılan-lara bir mana verememişti. Ta ki büyük Fatih son emrini verene kadar: “Ben vefat edince üzerime, mezarımdan çıkan toprağı atma-yın! Onun yerine bedenimi, medreseye devam eden ilim talebelerinin ayakkabılarından ko-parak ızgaranın altında biriken bu mübarek tozlarla örtün. Umulur ki Cenab-ı Hak, onların yüzü suyu hürmetine bana merhamet eder.”
Elâ gözler açıldı. Karşısında tecessüm eden ve memleketin düştüğü durum sebebiyle sitem dolu bakışlarını hissettiği dedesine yürekten söz verdi: “Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla bu mem-leketi savaşlardan uzak tutacağım. Osmanlı mülkünün her tarafını okullarla donatacağım!” Gerçekten de Sultan İkinci Abdülhamid Han, 33 senelik saltanatı süresince gerçekleştirdiği eği-tim yatırımlarıyla Fatih’ten sonra eğitime en çok hizmet etmiş padişah unvanını alacaktı.
Mimarbaşı da ‘Padişahım, İstanbul’da zelzele
çok olur, yıkılmasın diye iki sütunu iki arşın kesip
Ayasofya’dan alçak ettim.’ diye özür dileyince,
Fatih, ‘Özrü cürmünden şiddetlidir.’ diyerek mi-
marbaşının iki ellerini bileklerinden kestirir.”
Atik Sinan daha sonra kadı efendiye başvu-
rarak adalet isteyecek ve görülen mahkeme
sonunda Fatih Sultan Mehmet, mimar başının
ailesine bakmakla görevlendirilecektir...
İlk Mimarî Yapı Değiştirildi
Caminin depremlerle hasar görmesinden sonra orijinalliğinin korunmasına dikkat edil-diyse de Mehmet Tahir mimarî yapıyı değiştirdi. Fatih Camii’nin ilk yapımında, cami alanını ge-nişletmek için duvarlar ve iki ayak üzerine bir kubbe oturtulmuş ve bunun da önüne bir yarım kubbe ilave edilmiştir. Caminin ikinci defa ya-pılışında payandalı camiler planı uygulanarak küçük kubbeli sivri bir bina meydana getirildi. Şimdiki durumda, merkezi kubbe dört fil aya-ğına oturmakta ve bunu dört yarım kubbe çev-relemektedir. Yarım kubbelerin etrafında ikinci derecede yarım ve tam kubbeler, mahfildeki ve dıştaki abdest musluklarının önündeki galerileri örtmektedir. Mihrabın sol tarafından, türbe ya-nından geniş bir rampa ile girilen hünkâr mahfili ve odalar bulunmaktadır. Minarelerin taş külah-ları ise 19. yüzyıl sonunda yapıldı. Caminin alçı pencereleri son devirlerde harap olduğundan değiştirildi. Avlu kapısının yanındaki yangın ha-vuzu Sultan II. Mahmut tarafından 1825 yılında yaptırıldı. Caminin geniş bir dış avlusu ile avlu-nun tabhaneye çıkan kapısı eski camiden kaldı.
Fatih Sultan Mehmet Han’la İkinci Abdülhamid Han’ın Mülakatı
Yeni Padişah İkinci Abdülhamid Han, Eyüp’te Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin türbesinde yapılan merasimde, ananeler gereği Hazret-i Ömer’in kılıcını kuşanmış Edirnekapı üzerinden geri dönüyordu. Sultan Selim Camii’nde Yavuz Sultan Selim ve babası Sultan Abdülmecid Han-ların türbelerini ziyaretten sonra Fatih Camii’ne gelindi. Padişah ve yanındakiler, büyük hüküm-dar, İstanbul fatihi Sultan Mehmed Han’ın tür-besine girdiler. Dedesi, karşısındaydı.
Padişah büyük büyük dedesi olan bu büyük Türk hükümdarının kabri başında hürmetle ayakta duruyor, okunması gereken sure-i şerif-leri ve diğer duaları okuyordu. Bir an elâ gözleri kapandı. Karşısında Fatih Sultan Mehmed Han’ı gördü. Mübarek dedesinin iki yanında hocaları ve art arda şeyhülislâmları olan Molla Hüsrev
“1766 senesindeki depremde civarındaki yapılarla birlikte harap olan türbe kısa zamanda onarılmış. Bu büyük onarım sırasında türbenin ilk yerine göre daha ileriye alındığı hususunda iddialar var. Buna göre Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesi daha ileri bir noktaya yeni baştan inşa edildiğinden Fatih Sultan Mehmet’in kabri de şimdiki câminin mihrabı altında kalmıştır.”
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba44 45
Fatih’in Naaşı
1766 senesindeki depremde civarındaki ya-
pılarla birlikte harap olan türbe kısa zamanda
onarılmış. Bu büyük onarım sırasında türbenin
ilk yerine göre daha ileriye alındığı hususunda
iddialar var. Buna göre Fatih Sultan Mehmed
Han’ın türbesi daha ileri bir noktaya yeni baş-
tan inşa edildiğinden Fatih Sultan Mehmet’in
kabri de şimdiki câminin mihrabı altında kal-
mıştır. Hâlbuki bazı yeni araştırmalara dayanan
bir iddiaya göre Fatih Camii’nin kıble duvarı ileri
alınmamış, türbe de eski yerinde ve ilk binanın
temelleri üzerine kurulmuştur. Yaygın bir söy-
lentiye göre Sultan Fatih’in naaşı, türbeden ca-
minin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin
sonundaki bir mezar odasında bulunmaktadır.
Reşat Ekrem Koçu “Osmanlı Padişahları” adlı
kitabında bu konu hakkında şu bilgileri aktarmak-
tadır: “İkinci Abdülhamid devrinde, bir yıl, Fatih
semtinden geçen ana suyolları patlamış geniş
bir sahada evlerin bodrumlarını su basmış, semt
halkından birkaç kişi de rüyalarında Fatih Sultan
Mehmet’i görmüşler, “Boğuluyorum... Beni kurta-
rın…” demiş. Bu gibi şeyler üzerinde çok hassas
olan Sultan Abdülhamid büyük ceddinin kabrini
gizlice açtırmağa karar vermiş, bu işi de gayet
gizli yapılması şartı ile Fatih İtfaiye Kumandanı
Mehmed Paşa’yı memur etmiş. O da, gördüklerini
hiçbir yerde söylemeyeceklerine güvendiği kim-
selerle işe başlamış. Türbede sanduka kaldırılmış,
kabir açılmış, fakat üç metreden fazla derinliğe
inildiği halde Fatih Sultan Mehmet’e ait hiçbir iz
bulunamamış. Nihayet karşılarına bir demir ka-
pak çıkmış, kapağı kaldırınca bir taş merdiven
görmüşler. Merdiven gayet büyük bir mahzene
iniyormuş, mahzenin ortasında büyük bir mer-
mer, onun üstünde aynı taştan bir lâhit, lâhidin
kapağını açmışlar, içinde Fatih’i bulmuşlar. Yüz,
ölümünden birkaç yıl evvel Gentile Bellini tara-
fından yapılmış portresindeki simayı tamamen
andırıyormuş. Keyfiyet Abdülhamid’e arz edilmiş,
o da, her ne sebepten ise, mahzen yolunun bir
daha girilemeyecek şekilde kapatılmasını emret-
miş. Fakat Mehmed Paşa bu tarihî sırrı muhafaza
edememiş, Damat Şerif Paşa’ya nakletmiş, Şerif
Paşa da Yahya Kemal’e söylemiştir. Fatih Sultan
Mehmed türbesindeki sandukanın altında değil,
camiin mihrabı altında yatmaktadır.
Buyurun tarihten bir sayfa açın,Ses verir ceddimiz, canlanır mâzi,Dostuydu mazlumun, yoksulun, açın,Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gâzi…
Ömür boyu Allah için cenk etti,Yiğitliği ismi ile denk etti,Durmadan seferden sefere gitti,Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gâzi…
Alpleriyle kahramanlık yâdıdır,Hâtırası ağzımızın tadıdır,Kaç asırlık dirilişin adıdır,Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gâzi…
Büyüdükçe Kayıların ışığı,Bu topraklar olmuş İslâm beşiği,Bir kahraman, Kur’an bayrak aşığı,Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gâzi…
O Erler ki, gönlümüzün burcudur,Celil, duâ sana vefa borcudur,Osmanlının temelidir, harcıdır,Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gâzi…
Halil GÖKKAYA
Ertuğrul Gazimiz
Kaynakça
Ahmet Vasıf, Vasıf Tarihi, İstanbul 1219, cilt: 1.Celal Esat Arseven, Türk Sanatı, Cem Yay. İstanbul 1984.Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Mimarisi, İstanbul Fetih Der-
neği Neşriyatı, No:11, İstanbul, 1953.Evliya Çelebi, Seyahatname, Cilt 1-2. , İstanbul, 1985.İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,
cilt:1-4, İstanbul, 1972.Kemal Altan, Mimari Eserlerimiz ve Mimarlarımız, sayı 5/6,
İstanbul. M. Cezar-M. Sertoğlu, Mufassal Osmanlı Tarihi, cilt: 1, İstanbul
1971.Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, cilt 1 - 2, İstanbul, 1971.Oktay Aslanapa, “Fatih Sultan Mehmet Zamanındaki Mimari
Eserler”, İstanbul Armağanı, Fetih ve Fatih, İstanbul Bü-yükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Bşk. Yay
Semavi Eyice, “Fatih Camii ve Külliyesi”, TDV İslâm Ansiklope-disi, Fasikül 80, Haziran 1995.
“Fatih Camii’nin ilk yapımında, cami alanını genişletmek için duvarlar ve iki ayak üzerine bir kubbe oturtulmuş ve bunun da önüne bir yarım kubbe ilave edilmiştir. Caminin ikinci defa yapılışında payandalı camiler planı uygulanarak küçük kubbeli sivri bir bina meydana getirildi.”
Foto: Cemil Şahin
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba46 47
Mustafa Takî Efendi (k.s.) , ilk mecliste Sivas Mebusu olarak görev yapmış Nakşî-Hâlidî şeyhlerinden birisidir.
Takî Efendi, ilmî, siyasî ve manevî kişiliğiyle yakın tarihimizde derin izler bırakan bir gönül eridir. Manevî kişiliğiyle günümüzde de mesaj-larını canlı tutmayı başaran Takî Efendi, aynı zamanda, fikirlerini; makaleleri, kitap çalışma-ları ve şiirleriyle ölümsüz hale getiren velut bir yazardır.1 Onun makale ve kitapları üzerinde yapılan çalışmalarla fikir dünyasına yapılan yol-culuklarda maalesef edebî yönünü dile getiren bir çalışma yer almamıştır. Biz bu çalışmamızda Takî Efendi’nin edebî veçhesini ve fikir dünyasını yansıtan bir şiiri üzerinde durarak bu eksikliği bir nebze olsun gidermeyi hedefliyoruz.
Takî Efendi (k.s.), eserlerinde (kitap ve maka-lelerinde) kullandığı ve bizzat kaleme aldığı şiir-lerle edebî alandaki yeteneğini gösteren mahir bir söz üstadıdır. Üstadı Tokatlı Mustafa Hâkî Efendi’nin vefatı dolayısıyla kaleme aldığı mersi-yesinde söz söylemedeki maharetini gözler önü-ne sererken birçok fikrini de serdetme imkânı bulmuştur.2 Onun mersiyesi bir başka çalışma-mıza konu olduğundan mersiyesi ilgili mevzuları o çalışmaya havale ederek, burada günümüze ulaşabilen bir şiiri üzerinde durmak istiyoruz. Onun bu çalışması, yakın bir zamanda bestele-nerek ilahî formatında da seslendirilmiştir.
Takî Efendi (k.s.)’nin şiirini ve açıklamasını şu şekilde takdim edebiliriz:
İsmini yâd edelim/Allah diyelim Ya HûBaşka sözü nidelim/Allah diyelim ya Hû
Bize dâim Hakk gerek/Salât-ü selâm gerekTemizlensin hem yürek/Allah diyelim ya Hû
Takî Efendi (k.s.), şiirine Allahu Teâlâ’nın ismini zikrederek başlamaktadır. İslam gele-neğinde bir işe Allahu Teâlâ’nın ismiyle başla-mak “Besmelesiz başlanan her önemli iş kesik/bereketsizdir.”3 hadis-i şerifi gereğince sünnet olarak kabul edilmiştir. Takî Efendi, bu sünneti ihya ederek şiirine başlamıştır. Kendisi, Allahu
Teâlâ’yı hatırlatan sözlerin önemini ve bu içe-
rikte olmayan sözlerin değersizliğini ‘Başka
sözü nidelim/ Allah diyelim ya Hû’ ifadeleriyle
kelimelere dökmüştür. Hemen akabinde Allahu
Teâlâ’nın rızasını kazanmak isteyenlere daima
‘Hak’ yani Allahu Teâlâ’nın rızasını aramak veya
doğru, güzel ve temiz olan ne varsa onların pe-
şinde ömür tüketmenin yakıştığını ifade ederek
insanın yaratılış gayesi olan kulluğa4 bir gön-
derme yaparak sözlerine devam etmiştir. Şiirin
devamında ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i yâd et-
tiğini görüyoruz. Bunu şöyle izah edebiliriz: Takî
Efendi, kelime-i tevhidin ilk kısmı olan ‘Lâ ilâhe
illallâh’ cümlesini ‘Bize daim Hak gerek’ ifadesiyle
dile getirirken kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan
‘Muhammedü’r-Rasûlullâh’ cümlesini ifade için
‘Bize salât ü selâm gerek’ sözlerine şiirde yer ver-
miştir. Bu cümlelerle yani kelime-i tevhidi teren-
nüm etmekle gönlün şirk, küfür, isyan ve diğer
günahlardan temizleneceğini de belirtmiştir.
Söylediğin söze bak/ İçerine ateş yak
Dilin desin dâim Hak/ Allah diyelim ya Hû
Takî Efendi (k.s.), besmele, kelime-i tevhid
ve gönül temizliğinden bahsettikten sonra ki-
şiye/sâlike söylediği söze dikkat etmesini telkin
etmiştir. Takî Efendi, mü’mine sözün en güzeli
olan kelime-i tevhidi ve onun ruhuna uygun olan
bütün güzel sözleri sarf etmesini bununla birlik-
te gizli veya açık şirk başta olmak üzere kişiyi
Mustafa Takî Efendi’nin (k.s.)Bir Şiiri ve Düşündürdükleri
KÜLTÜR Fatih ÇINAR
“Takî Efendi (k.s.), ilmî, siyasî ve manevî kişiliğiyle yakın tarihimizde derin izler bırakan bir gönül eridir. Manevî kişiliğiyle günümüzde de mesajlarını canlı tutmayı başaran Takî Efendi, aynı zamanda, fikirlerini; makaleleri, kitap çalışmaları ve şiirleriyle ölümsüz hale getiren velut bir yazardır.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba48 49
menin kazancıyla ahiret yurdunda cehennem ateşinden uzak kalmasını, bunun da yönteminin dünyada takva ölçüsünde ve zikrin günahlara karşı koruyucu gölgesinde kalmakla mümkün olduğunu veciz bir şekilde hatırlatmıştır.
Çokları alır satar/Türlü günâha batarBize de Allah yeter/Allah diyelim ya Hû
Burada Takî Efendi’nin ‘Başkaları ne der?’ şeklinde gönüllerde oluşturulan engele dik-kat çektiğini görüyoruz. O, sâlike/kişiye birçok kimsenin dünyaya karşılık ahireti, nefse karşılık ruhu ve bâtıla karşılık Hakk’ı satarak bir felake-te doğru yol aldıklarını, bu süreçte akıl almaz günahlara batarak dünya ve ahiretlerini mah-vettiklerini görmesini ve bu hataya onun düş-memesini telkin etmiştir. Yine onun, kişinin bu tür bataklıklardan Allahu Teâlâ’ya sığınmakla kurtulabileceğini, bunun da yolunun bütün aza-ları kaplayan zikrin nuruyla mümkün olabilece-ğini ifade etmeye çalıştığını görmekteyiz.
Takî der ki görelim/Nefsimizi kıralımZikre meclis kuralım/Allah diyelim ya Hû
Şiirin bu son beytinde Mustafa Efendi’nin mah-lasını ‘Takî’ olarak dile getirdiğini görmekteyiz. O, bu beyitte şiirin içerisinde telkin ettiği, kelime-i tevhidin ruhuna uygun yaşamak, zikir, dünyaya aldanmamak, ölüm gerçeğini idrak etmek, ahiret yatırımıyla meşgul olmak, şükür ve takva ekse-ninde hayatı tanzim etmek gibi hasletlere sadık kalarak hayat sermayesini değerlendirmenin ne-ticesini ‘nefsi kırmak’ olarak tarif etmiştir. Nefsin ayak kaydırıcı özelliğini durdurmanın hayata vahiy merkezli bir bakıştan yani zikirle hayatı anlamlı kılmaktan geçtiğini ‘Zikre meclis kuralım’ ifadesiy-le dile getirmiştir. Yine o burada, el ele gönül bir-likteliği içerisinde Allahu Teâlâ’yı her türlü hesabın içerisine katarak yaşama gayretinde bulunmanın önemine de değinmiştir.
Sonuç Yerine
Takî Efendi’nin elimizde mevcut olan bu kısa ve tek şiiriyle onun şiirlerinde ‘Takî’ mahlasını kullandığını öğrenmekteyiz. Şiir boyunca dik-
kat çeken bir diğer husus da Takî Efendi’nin, Yaratıcı’nın ‘Allah’ ve ‘Hû’ isimlerine yaptığı vur-gudur. Bu, daima Allahu Teâlâ’yı zikretmek için muhataplarının zihninde oluşturmaya çalıştığı hassasiyetin bir göstergesidir. Takî Efendi’nin günümüze ulaşan mersiyesi ve açıklamaya ça-lıştığımız bu şiiri onun başka şiirlerinin de ol-duğu fikrini akıllara getirmektedir. Fakat ondan günümüze bahsi geçen mersiye ve bu şiirden başka edebî bir metin ulaşmamıştır.
Takî Efendi (k.s.)’nin bu şiirini genel bir de-ğerlendirmeye tabi tutacak olursak şunları söyleyebiliriz: Takî Efendi, bu şiirinde dile olan yatkınlığını, şiirde kullandığı saf/arı/duru Türkçe-siyle gözler önüne sermiştir. O, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in az söz ile derin ve çok manalar kaste-debilme özelliğini (cevâmiu’l-kelîm olabilmek), ihya edebilmek adına bu şiirinde müşahhas ola-rak az sözle derin manalara yelken açabilmek için gayret göstermiştir. Bu manada onun, bu kısacık metinde besmele, tevhid, zikir, dünyaya aldanmama, ölüm, ahiret, tevazu, cehennemden sakınmak ve aşk gibi birçok konuyu dile getirmiş olması bu gayretinde başarılı olduğunu gösteren vesikalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Günümüz insanı açısından Takî Efendi’nin bu şiirinde ‘sözü güzel söylemeye’ dair önemli me-sajlar vardır. İçerikli/derinlikli, sade ve samimi bir dille fikirleri muhataplara aktarma gayreti son dönemde büyük ölçüde yara alan bir yönü-müzü oluşturmaktadır. Takî Efendi ve onun gibi sözü değerli kılmak suretiyle bu konuda önem-li bir seviyeyi yakalayan insanların dünyasına yolculuk yaparak bu eksikliğimizi gidermek için çaba ve gayret göstermemiz gerektiğini hatır-latarak sözlerimizi noktalamak istiyoruz.
her türlü günaha götürebilecek yanlış, eksik ve hatalı sözlerden uzak durmasını böylece gönül-de aşk ateşinin alevlenmesini bir hayat ölçüsü olarak takdim etmiştir. Dilden Hak yani Cenâb-ı Hakk’ı, doğru ve güzel olan hakikatleri eksik et-memenin gönül temizliği için önemine de işa-ret eden Takî Efendi, Yüce Yaratıcı’nın ‘Allah’ ve ‘Hû’ isimlerini zikrederek sâliki, daimi zikrin bir parçası olması yönünde uyarmıştır.
Aşk ile gel âşık ol/Umman gibi taşıp dolAllah diyen olur kul/Allah diyelim ya Hû
Şiirin bu kısmında Takî Efendi’nin, aşkın kişi-nin/sâlikin gönlünü ummana çeviren en büyük etken olduğunu dile getirdiğine şahit olmakta-yız. Onun, aşkın kişiyi nice aşamalardan geçirip ilahî rızaya kavuşturan önemli bir etken oldu-ğuna dair vurgularının ardından ‘Allah diyen olur kul’ şeklindeki telkini dikkat çekicidir. Şair bu sıralamayla, sözünde ve davranışlarında Al-lahu Teâlâ’nın rızasını düşünerek hareket eden kimsenin bir başka ifadeyle takva elbisesine bürünerek hayatına anlam katmaya çalışan mü’minlerin gerçek manada kulluk makamı-na ulaşabileceklerini söylemeye çalışmıştır. Bu noktada Takî Efendi’nin mü’mine yakışan tavrın dünyevî ve uhrevî her türlü makam ve beklen-tiden uzak bir şekilde sadece kulluk şuuruyla hareket etmesi olduğunu hatırlattığını görmek-teyiz. Onun bu hatırlatması ‘Ya Aişe! Allah’a şük-reden bir kul olmayayım mı?’5 ifadeleriyle kulluk makamını her türlü makam ve beklentiden üs-
tün gören Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmetine yaptığı nasihati hatırlatmaktadır.
Duymadın mı ey gülüm?/Dünyayı almış ölümAmel yoktur boş elim/Allah diyelim ya Hû
Takî Efendi (k.s.)’nin bu beyitte samimi bir ifa-deyle dünyadaki en büyük hakikat olan ölüm ger-çeğini hatırlatmak için ‘gülüm’ ifadesine yer ver-diğini görmekteyiz. Gül, bir mevsimlik ömrü olan bir çiçektir. Şiirde, insan ömrünün aslında çok kısa bir zaman dilimiyle sınırlı olduğuna dikkat çekil-miştir. Kendileri ölüm karşısındaki çaresizliği, ahi-rete yatırım için verilmiş olan ömür sermayesini layık olduğu şekilde değerlendirememenin ezikli-ği içerisinde ve büyük bir tevazu örgüsü dâhilinde dile getirmiştir. O, bu eksikliğin ve ölümle başla-yan ahiret hayatına yatırımının en sağlam daya-nağının Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek olduğunu şiirin-de tekrarladığı ‘Allah diyelim ya Hû’ cümlesini bu hassas noktada da tekrar ederek dile getirmiştir.
Nice korku gelecek/Herkes hayran kalacakAllah diyen gülecek/Allah diyelim ya Hû
Mustafa Takî Efendi (k.s.), ölümle birlikte çok çeşitli endişelerin başlayacağı, herkesin bir tür sarhoşluk içerisinde aciz bir duruma düşeceği ve sadece gönülden Allah (c.c) diyen, O’nu zikreden, O’nun (c.c.) emirleri doğrultusunda yaşamaya gayret eden kimselerin yüzlerinin güleceği şek-lindeki vahiy ve nebevî merkezli mesajına bu be-yitte de devam etmiştir. O, bu beyitteki ‘Allah di-yelim ya Hû’ tekrarıyla; yüzlerin gülmesi ve türlü korkuların bertaraf edilebilmesi için zikr-i daimî ile hayata yön verilmesi gerektiği, bir an bile olsa Allahu Teâlâ’dan gafil olmadan son nefese kadar istikrarlı bir kulluğun hedeflenmesinin kişi açısın-dan önemini dile getirmiştir.
Şu fâniye aldanma/ Bunda kalırım sanmaYarın ateşe yanma/ Allah diyelim ya Hû
Dünya hayatının geçiciliğini dile getirdiği bu beyitte Takî Efendi, sâlike/dervişe/kişiye burada kimsenin ebedî kalmadığını, bu gerçeği görerek nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarına karşı uya-nık olmasını ve dünyada bu tuzaklara düşme-
Dipnot1. Fatih Çınar, ‘Millî Mücadelenin ve İlk Meclisin Mânevî
Mîmârlarından Sivaslı Bir Âlim: Mustafa Takî Efendi (1873/1925)’, CÜİFD, Cilt IX/2, Sivas 2005, s. 169–204.
2. Bu konuda daha detaylı olarak şu çalışma yapılmıştır: Fa-tih Çınar, ‘Mustafa Takî Efendi’nin Üstadı Tokatlı Mustafa Hâkî Efendi’ye Yazdığı Mersiyesi’
3. Ebu Davud, Edeb, 18; Dârekutnî, Sünen, c.I, s.229. 4. Zariyat 51/56. 5. Buhari, Teheccüt 6; Müslim, Kitabu Sıfati’l-Müsafirine ve
Kasrihim 18.
“Takî Efendi (k.s.), mü’mine sözün en güzeli olan kelime-i tevhidi ve onun ruhuna uygun olan bütün güzel sözleri sarf etmesini bununla birlikte gizli veya açık şirk başta olmak üzere kişiyi her türlü günaha götürebilecek yanlış, eksik ve hatalı sözlerden uzak durmasını böylece gönülde aşk ateşinin alevlenmesini bir hayat ölçüsü olarak takdim etmiştir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba50 51
Ebû Hanîfe’nin Gözde Öğrencilerinden:
Hanefî mezhebinin kurucu imamı olarak kabul edilen İmam-ı Azam Ebû Hanîfe pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar ara-
sında bazıları diğerlerine göre daha çok ön plana çıkmış ve meşhur olmuştur. Onun meşhur tale-belerinden biri de İmam Züfer’dir.
Adı, Nesebi
Asıl adı, Ebü’l-Hüzeyl Züfer b. el-Hüzeyl el-Basrî’dir. Hicri 110/728 yılında babasının Is-fahan valiliği sırasında bu şehirde doğdu. Ebû Hanîfe’nin önde gelen öğrencilerinden ve Hanefî mezhebinin imamlarından biridir. Nesebi, Nizar b. Adnan’a kadar uzanır. Babası, Temîm Kabîlesi’nin Anberoğulları kolundan Basra’ya yerleşmiş önde gelen bir aileye mensuptur. Annesi ise İran›lı bir câriyedir. Dolayısıyla her iki milletin özelliklerini taşır. Züfer’in dili, yani konuşması Arapça idi, an-cak siması Acem’e benziyordu.1 İmam Züfer bir yönetici ve ilim ailesinden gelmektedir.
Yaşadığı Devir
İmam Züfer, Hicrî ikinci asrın ilk yarısında yaşadı. Bu devir Emevîlerin son, Abbâsîlerin ise ilk dönemlerine rastlar. Onun hayatının yirmi iki yıllık bölümü Emevî, geri kalan kısmı ise Abbâsî Dönemi’nde geçmiştir. Bu devir önceki devirlerde başlamış olan ilmî hareketin yoğun ve gelişmiş olduğu bir devirdir. Çünkü bu devirde Müslüman-lar pek çok bölgeyi fethetmiş ve onların kültürel birikimlerinden yararlanmışlardır. Ayrıca Yunan eserlerinin Arapçaya çevrilme süreci de bu dö-nemde büyük bir hız kazanmıştır. İslâmî ilimlerin önemli bir kısmı bu dönemde tedvîn edilmeye başlamıştır. Yine farklı fıkıh ve itikad mezhepleri de bu dönemde oluşmuştur.2
Tahsil Hayatı
Hayatının ilk dönemi hakkında fazla bilgi yok-tur. Ancak genel olarak diğer İslâm âlimleri gibi, onun da önceleri Kur’ân’ı ezberleyip hâfız oldu-ğu, sonra da hadis tahsili yaparak hadis imamla-rı arasına dâhil olduğu ifade edilmektedir. Tahsil hayatının önemli bir kısmını geçirdiği Kûfe’ye ne zaman geldiği belli değildir. Ancak yirmi yıldan
fazla bir süre Ebû Hanîfe’nin halkasına devam ettiği bilinmektedir. Buna göre Hicrî 130/748 yı-lından yani yirmi yaşından önce buraya gelmiş olmalıdır. Onun Ebû Hanîfe ile tanışması İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf’tan öncedir. Muhte-melen babasının 128/746’de vefâtını müteakip Isfahan’dan ayrılıp Irak’a dönmüştür.
Hocaları ve Öğrencileri
İmam Züfer’in en önde gelen hocası, şüphe-siz yanında yirmi seneden çok ders aldığı Ebû Hanîfe’dir. Onun dışında özellikle hadis alanında pek çok hocası vardır. Süleyman b. Mihrân el-A’meş, Muhammed b. İshâk, Yahyâ b. Abdullah et-Teymî bunlar arasındadır.
Talebelerine gelince; Züfer’den sünen sahibi pek çok kişi rivâyette bulunmuştur. Birkaç istis-na dışında muhaddisler onu, olumlu güvenilirlik ifade eden sıfatlarla nitelemişlerdir. Bu sebeple Züfer, muhaddisler nezdinde hadis rivâyetinde diğer ehl-i re’y mensuplarına göre daha olum-lu bir durumdadır. Ondan hadis rivâyet edenler arasında Abdullah b. Mübârek, Şakîk-ı Belhî, Mu-hammed b. Hasan eş- Şeybânî, Vekî‘ b. Cerrâh, Süfyân b. Uyeyne gibi önemli isimler vardır.
Ebu Hanîfe ile İrtibatı
Önceleri ehl-i hadîs meclislerine devam etti ve hadis alanında oldukça ilerledi. Bu durum daha sonra onun ehl-i hadis tarafından itibar görmesine yol açmıştır. Ebû Hanîfe’nin meclisine geliş sebebine dair şöyle bir rivâyet aktarılır: O, kendisine sorulan fıkıh soruları karşısında ehl-i hadîs çevresinin yetersiz kaldığını görmüş, bu-nun üzerine bu soruları Ebû Hanîfe’ye sormuş ve onun verdiği cevaplar karşısında hayran kalmış-
FIKIH Abdullah KAHRAMAN*
“İmam Züfer, Hicrî ikinci asrın ilk yarısında yaşadı. Bu devir Emevîlerin son, Abbâsîlerin ise ilk dönemlerine rastlar. Onun hayatının yirmi iki yıllık bölümü Emevî, geri kalan kısmı ise Abbâsî Dönemi’nde geçmiştir. Bu devir
önceki devirlerde başlamış olan ilmî hareketin yoğun ve gelişmiş olduğu bir devirdir.”
“İmam Züfer”
“İmam Züfer, Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldıktan sonra bu ilim meclisinin Ebû Yûsuf’la birlikte en önemli iki üyesinden biri oldu. Hocasının vefâtından sonra meclise başkanlık etmeye başladı.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba52 53
Dipnot*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. Hüseyin b. Ali es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, 112.
2. Bk. Muhsin Koçak, “Züfer b. Hüzeyl: Hayatı ve Eserleri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1991, sayı, 5, s, 121-122.
3. Murteza Bedir, “Züfer b. Hüzeyl” md., DİA, XXXXIV, s, 529.
4. Saymerî, s. 110-111; Koçak, 18-21.
5. Saymerî, s. 110; M. Zâhid el-Kevserî, Lemehâtu’n-nazar fî sîreti İmâm Züfer, s. 18-19; Bedir, 529.
6. Kevserî, s. 26; Bedir, 528-529.
7. Kevserî, s. 20.
8. Bedir, 529.
9. Koçak, 143.
10. Kerderî, Muhammed, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Menkıbe-leri (Terc. Mustafa S. Kaçalin), İstanbul 2010, II, 197.
tır. Bunun üzerine dönemindeki pek çok parlak öğrenci gibi, Ebû Hanîfe’nin ilim halkasına katıl-maya karar vermiştir. Çünkü Ebû Hanîfe rey eko-lünü temsil ediyordu ve Kur’an ve Sünnet üzerin-de tahliller yaparak çıkarımlarda bulunuyordu.
Ebû Hanîfe’nin Diğer Talebeleri Arasındaki Yeri
Züfer, Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldık-tan sonra bu ilim meclisinin Ebû Yûsuf’la birlik-te en önemli iki üyesinden biri oldu. Hocasının vefâtından sonra meclise başkanlık etmeye baş-ladı. Ebû Yûsuf ile Züfer, Ebû Hanîfe’nin fıkhı ken-dileriyle beraber tedvîn ettiği öğrencileri arasın-da öne çıkan iki önemli şahsiyettir. İkisi arasında bir tür çekişmenin ve rekâbetin bulunduğu da nakledilmektedir. Bir de Ebû Hanîfe’nin ölümü-nün ardından Züfer’in en azından meclis üyeleri nezdinde daha üstün tutulduğu da anlaşılmak-tadır. Bunun üzerine Ebû Yûsuf da kendisine ait ayrı bir grup oluşturmuştur. Başlangıçta Züfer’in Meclisi dolup taşarken Ebû Yûsuf birkaç kişi ile ders yapmak zorunda kalıyordu. Ancak daha sonra durum tersine dönmüştür. Çünkü hocası-nın vefâtından sonra bir süre Kûfe’de onun ders halkasını devam ettiren Züfer’in şöhreti, kabîle ve akrabalarının etkin olduğu Basra’ya kadar ulaşmıştı. Bir miras davası için Basra’ya gitti-ğinde Basra’nın ileri gelenleri orada kalması için kendisine ısrar edince o da bunu kabul etti. Bun-dan sonra Ebû Yûsuf, Kûfe’de Ebû Hanîfe’nin hal-kasını devralmış oldu ve mezhepteki şöhretine ulaştı. Ebû Hanîfe’den çok kısa bir süre ders alan genç İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, önce Züfer’in meclisine katılmışken, muhteme-
len onun Basra’ya yerleşmesinin ardından Ebû Yûsuf’un meclisine katılarak onun öğrencisi oldu.
Ebû Hanîfe’nin kendisi ile meşhur talebeleri olan üç imam arasında şöyle bir mukâyese nakle-dilir: Müzenî’ye birisi gelip Irak fukahâsını sormuş. O da: “Ebû Hanîfe onların efendisidir, ulusudur, Ebû Yûsuf hadîse en çok tâbi olanlarıdır, Muham-med b. Hasan, fürû’ meselerini en çok açıklayan-dır, Züfer ise kıyasta en keskin olanıdır.” dedi. Bu ifade, onun kıyası iyi kullandığı anlamına gelir.3 Rivâyete göre Züfer, mescitte bir sütunun yanın-da, Ebû Yûsuf da onun karşısında oturur, fıkıhla ilgili konularda münazara ederlerdi. Züfer bilge-likte sağlamdı ve yerinde hiç hareket etmeden tartışırdı, dili tatlıydı; Ebû Yûsuf ise münazarada huzursuz olur ve sürekli hareket ederdi.4
Hanefî Mezhebindeki Yeri
Züfer, Basra’da Ebû Hanîfe’nin görüşlerini yay-mada çok başarılı olmuştur. Ebû Hanîfe hayatta iken öğrencisi Hâlid b. Yûsuf es-Semtî’yi Basra’da Kûfe fıkhını anlatmak için görevlendirmişti. Hoca-sı onu gönderirken kendi ders halkasını kurmada acele etmemesi yönünde tavsiyede bulunmuştu. O bunun tersini yapınca tepki topladı ve başarı-sız oldu. Hâlbuki İmam Züfer, bu konuda güzel bir yöntem ve siyâset takip etti ve durumu tama-men Hanefîler lehine değiştirdi. Basralılar, Ebû Hanîfe’nin ismine ve görüşlerine hoş bakmıyor-lardı. Züfer, hocasının tavsiyesi doğrultusunda, bir süre Basra’da hâkim olan fıkıh meclislerine ve özellikle Osman el-Bettî’nin takipçilerinin mec-lislerine katıldı. Onlara alternatif bir ders halkası oluşturmakta acele etmedi. Buralarda konuşu-lan meseleler hakkında özellikle meselelerin da-yandırıldığı temel prensipler konusunda onların yaklaşımını anlamaya çalıştı. Bunları kavradık-tan sonra onlara, genel ilkeler ile cüz’î meseleler (usul-fürû) arasındaki ilişki konusundaki tutarsız-lıklarını gösterdi. Güçlü muhâkemesi olan Züfer’in muhâtapları onun ileri sürdüğü tutarsızlıkları ka-bul etmeye başladı. Bunun üzerine o, kendi metot ve görüşlerini açıkladı. Görüşleri benimsenince bunların Ebû Hanîfe’nin görüşleri olduğunu belirt-ti. Böylece Basra’da Ebû Hanîfe’nin ismine karşı var olan olumsuz tavrı ortadan kaldırdı.5
Görevleri
Bir süre Basra kadılığı yaptığı rivâyet edilse de bu bilginin doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira kendisi 158/(775)’de vefâtına kadar Basra’da ka-dılık yapanlar arasında bulunmadığından bu bilgi tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır. Belki de Züfer, Basra kadılığına iki defa tayin edilen öğrencisi Mu-hammed b. Abdullah el-Ensârî ile karıştırılmıştır.6
İmam Züfer Mezhepte Neden Dördüncü Sırada Kaldı?
Ebû Hanîfe’nin kendisinden sonra ders halka-sını devam ettiren öğrencisi olmasına rağmen Züfer, Hanefî mezhebi imamları arasında ilk sı-ralarda yer almayıp dördüncü sıradadır. Hasan b. Ziyâd ise beşinci sıradadır.
Ancak İmam Züfer, yirmi kadar meselede ilk üç imamın görüşlerine muhâlefet etmiştir. Onun bu görüşleri mezhepte “müftâ bih”, yani fetva-da esas kabul edilmiştir. Mesela Namazı kıyam, rükû ve secde ile kılmaktan âciz olan kimse Ebû Hanîfe’ye göre kolayına geldiği şekilde oturarak kılar; Züfer ise namazda kabul edilmiş bir otur-ma biçimi bulunması sebebiyle teşehhüddeki gibi oturulması gerektiğini savunur. Osmanlı dö-neminde de zaman zaman Züfer’in görüşlerinin benimsendiği görülür. Haremeyn fakirleri için kurulan bir vakfın gelirinin Hanefî mezhebinin üç imamına göre başka fakirler için de harcanabile-ceği kabul edilmiştir. Ancak Ebüssuûd Efendi bir fetvasında Züfer’in görüşünü tercih edip bunun başkasına harcanmasını kabul etmemiştir.
Züfer, fıkhî görüşlerinde genellikle hocası Ebû Hanîfe’nin usulünü izlemiştir. Hatta şöy-le demiştir: “Ben hangi görüşte Ebû Hanîfe’ye muhâlefet ettiysem biliniz ki, benim o görüşüm Ebû Hanîfe’nin daha önceki bir görüşüdür.”7
Bu yetkinliğine rağmen İmam Züfer’in mez-hepte merkezî bir yer işgal etmemesinin sebebi nedir? Bunun sebepleri arasında onun farklı gö-rüşlere sahip olması veya mezhebin esası haline gelen istihsâna karşı kıyasta ısrar etmesi vardır. Ancak bunlardan daha çok mesele, Hanefî mezhe-
binin oluşum süreciyle ilgilidir. Çünkü Hanefîliğin bir mezhep olarak ortaya çıkması, Muhammed b. Hasan’ın eserlerinin mezhebin esasları ve te-meli (zâhirü’r-rivâye) kabul edilmesinden sonra olmuştur. Züfer, erken bir dönemde Kûfe’den ay-rılıp Basra’ya yerleşmiş ve genç yaşta ölmüştür. Bu da, Muhammed b. Hasan üzerindeki etkisinin sınırlı olmasına yol açmıştır. Muhammed b. Ha-san, Ebû Hanîfe’nin yaklaşımını ve mirasını büyük ölçüde Ebû Yûsuf kanalıyla öğrenmiştir. Doğal olarak eserlerine aldığı görüşleri de Ebû Hanîfe-Ebû Yûsuf-Muhammed üçlüsü çerçevesinde oluş-turmuştur. Dolayısıyla Züfer’in veya Hasan b. Ziyâd’ın görüşleri ancak mezhebin ikinci derecede görüşleri arasında yer alabilmiştir.8
İmam Züfer, 48 gibi genç bir yaşta, 158/775’de Basra’da vefât etmiştir.
Zühd ve Takvası
İmam Züfer’in birçok İslâm âlimi gibi, hayatın-da ilim ve ibadeti birleştiren bir zat olduğu görül-mektedir. İbrahim b. Süleyman diyor ki: “Züfer’le oturduğumuz zaman yanında dünyaya ait hiçbir şey konuşmazdık. Bizden biri bunu yapacak olsa, hemen meclisi terk ederdi. Aramızda, Allah kor-kusu onu öldürecek diye bahsederdik.”9
Şeddâd şöyle demiştir: “Esed b. Amr’a: ‘Ebû Yûsuf mu daha fakîh, Züfer mi?’ diye sordum. ‘Züfer daha verâ sahibi, yani daha çok zühd sahi-bidir.’ dedi. Ben: ‘İlimden soruyorum.’ dedim. O: ‘Kişi zühd ile yücelir.’ Dedi.”10
“İmam Züfer, fıkhî görüşlerinde genellikle hocası Ebû Hanîfe’nin usulünü izlemiştir. Hatta şöyle demiştir: ‘Ben hangi görüşte Ebû Hanîfe’ye muhâlefet ettiysem biliniz ki, benim o görüşüm Ebû Hanîfe’nin daha önceki bir görüşüdür.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba54 55
Hayata iyilik penceresinden bakabilmeyi huy haline getirmek, gönül yolunun yıl-maz yolcusu olan bir derviş için ne güzel
bir erdemdir. Çağın karmaşasından bulanıkla-şan gözünü, bütün güzelliklerin kaynağından coşup taştığı en gür kaynakta yıkayabilmek ne büyük bir ihsandır onun için.
Dervişlik hırkasına talip oldu mu bir kul, bilmeli ki artık iyilikten başka tutunacak bir dalı yoktur bu cihanda. Bütün işlerinde iyiliği gözetmek, tefek-küründe her daim iyiliklerin envai çeşit filizlerini tomurcuklandırmak ve tezekküründe her vakit iyi-liği anmak onun en önemli vazifesi olmuştur artık. Öyle ki bu kısa ömürde iyiliğin her türlü çilesine talip olmayı gönüllü arzulayan ve bu sayede ebedi âlemde hiç bitmeyecek iyiliklere nail olmanın der-diyle dertlenendir artık derviş. Bu yüzden o, iyilik yapmak hususunda insanlar arasında her hangi bir ayrım yapmadan yoluna devam eden ve fırsat elde iken bu geçici dünyada hiç bitmeyecek mut-luluğun dünyasını şekillendirendir.
Dervişin en büyük meselesi kendisiyledir. Onun en büyük mücadelesi de kendi nefsiyledir. Bu yüzden derviş, affedicilik örtüsüne bürünerek hep affedici olmayı, hoşgörü elbisesini giyip her daim hoşgörülü olmayı bir hayat felsefesi hali-ne getirir. Yoksul olsun, zengin olsun; eşraftan olsun sıradan olsun hiç ayırt etmeden insanlara iyilik ve güzellikle muamelede bulunmanın ger-çek bir mümin tavrı olduğunu asla hatırından çıkarmadan cümle iyilik ve güzelliklerle dolu bir yola çıkmaya karar kılandır derviş. O, kimseyi kınamadan, yargılamadan ve başkalarının gizli saklı işleriyle uğraşmadan bütün benliğiyle iyilik yoluna revan olandır. En zor ve öfkeli anlarda bile kendine sahip olan, her şartta eline, diline hâkim olan ve iyilik yolundan zerre kadar ayrıl-mayandır derviş.
Nitekim Maide Suresi 2. ayette Yüce Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’ın (koyduğu din) nişa-nelerine, haram aya, hac kurbanına, (bu kurban-lıklara takılı) gerdanlıklara ve de Rablerinden bol
nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâbe’ye gelenlere
sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda
(isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i Haram’dan alı-
koydular diye birtakımlarına beslediğiniz kin, sa-
kın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve
takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşman-
lık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten
sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”
İmam Buhari’nin naklettiği bir hadis-i şerif-
lerinde Sevgili Peygamberimiz de bu hususta
şöyle buyurmaktadır:
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Onu in-
citmez, üzmez. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını,
kusurunu örterse, Allahu Teâlâ, kıyamette onun
ayıplarını, kabahatlerini örter.”
İyilik yolunun gönüllü yolcusu olan der-
viş, Yüce Rabb’imizin emrettiği ve Sevgili
Peygamberimiz’in uygulayıcısı olduğu kutlu iyi-
lik yolunda gönül sultanlarımızın tavsiyelerine
de riayet ederek sabır içinde sebat edendir. Ni-
tekim son asrın iyilik timsali Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi de “Gökçek gerek dervişin sanı
yoksula baya” buyurarak gerek fakire ferekse
zengine, yani herkese karşı aynı iyilik yolundan
gitmeyi tavsiye etmektedir.
İyilik, Sayarak Değil Saçarak Yapılmalı
Yüce dinimiz İslâm’ın en önemli düsturların-
dan birisi de bir topluluğun en hayırlısının o top-
luluğa hizmet edenler olduğu gerçeğidir.
Derviş, İyilik Yolunun
Yolcusudur
EDEBİYAT Mürsel GÜNDOĞDU
“Dervişlik hırkasına talip oldu mu bir kul, bilmeli ki artık iyilikten başka tutunacak bir dalı yoktur bu cihanda. Bütün işlerinde iyiliği gözetmek, tefekküründe her daim iyiliklerin envai çeşit filizlerini tomurcuklandırmak ve tezekküründe her vakit iyiliği anmak onun en önemli vazifesi olmuştur artık.”
“Gökçek gerek dervişin sanı yoksula bayaSuçluların suçundan geçip hoşgörülü ol.”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba56 57
Nefsin bu özelliğini en iyi bilenlerden olan
Sevgili Peygamberimiz: “Vallahi ben, vefatımdan
sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum,
fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” bu-
yurarak bizleri uyarmıştır. Zira çağımız, nefsine
uyup kötülüğün her bir çeşidiyle sınanmakta
olan insanlığın feryatları altında inim inim inle-
mektedir. Ve eğer bizler, bir an önce böyle bir
hastalığın tedavisine koyulamazsak iyilikten ve
güzellikten yana nasibimizi kaybetme tehlike-
siyle karşı karşıyayız demektir.
Yüce Rabb’imiz Maide Suresi 105. ayette
bizleri bu hususta şöyle uyarır ve hepimize en
doğru yolu gösterir: “Ey iman edenler! Siz kendi
nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda
bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.”
Yüce Rabb’imizin emirleri doğrultusunda
insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin
arzularına karşı kendini muhafaza etme husu-
sunda sabır göstermesi ve hayatı boyunca ken-
dini bu mücadeleye adaması onu nihai huzur ve
mutluluğa götürecek en emin yol olacaktır. Zira
nefsini günahlardan arındıranların yüreğinde
hemen iyilik tohumları yeşerecek ve çeşit çeşit
güzellikler filizlenmeye başlayacaktır. Şems Su-
resi 9 ve 10. ayetlerde Yüce Allah şöyle buyur-
maktadır:
“Nefsini arındıran kurtulmuştur. Onu kirletip
örten kişi ise ziyana uğramıştır.”
O halde gönlü iyiliklerle bezeyebilmenin
yegâne, yolu nefisle mücadele etmekten geç-
mektedir. Bu yüzden derviş, en önce kendini dü-
zeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye
önce kendi nefsinden başlamalı ve başkaların-
dan önce kendisini düzeltmeye çalışmalıdır. Zira
ilmin en makbulü, amel edilenidir. Nasihatlerin
en hayırlısı ise önce kendisi tarafından yaşanıp
ardından insanlara öğütlenenlerdir. Bu çıplak
hakikat, Bakara Suresi 44. ayette ne güzel ifa-
desini bulmaktadır: “İnsanlara iyiliği emreder de
kendinizi unutur musunuz?”
Hayatı boyunca İslâm’ın ulvî prensipleri-
ni kendisine düstur edinen Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi, ihvanlarına nefisle mücadelenin
canlı misali olmakla kalmamış bunu veciz sözle-
ri, şiirleri ve nasihatleri yoluyla da dile getirerek
bu hususta son asrın en önemli temsilcilerinden
birisi olmuştur.
Hoşgörü ve Bağışlama, Kalp Hastalıklarının Şifasıdır
Müslümanların gönülleri Kur’an-ı Kerim na-
zil olmaya başladığından beri affediciliğin ve
hoşgörünün gür ırmaklarıyla yıkanmaktadır. Bu
hususta Rabbimiz Araf Suresi 199. ayette şöyle
buyurmaktadır; “Affet, marufu emret ve cahiller-
den yüz çevir.”
Sevgili Peygamberimiz de hayatı boyunca
kötülükler karşı bir kalkan olarak kullandığı bu
güzel huyu bizlere övmüş, her fırsatta böyle bir
ahlakla ahlaklanmamız için bizleri teşvik edici
olmuştur: “Affedin ki, Allahu Teâlâ da sizi affetsin
ve şerefinizi yükseltsin.”
Sohbetleri ile binlerce gönle girmiş, memle-
ketimizin hayrına çok değerli ihvanlar yetiştir-
miş, hoşgörü, tevazu ve ihlasıyla herkesin saygı
ve sevgisini kazanmayı başarmış Osman Hulûsi
Efendi, hayatı boyunca İslâm’ın gönül değerleri-
nin yaşanıp yaşatılmasına kendisini adamış bir
vakıf insandır. O, insanı insan yapan ve kemale
erdiren bu değerlerin yaşayan canlı bir temsil-
cisiydi. Ve modern dünyanın kuraklığa mahkûm
ettiği gönüllerimize hali ve kaliyle bu erdemleri
zerk etmenin çile ve ızdırabına bir ömür tüket-
miştir. Bu yüzden onun nasihatleri, duyan her-
kesi tesiri altına almakta ve adeta kalbine müs-
tesna bir nakış misali işlenmektedir.
Onun Nasihat şiirinde dile gelen sekizinci
beyti bu anlamda hepimizin gönlüne özge bir
nasihat pınarı olarak çağlamaya devam ediyor:
“Gökçek gerek dervişin sanı yoksula baya/Suçlu-
ların suçundan geçip hoşgörülü ol.”
Ne mutlu nasihat alanlara…
Bu cihanşümul ilke İslâm’ın doğduğu asır-dan itibaren Müslüman diyarları aydınlatarak Müslüman toplumu hizmette ve iyilikte birbir-leriyle yarışan bir kıvama dönüştürmüştür. Sev-gili Peygamberimiz’in sözlerinden pek çoğu bu ışığın gittikçe artan dozda Müslüman toplumu aydınlatmaya devam etmesi kabilindendir. Ni-tekim O: “Kim, bir Müslümanın sıkıntısını giderip, onu sevindirse, Allahu Teâlâ, kıyamette en sıkın-tılı anlarda, onu sıkıntılardan kurtarır.” buyurarak bunu en veciz şekilde ifade etmiştir.
İyilik sadece iyi insanlara yapılan bir davranış değildir. İyi olana herkes iyilikle karşılık verebi-lir. Ancak asıl marifet, kötülük yapana da iyilikle mukabele etmekte gizlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in şu hadisi buna işaret etmektedir:
“Saygısızlık edene yumuşak davranan, zulme-deni affeden, vermeyene veren, kendisini arayıp sormayan ahbabını, akrabasını gözeten, Cennet-te yüksek derecelere kavuşur.”
İnsanlara yardım etmek, sıkıntılı anların-da onlara destek vermek ve kimseyi incitme-mek üzere hayatını kuranların hem bu dün-yada hem de ahirette çok büyük nimetlerle mükâfatlandırılacağı müjdelenmiştir. Ataları-mızın “İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.” sözü buna ne güzel bir mi-saldir. Unutmamalı ki dara düştüğü zaman bir kardeşine yardımcı olanın en büyük destekçisi Yüce Allah olacaktır.
Bu yüzden dervişlik yoluna talip olan kişi iyi-liği sayarak değil saçarak yapmalıdır.
İyilik yoluna revan olan dervişin takınacağı en güzel tavır, hem kendisi için hem de her han-
gi bir ayrım yapmadan başkaları için iyi olmaya çalışmaktır. Zira kim başkasına bir iyilikte bulu-nursa Yüce Rabb’imiz engin feyzinden onu na-siplendirecek ve onu en güzel iyiliklere kavuştu-racaktır. Peygamber Efendimiz ile onun yolunu takip eden ariflerimizin yegâne tavsiyeleri de bu yönde olmuştur. Nitekim Sevgili Peygambe-rimiz bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir, onu üz-mez, onu sıkıntıda bırakmaz. Kardeşine yardım edene, Allahu Teâlâ yardım eder. Kardeşinin sı-kıntısını giderenin, Allahu Teâlâ kıyamet sıkıntısı-nı giderir. Bir Müslümanı sevindireni Allahu Teâlâ kıyamette sevindirir.”
Bunun aksine hareket ederek Müslüman kardeşini incitmeye çalışan, gizlilerini araştırıp onun ayıplarını yüzüne vuranların durumunu ise Peygamber Efendimiz şöyle tasvir etmektedir:
“Allah’ın kullarını üzmeyin. Onları ayıplama-yın, gizli kusurlarını araştırmayın. Kim Müslüman kardeşinin ayıbını ararsa Allahu Teâlâ da onun ayıbını arar. Hatta öyle ki, evinden çıkmasa da onu rezil eder.”
Ömrünü, İslâm’ın düsturlarının Müslüman-ların gönlünde bir kandil misali parıldamasına adayan ve bu uğurda hutbeler irad edip hik-met yüklü şiirler yazan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de Nasihat adlı şiirinin sekizinci beytinde “Suçluların suçundan geçip hoşgörülü ol” buyu-rarak İslâm’ın bu evrensel düsturunu çağın ya-ralı yüreğine haykırmıştır.
Derviş, Nefsini Arındırandır
Nefisler, kötülük yapmaya, şehvete ve güna-ha meyillidir. Bunların olduğu yerde ise iyilikler yeşerip güzellikler ortaya çıkmaz. Bu yüzden dervişin her şeyden önce nefsini ıslah etmeye ve onu iyilik yapmaya meyilli hale getirmeye ih-tiyacı vardır.
Hakiki iman sahiplerinin bin bir çileye talip olarak nefisle mücadele etmeye koyulması işte bu yüzdendir.
“İyilik sadece iyi insanlara yapılan bir davranış değildir. İyi olana herkes iyilikle karşılık verebilir. Ancak asıl marifet, kötülük yapana da iyilikle mukabele etmekte gizlidir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba58 59
Kuruluş Devrinde Gönül Erleri
T ürklerin 10. asırda devlet ve millet ola-rak bir bütün halinde İslâm’ı kabulünden sonra bu dinin Türkler arasında yayılma-
sı, anlaşılması öte yandan özellikle Anadolu’nun 1071’de Türklere kapılarını açmasından sonra burada bulunan gayrimüslimlere İslâm’ın tanıtıl-ması faaliyeti büyük bir mücadele gerektiriyor-du. Malum olduğu üzre dinin dili Arapça idi. Dini bilmek için de o dinin dilinin iyi bilinmesi gereki-yordu. Bu noktada çok sayıda âlime ihtiyaç vardı. Bunlar İslâm’ı iyi bilecek ve halka da anlatacak-lardı. Bunun için ilk zamanlardan itibaren birçok âlim Kur’an tercümeleri yapmak suretiyle vazi-felerini yerine getirmişlerdir. Ancak İslâm’ı daha iyi anlamak ve anlatabilmek için sadece Kur’an tercümeleri yetmiyordu. İslâm, güzel ahlak de-mekti ve bu güzelliği anlatabilmek için insanların gönlüne hitap etmek gerekiyordu. Bunun için de gönüllere hükmedebilecek sultanlara ihtiyaç var-dı. İşte özellikle Anadolu’da yoğun bir gönül se-ferberliği bu ihtiyaca binaen ortaya çıkmış Ana-dolu’daki her kale gerçekte ayrı ayrı kahramanlık destanları ile fethedilmiştir.
Anadolu, Türk akıncılarının silah zoruyla alın-madı. Buraya gelindiğinde gayrimüslim bir halk vardı. Türklük faziletinden ve İslâm imanından yoksun gönüller Ahmed Yesevî’lerin, Yûnusların,
Celaleddin-i Rumîlerin, Hacı Bektaşların, So-muncu Babaların, Hacı Bayramların fikir ve fel-sefe zenginlikleriyle doldurula doldurula alındı. Onların çağrıları, paslı gönüller için birer billur kaynak oldu. Anadolu onların sayesinde yavaş yavaş fakat kuvvetle İslâmlaştı. Bundan sonra da ulaşabildiği her yere aldığı bu kimliğin müh-rünü vurdu.
Tasavvuf erleri Anadolu’da Selçukluların son, Osmanlı’nın ise kuruluş dönemlerinde oldukça yoğun bir faaliyet göstermişlerdir. Özellikle 13. asır Anadolu tarihi için iç açıcı bir dönem de-ğildir. Anadolu hayli yorgun, çetin bir hareketli-lik içindedir. Batıdan gelen ve yıllar süren Haçlı seferleri Anadolu’yu perişan etmiş, Doğudan gelen Moğol saldırıları ise ortalığı karıştırmış, Selçuklu Devleti beyliklere ayrılmış, merkezî yönetim zayıflamıştır. Vergiler artmış, savaşlar, başkaldırmalar, bölünmeler ülkeyi 13. asırda zor durumda bırakmıştı. Bu kargaşa içinde her şeye rağmen fetih hareketlerinin devam etme-si gerekiyordu. Yani Anadolu’nun Türkleşmesi, İslâmlaşması hareketi… Anadolu’da bulunan gayrimüslimlerin yansıra Asya’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen Türklerin bu dini iyice ta-nımaları gerekiyordu. İşte burada tarikatlar ve tasavvuf erenleri devreye girdi. İslâm’a teşne gönüller, ediplerin belagatinden istifade etti. Bunlardan bazılarının ismini yâd etmek gerekir.
Ahmed Fakîh, dinî-ahlâkî eseri olan Çarhnâme’sini halkın dinî ve ahlakî hususlarda bilgi sahibi olması için yazdı.
Hacı Bektaş-ı Veli Türkistan’dan Ahmed Yesevi’nin isteğiyle Anadolu’ya gelmiş burada insanları etrafında toplayarak Bektaşilik tarika-tını kurmuştur. Makâlât isimli eserinde Allah’ın varlığı ve birliği, insanın yaratılışı ve yaratılış gayesi gibi konuları ele aldı.
Celaleddin-i Rûmî Anadolu’da çok etkili ol-muş bir isimdir. Etkileri bugün bile devam eden Mevlevîlik tarikatının piridir. Mesnevi isimli ese-ri en çok bilinen ve okunan birçok dile çevri-len Farsça bir eserdir. Mesnevi; dinî, tasavvufî
“Anadolu, Türk akıncılarının silah zoruyla alınmadı. Buraya gelindiğinde gayrimüslim bir halk vardı. Türklük faziletinden ve İslâm imanından yoksun
gönüller Ahmed Yesevî’lerin, Yûnusların, Celaleddin-i Rumîlerin, Hacı Bektaşların, Somuncu Babaların, Hacı Bayramların fikir ve felsefe zenginlikleriyle doldurula
doldurula alındı.”
KÜLTÜR Vedat Ali TOK
“Tasavvuf erleri Anadolu’da Selçukluların son, Osmanlı’nın ise kuruluş dönemlerinde oldukça yoğun bir faaliyet göstermişlerdir. Özellikle 13. asır Anadolu tarihi için iç açıcı bir dönem değildir. Anadolu hayli yorgun, çetin bir hareketlilik içindedir. Batıdan gelen ve yıllar süren Haçlı Seferleri Anadolu’yu perişan etmiş, Doğudan gelen Moğol saldırıları ise ortalığı karıştırmış, Selçuklu Devleti beyliklere ayrılmış, merkezî yönetim zayıflamıştır.” tem
muz
/201
7
somuncubaba somuncubaba60 61
ve ahlâkî konularda pek çok meseleyi ele alan öğretici bir kitaptır. Nasihat ağırlıklıdır. Konu-lar hikâye ve fabllarla açıklanmıştır, bu yüzden akılda kalıcılığı sağlanmıştır. Divan-ı Kebir, Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbat onun diğer eserleridir.
Sultan Veled, Mevlana’nın oğludur. Babası-nın yolunu takip ederek o da bazı dinî-tasavvufî konularda eserler yazmış, Mevlevî tarikatının kurucusu kabul edilmiştir.
Şeyyad Hamza, sufi bir şair olarak bilinir. Ahi zümrelerine intisabından sonra tarikatları tanı-mış, İslam kültürünü kavramış gezgin bir mu-tasavvıftır. Özellikle naatları önemlidir. Yusuf u Züleyha isimli eseri Kur’an-ı Kerim’deki Yûsuf kıssasına dayanmaktadır.
Yûnus Emre Hazretleri, yaşadığı yer ve za-
manın rivayetlere dayandığı büyük bir Türk mu-
tasavvıfıdır. Bugün bile herkesin aşina olduğu
bir isim olan Yunus Emre Hazretleri, ilahîleri ile
Türk milletinin gönlüne taht kurmuş bir derviş-
tir. Risaletü’n-Nushiyye (Öğütler Kitabı) adlı öğ-
retici eseri, mesnevi biçiminde yazılmıştır. Fa-
kat onun en kuvvetli şiirleri ilahîleridir.
Yûnus Emre Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’i
anlayacak kadar Arapça, Celaleddin-i Rumî’yi
anlayacak kadar da Farsça bildiği muhakkaktır.
Yazdığı şiirlere baktığımız zaman onları bir ayet,
bir hadis tercümesi şeklinde değerlendirebiliriz:
Ben bir kitap okudum kalem anı yazmadı
Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz
Kehf Suresi, 109. ayet: “De ki: Rabb’imin söz-
leri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da
ilâve getirsek dahi, Rabb’imin sözleri bitmeden
önce deniz tükenecektir.”
Nitekim ben beni bildim
Yakîn bil kim Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı
Şimdi korkudan kurtuldum
Hadis-i Şerif: “Kendini bilen Rabb’ini de bilir.”
Dost sureti gözgüdür
Bakan kendi yüzün görür
Hadis-i Şerif: “Mü’min, mü’minin aynasıdır.”
Bu örnekler o kadar çok ki… Bu şiirler bir te-
sadüf sonucu ayetlere, hadislere benzerlik gös-
termemektedir. Yûnus’un da asıl maksadı şiir-
de bir üstad olmak değildir. Anadolu insanının
aydınlatılması ve onları İslâmlaştırma idealidir.
Hâsılı onu, insanlığa şiir sanatını araç edinmek
suretiyle insanlara rehber olmuş bir derviş ola-
rak tanımlayabiliriz.
Tasavvuf kültürü ile halkı yetiştirme mü-
cadelesi bundan sonra da Gülşehrî, Âşık Paşa,
Emir Sultan, Somuncu Baba gibi nice gönül sul-
tanları ile devam edegelmektedir.
Tarihimin en karanlık darbesi Bir araya gelmiş arzın kahbesi İhâneti susturdu Selâ sesi
Durdurdu, tankı-topu Türk milleti Meydanlarda demokrasi nöbeti
Dünyâ tarihinde yoktur bir eşiYedi düvel ile bilek güreşiParlak doğdu 16’nın güneşi
Yüzlerce şehitle binlerce gâzî Allah ve Peygamber onlardan râzı
Îman dolu göğsünü siper etti Bomba, mermi vız gelip tırıs gitti Kurtardı hürriyet ve istiklâli
15 TemmuzTürküsü
Foto: Ayhan İşcan
“Yûnus Emre Hazretleri, yaşadığı yer ve zamanın rivayetlere dayandığı büyük bir Türk mutasavvıfıdır. Bugün bile herkesin aşina olduğu bir isim olan Yunus Emre Hazretleri, ilahîleri ile Türk milletinin gönlüne taht kurmuş bir derviştir.”
O gece, andırdı Çanakkale’yi Sakarya’yı, Millî Mücadele’yi
Milletim savundu memleketiniKardeşlik rûhuyla hürriyetiniÇiğnetmedi harîm-i ismetini
Darbeciye darbe neymiş gösterdi Tüm dünyâya tarihî bir ders verdi
Ordu, polis, halkın gönül birliği Îlan etti millî seferberliği Hâinlere bozdurmadı dirliği Dimdik yönetimi, muhalefeti Son kale Türkiye Cumhuriyeti Herkes iyi tanısın bu milleti Bin yıldan beridir İslâm ümmetiYaşasın devlet-i ebed müddeti
Hiç bitmesin hak yolunda hizmeti Kıyâmete kadar sürsün devleti...
Bekir OĞUZBAŞARAN
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba62 63
“Kur’an”Hatâdan Korunmuştur“Kur’an, Müslümanın her anını kapsamalı her zaman okumalıdır. Kur’an, Müslümanın masasının üzerinde, cebinde, çantasında olmalıdır ki, imkân bulduğu her anı değerlendirebilsin. Kur’an’ı her gün okumalı ve anlamları üzerinde düşünmeliyiz. Hayatımızın merkezinde Yüce Kitabımız olmalıdır.
Kur’an okumaya düşkün olunmalı, hatta bu konuda da sahâbî örnek alınmalıdır.”
KÜLTÜR Mustafa KARABACAK
Kur’an-ı Kerim, hem lafzı hem de mânâsı itibariyle mûcize bir kitaptır. Hz. Peygam-ber (s.a.v.)’in diğer mûcizeleri zamanı ile
kayıtlı iken Kur’an mûcizesi ise asırlara meydan okuyan bir mûcizedir. Bu anlamda insanların benzerini getirmekten âciz kaldıkları bir kitaptır. “Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koy-mak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, bir-birlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”1
Kur’an-ı Kerim hatâdan korunmuş ve Rabb’imizin güvencesi altındadır. “Kur’an’ı ke-sinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruya-cağız.”2 “Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklar-dır). Hâlbuki o, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.”3
Kitabımız Kur’an’da zerre kadar bir tutarsızlık bulmak mümkün değildir: “Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tu-tarsızlık bulurlardı.”4
Bir âlim ne kadar dikkatli olsa da kitaplarında ve yazılarında beşer gereği hatâ yapabilir. Nite-kim İmam Şâfiî’nin önde gelen talebelerinden olan Ebû İbrâhim İsmail b. Yahyâ b. İsmail el-Müzenî el-Mısrî’nin şu aktarımı mânidârdır: “er-Risâle adlı kitabını Şâfiî’ye seksen defa okudum. Her defasında mutlaka bir hatâ buldu ve şöyle dedi: ‘Hey gidi hey! Allah, kendi kitabından başka sahîh bir kitap olmasını kabul etmemiştir.”5
Kur’an’da her konuda Allah’ın mesajları anla-şılacak şekilde verilmiş ve açıklanmıştır. “Muhak-kak ki biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”6
Kur’an, Müslümanın her anını kapsamalı her zaman okumalıdır. Kur’an, Müslümanın masası-nın üzerinde, cebinde, çantasında olmalıdır ki, imkân bulduğu her anı değerlendirebilsin. En fazla okumamız ve düşkünlük derecesinde olma-
mız gereken kitap Kur’an’dır. Hatta bu anlamda
Allah Rasûlü, hadisle daha fazla meşgûl olanla-
rı da uyarmış ve bu sıranın bozulmasını uygun
görmemiştir. Mâlik b. Ubâde’den aktarılmakta-
dır: O, Rasûlullah’ın şöyle söylediğini naklediyor:
“Kur’an öğrenmeniz sizin için daha çok gereklidir.
Oysa siz büyük bir iştahla benden hadis nakletme-
yi istiyorsunuz. Buna rağmen kim benden iyice bel-
leyerek bir hadis öğrenmişse onu rivâyet etmesin-
de bir sakınca yoktur. Fakat kim ki bana bir yalan
iftira ederse, yani benim adıma hadis uydurursa
cehennemde yerini hazırlasın.”7
En Hayırlınız
Allah Rasûlü, “Sizin hayırlınız Kur’an’ı öğre-
nen ve öğretendir.” buyurdu.8 Kur’an-ı Kerim
öyle bir kitaptır ki, her harfine on sevap vardır.
“Kim Kur’an-ı Kerim’den bir harf okursa, onun
için bir iyilik sevabı vardır. Her bir iyiliğin karşılığı
da on sevaptır. Ben ‘elif lâm mîm’ bir harftir de-
miyorum; bilakis ‘elif’ bir harftir, ‘lâm’ bir harftir,
‘mîm’ de harftir.”9 Kur’an’ın her zaman ve yerde
savaşta, barışta, otururken, gezerken vb. okun-
ması gerekir. “Onlar, ayakta dururken, otururken,
yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar,
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin
düşünürler (ve şöyle derler:) Rabb’imiz! Sen bunu
boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehen-
“Kur’an, Müslümanın her anını kapsamalı her zaman okumalıdır. Kur’an, Müslümanın masasının üzerinde, cebinde, çantasında olmalıdır ki, imkân bulduğu her anı değerlendirebilsin. Kur’an ayı Ramazan’da ise her zamanki okuduğumuzdan daha fazla Kur’an ile haşir neşir olmamız gerekir. En fazla okumamız ve düşkünlük derecesinde olmamız gereken kitap Kur’an’dır.”
Foto: Ayhan İşcen
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba64 65
Meleklerin Dinlediği Bir Okuyuş
Kur’an okunduğu zaman sahâbenin okuyuşu gibi okumak lazım, yani öyle bir Kur’an okumalı-yız ki, melekler dahi dinlemeye gelsin. “Useyd b. Hudayr, bir gece Bakara Sûresi’ni okuyordu. Atı da yanında bağlanmıştı. Kur’an’ı okuyorken birden at şahlandı. Useyd sustu. O susunca at da sâkinleşti. Useyd tekrar okumağa başladı. At yine şahlandı. Useyd sustu, at da sâkinleşti. Bundan sonra Useyd bir daha okumağa başladı, at yine şahlandı. Useyd de artık vazgeçti. Useyd’in oğlu Yahyâ ise ata yakın bir yerde (yatmakta) idi. Atın çocuğa bir zararı do-kunmasından endişe ederek, çocuğu geriye çekti. Bu sırada başını kaldırıp göğe baktığında, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birtakım şeylerin parlamakta olduğunu gördü de, nihâyet onu göremez oldu. Sabah olduğunda Useyd, Rasûlüllah’a bunu anlattı. Allah Rasûlü ona, ‘Oku ey Hudayr oğlu, oku ey Hudayr oğlu!’ dedi. Useyd, ‘Yâ Rasûlallah, atın Yahyâ’yı çiğnemesin-den endişelendim. Çünkü çocuk ata yakın bir yer-de idi. Başımı kaldırıp çocuğa gittim. Başımı göğe doğru kaldırdığımda, beyaz bulut gölgesine ben-
zer bir sis içinde kandiller gibi birçok şeylerin par-lamakta olduklarını gördüm. Artık bu beyaz gölge tabakası içindeki ışıklı parlak cisimler manz3ume-si göğe doğru çekilip çıktı. Nihâyet onu görmez oldum.’ dedi. Allah Rasûlü, ‘Bilir misin onlar nedir?’ buyurdu. Useyd, ‘Hayır.’ dedi. Allah Rasûlü, ‘Onlar meleklerdi, senin Kur’an okuyuş sesine yaklaşmış-lardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerlerdi. İnsanlar da onlara bakarlardı. Onlar insanların gözünden gizlenemezlerdi.’ buyurdu.”13
Allah Rasûlü bazı sahâbîlerin Kur’an okuma-larını beğenirdi. Bunlardan biri de Ebû Mûse’l-Eş’arî’dir. Bir gün Allah Rasûlü onun Kur’an oku-masını dinledi ve “Ona, Dâvûd peygambere verilen nağmelerden bir nağme (güzel ses) verilmiştir.” dedi.14
nem azabından koru!”10 Abdullah b. Muğaffel, Al-lah Rasûlü’nü Mekke fethinde devesinin üzerinde Fetih Sûresi’ni okurken gördüğünü bildirmekte-dir.11 Fakat şunun da unutulmaması gerekir ki, Kur’an sadece okunsun sevap kazanılsın diye değil; okunsun, anlaşılsın ve hayata tatbîk edilsin diye gelmiştir. Mehmet Akif Ersoy bunu şöyle dil-lendirmektedir:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in bakarız yaprağınaYâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağınaİnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilinNe mezarlıkta okunmak ne fala bakmak için
Kur’an’ı her gün okumalı ve anlamları üze-rinde düşünmeliyiz. Hayatımızın merkezinde Yüce Kitabımız olmalıdır. Kur’an okumaya düş-kün olunmalı, hatta bu konuda da sahâbî örnek alınmalıdır. Abdullah b. Amr b. Âs rivâyet etti, “(Dedi ki): ‘Ben bütün sene oruç tutuyor, her gece Kur’an okuyordum. Hz. Peygamber (s.a.v.) bana: ‘Ben, senin bütün sene oruç tuttuğunu ve her gece Kur’an okuduğunu haber almadım mı sanıyorsun?’ dedi. Ben: ‘Hay hay yâ Nebiyyallah (Muhakkak haber almışsındır.) Ammâ ben bu-nunla hayırdan başka bir şey murâd etmedim.’ dedim. Rasûlullah ‘Şüphesiz ki her aydan üç gün oruç tutman sana kâfîdir.’ buyurdu. Ben, ‘Yâ Ne-biyyallah! Ben, bundan daha fazlasına takat ge-tiririm.’ dedim. Efendimiz, ‘Fakat zevcenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde
hakkı vardır, vücûdunun da senin üzerinde hak-kı vardır. Binâenaleyh sen Dâvûd’un orucunu tut. Çünkü o insanların en ziyâde ibadet edeniydi.’ bu-yurdu. Ben, ‘Yâ Nebiyyallah, Dâvûd orucu nedir?’ diye sordum. Rasûlullah ‘Dâvûd bir gün oruç tu-tar, bir gün tutmazdı. Bir de her ay Kur’an’ı hatim et.’ buyurdu. Ben, ‘Yâ Nebiyyallah! Ben bundan daha fazlasına takat getiririm.’ dedim. ‘O halde Kur’ân’ı her yirmi günde bir kere hatmeyle.’ buyur-du. ‘Yâ Nebiyyallah! Ben bundan daha fazlasına takat getirebilirim.’ dedim. ‘Öyle ise onu her on günde bir hatim et.’ buyurdu. ‘Yâ Nebiyyallah! Ben bundan daha fazlasına takat getirebilirim.’ dedim. ‘O halde onu her hafta hatim et. Ama bundan öteye de geçme. Çünkü zevcenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin de senin üze-rinde hakkı vardır. Vücûdunun dahi senin üzerinde hakkı vardır.’ buyurdular. Abdullah demiş ki: ‘Ben (ibâdet isteğinde) şiddet gösterdim, bana da şiddet gösterildi. Peygamber (s.a.v.) bana, ‘Sen bilmezsin, belki ömrün uzun olur.’ dedi. Neticede Allah Rasûlü’nün dediğine geldim. İhtiyarlayınca da ‘Keşke Rasûlullah’ın gösterdiği ruhsatı kabul etseydim.’ diye hayıflandım.”12
Dipnot
1. 17/İsrâ, 88.2. 15/Hicr, 9.3. 41/Fussılet, 41-42.4. 4/Nisâ, 82.5. İbn Âbidîn, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdülazîz Âbidîn
ed-Dımaşkî el-Hanefî, Reddü’l-Muhtâr alâ ed-Dürri’l-Muhtâr, 2. Basım, I-VI, Dârü’l-Fikr, Beyrut, 1412/1992, I, 27
6. 17/İsrâ, 88.7. Buhârî, Târîhu’l-Kebîr, VII, 301,302; Taberânî, Mu’cemü’l-
Kebîr, XIX, 296; Râmehürmüzî, el-Muhaddisu’l-Fâsıl Beyne’r-Râvî ve’l-Vâî, s. 172; Ebû Zür’a, Târîhu Ebî Zür’a ed-Dimaşkî, s. 268, 269.
8. Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an, 21/5027, 5028.9. Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an, 16/2910.10. 3/Âl-i İmrân, 191.11. Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an, 24/5034; Müslim, Salâtü’l-
Misâfirîn, 237/794.12. Müslim, Savm, 182/1159.13. Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an, 15, hadis no: 5018.14. Buhârî,Fedâilü’l-Kur’an, 31; Müslim, Salâtü’l-Misâfirîn, 236;
Nesâî, İftitâh, 83; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 176.
“Kur’an öğrenmeniz sizin için daha çok gereklidir. Oysa siz büyük bir iştahla benden hadis nakletmeyi istiyorsunuz. Buna rağmen kim benden iyice belleyerek bir hadis öğrenmişse onu rivâyet etmesinde bir sakınca yoktur. Fakat kim ki bana bir yalan iftira ederse, yani benim adıma hadis uydurursa cehennemde yerini hazırlasın.”
Buhârî, Târîhu’l-Kebîr, VII, 301, 302;
“Ya açar Nazm-ı Celîl’in bakarız yaprağınaYâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağınaİnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilinNe mezarlıkta okunmak ne fala bakmak için”
Mehmet Akif Ersoy
Foto: Ayhan İşcen
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba66 67
15 Temmuz Darbe GirişiminiDoğru Okumak
Darbeler, genel ve görünen şekliyle bir ül-
kede silahlı kuvvetler mensuplarının si-
lah zoru ile yahut başka yöntemlerle ülke
yönetimine el koyması demektir. Bu kalkışmada
yönetimde bulunan hükümetlerin, ekonomik ve
sosyal sorunları çözmekte başarısız oldukları
öne çıkarılan bir iddia olarak karşımıza çıkar ve
bu durum darbenin asıl sebebi olarak gösterilir.
Şayet darbeleri anlamak için sadece bu açıkla-
mayı dikkate alırsak darbelerin arka planını, öte-
ki yüzünü görmüyoruz demektir. Zira meseleye
tarihsel perspektif ve darbe öncesi ve sonrası
yapılanlar çerçevesinde baktığımızda ekonomik,
sosyal sorunların işin dış sebebi olduğu rahat-
lıkla görülecektir. Bizce asıl mesele zihniyet ve
ideoloji meselesidir. Yani darbeler, bir zihniyete
karşı olmak ve onu bertaraf etmek için belli bir
zihniyetin gerçekleştirdiği bir eylemdir.
Bunu nerden anlıyoruz? Mesela; darbe söz-
cüleri darbe öncesinde yahut darbe gerçekleşti-
rildiğinde hükümetlerin siyasî ve ekonomik an-
lamda başarısız olduklarını ve bu yüzden ülkeyi
ve milleti düze çıkarmak için darbeyi yaptıkları-
nı ifade ederler. Ama diğer taraftan mesela kılık
kıyafete müdahale edildiğini, tutuklamaların,
idamların yapıldığını, kitap vs.nin yasaklandığını
görürüz. Mesela; son postmodern darbe olarak
tarihe geçen 28 Şubat hadisesinde ilk işlerden
biri olarak eğitime müdahale edilmiş ve sekiz
yıllık eğitime geçilmiştir. Bütün bunlardan çıka-
cak sonuç şudur: Darbe, millet temsilcilerinin
şahsında millete karşı, onun değerlerine karşı
yapılmaktadır. Diğer yandan darbe ve müdaha-
leyi sadece askerlerin yapmadığını, kurum ve
kuruluşların, basın organlarının ve üniversitele-
rin de bu işte rol aldığını görürüz.
Burada bir konuya daha açıklık getirmek ge-
rekir. Bu süreçlerin hemen hepsi, Tanzimat’tan
bu yana karşı karşıya kaldığımız Batılı/laik/se-
küler mi olacağız yoksa yerli/millî/muhafazakâr
ve dindar mı olacağız şeklindeki temel sorularla
da yakından ilgilidir. Diğer yandan bu gerekçe-
lere asırlardır bu vatanda gözü olan dahası bu
yatanda yaşayan milletle fikir/inanç uyuşmazlı-
ğı olan dış güçlerin de darbelerin tetikleyicisi ol-
duğu ve iç darbecilerle doğrudan iş birliği içinde
oldukları gerçeği de eklenmelidir.
Meseleye böyle bakarsak hem tarihimizdeki
diğer darbeleri hem de bu darbelerin son hal-
kası olan 15 Temmuz’u daha iyi anlamış ve an-
“En son 28 Şubat darbesini yaşamış bir toplum ne oldu da 15 Temmuz sürecine geldi? Olanlar, aslında gayet açıktır. 28 Şubat’ta başaramadılar. Daha sonra ise yönetime geçen kadrolar, bu ülkeyi hem maddî hem de manevî anlamda
daha güçlü kıldılar. Türkiye hem iç hem de dış düşmanların arzu etmedikleri bir noktaya geldi.”
DÜŞÜNCE Mustafa ÖZÇELİK
“Bu millet, bir asırdır İstiklal Marşı’nın manasını içselleştirmiş bir milletti. Ezelden beri hür yaşamayı şiar edinmişti. Gücünü maddeye değil manaya bağlamış, hiçbir gücün imanını boğamayacağına inanmıştı. Öyle de oldu. Ezanlar, salalar, İstiklâl Marşı, bayrak, vatan sevgisi ve büyük bir ferasetle darbenin planlayıcılarını ve niyetlerini fark etme... İşte bütün bu kavramlar açıklayabilir neden darbe teşebbüsünde bulunuldu ve neden bu darbe başarısız oldu?”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba68 69
lamlandırmış oluruz. Şimdi de 15 Temmuz’daki
olaya bakalım:
En son 28 Şubat darbesini yaşamış bir top-
lum ne oldu da 15 Temmuz sürecine geldi?
Olanlar, aslında gayet açıktır. 28 Şubat’ta başa-
ramadılar. Daha sonra ise yönetime geçen kad-
rolar, bu ülkeyi hem maddî hem de manevî an-
lamda daha güçlü kıldılar. Türkiye hem iç hem
de dış düşmanların arzu etmedikleri bir nokta-
ya geldi. Bu durum, onların hedefleri açısından
tehlikeli ve bir an önce durdurulması gereken
bir gelişmeydi. Ama onları asıl endişelendiren
maddî manadaki kalkınma hamlelerinden çok
zihniyet anlamında meydana gelen değişme
ve gelişmelerdi. Türkiye, kendine geliyor, tari-
hiyle, kültürüyle barışıyor, bu gelişmelerle ka-
lınan, güçlenen bir ülke haline geliyordu. Üs-
telik bunu önceki siyasî kadrolara göre dindar,
muhafazakâr bir siyasî kadro gerçekleştiriyor-
du.
Planı, yeniden kurgulamak gerekiyordu. Öyle
de oldu. Daha önceki darbelerde darbecilerin
zihniyet anlamında duruşları belliydi. Din karşıt-
lığı en belirgin özellikleriydi. Şimdi madem fark-
lı bir siyasal iktidar vardı. Öyleyse ağacı kurt ye-
meliydi. Dindar görünümlü ihanet şebekesi, bu
defa zahirdeki bu ortak paydadan istifade ede-
rek devletin kılcal damarlarına kadar yerleşti-
ler. Hayatın her alanında var olmayı başardılar.
Özellikle gençlik, eğitim, bürokrasi ve iş dünyası
üzerinde güçlü bir hâkimiyet kurdular. Bunu da
daha önceki Ergenekon, Balyoz Operasyonlarıy-
la hükümeti kendilerine bir anlamda mahkûm
kılarak yaptılar. Ergenekon’cu zihniyete karşı
hükümet, bu çevrelerle ister istemez bir şekil-
de birlikte olmak durumunda kaldı. Oysa gerçek
böyle değildi. Bu hainler, kendilerine bu yolla
alan açıyorlardı. Dolayısıyla bütün bunlar bir
proje idi. Görünenle arka plan kesinlikle aynı
değildi. Güce güvenmenin gururuyla başaracak-
larını sandılar. Bu süreçte ise hükümet, bu sinsi
planı anlamakta gecikmedi. Karşı tavır almaya
başladı. Bu gelişmenin doğurduğu panikle ken-
dilerince uygun zamanın geldiğini düşünerek
saldırdılar. Ama hiç beklemedikleri bir direnişle
geri püskürtüldüler ve başarısız oldular. Hesap
tersine döndü.
Darbenin bize gösterdiği bir hakikat de bu
çerçevede hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Biz, dar-
beyi toplara, tanklara, kurşunlara karşı çıplak
elle kazandık. Ama bu bedenin içindeki yürek…
İşte onu unuttular. Bu millet, bir asırdır İstiklal
Marşı’nın manasını içselleştirmiş bir milletti.
Ezelden beri hür yaşamayı şiar edinmişti. Gü-
cünü maddeye değil manaya bağlamış, hiçbir
gücün imanını boğamayacağına inanmıştı. Öyle
de oldu. Ezanlar, salalar, İstiklâl Marşı, bayrak,
vatan sevgisi ve büyük bir ferasetle darbenin
planlayıcılarını ve niyetlerini fark etme... İşte
bütün bu kavramlar açıklayabilir neden darbe
teşebbüsünde bulunuldu ve neden bu darbe ba-
şarısız oldu?
Madem zihniyettir asıl olan dedik. O zaman
şöyle de demeliyiz ki bir daha böyle durumlarla
karşılaşmayalım. Son darbenin hainleri dindar
bir milleti din ile değiştirmek, dönüştürmek ve
ardından yok etmek istediler. Öyleyse dinimizi
öğrenme/öğretme konusunda çok hassas olma-
mız gerekir. Din, sağlam ve sahih kaynaklardan
ve kişilerden öğrenilmeli ve bir hayat anlayışı
olarak her alanda varlığını görünür kılmalıdır.
Din, bizim en büyük gücümüzdür. Diğer taraftan
ancak dini muhteva ile anlamlandırdığımızda
bir değer ifade edecek olan bayrak, ezan, İs-
tiklal Marşı, vatan kavramlarının bir milleti ne
kadar diri tutan kavramlar ve semboller olduğu
hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Yine kendi olma ve hürriyet kavramı bu top-
lumda çok öncelenmeli ve önemsenmelidir. Bu
da siyasi, ekonomik, askerî uygulamalarla bir-
likte hatta onlardan daha çok ilim, kültür, sanat,
eğitim konusunda yapılacak ve yapılması gere-
ken çabalarla gerçekleştirilebilir. Zira sadece
duyguda kalan bir hareketin gücü bir süre sonra
zafiyet içine girer. Duygunun düşünceyle, ilmin
irfanla, gönlün akılla birleştirilmesi gerekir. Aksi
takdirde yeni darbelerle her an karşı karşıya
kalmak söz konusu olabilir. Bunun için tarihi-
ni, ülkesini, dünyası iyi okuyup anlayan ve ona
uygun stratejiler geliştiren münevverler sökün
etmelidir. Olanların değeri bilinmeli ve sayısı
artırılmalıdır. Onların yapacağı çalışmalarla bu
ülkede yeniden kardeşliğin dili hâkim olmalıdır.
Anadolu, yeniden bir kardeşlik ve sevgi yurdu
haline gelmelidir.
Şimdi bu anlamda ülke olarak bir yandan
derlenip toparlanmaya çalışırken bir yandan da
darbenin artçı sarsıntılarıyla karşılaşmaya de-
vam ediyoruz. Türkiye’nin iç meselesi olan bir
halk oylaması olayında Batı’nın aldığı tavır bunu
açıkça göstermektedir. Hesapları tutmamış-
tır ve yeni stratejiler denemektedirler. Bunun
farkında olmalıyız. Şüphesiz, bilinçli gayretlerle
bunları da aşacağız. Zira bu bir beka meselesi-
dir. İyileşip ayağa kalkmak hem kendi milletimiz
hem bütün insanlık adına çok hayırlı gelişmele-
rin kapısını aralayacaktır.
“Din, sağlam ve sahih kaynaklardan ve kişilerden öğrenilmeli ve bir hayat anlayışı olarak her alanda varlığını görünür kılmalıdır. Din, bizim en büyük gücümüzdür. Diğer taraftan ancak dini muhteva ile anlamlandırdığımızda bir değer ifade edecek olan bayrak, ezan, İstiklal Marşı, vatan kavramlarının bir milleti ne kadar diri tutan kavramlar ve semboller olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.”
“Duygunun düşünceyle, ilmin irfanla, gönlün akılla birleştirilmesi gerekir. Aksi takdirde yeni darbelerle her an karşı karşıya kalmak söz konusu olabilir. Bunun için tarihini, ülkesini, dünyası iyi okuyup anlayan ve ona uygun stratejiler geliştiren münevverler sökün etmelidir. Olanların değeri bilinmeli ve sayısı artırılmalıdır. Onların yapacağı çalışmalarla bu ülkede yeniden kardeşliğin dili hâkim olmalıdır. Anadolu, yeniden bir kardeşlik ve sevgi yurdu haline gelmelidir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba70 71
Nasihat Yayınlarından yeni
bir eser daha…
Dergimizin yazarlarından
Prof. Dr. Abdullah Kahraman’ın
2008 yılından beri dergimizde
yayınlanan yazılarından derle-
diği ”Güncel Konular ve Fıkhî
Hükümler” adlı eseri okuyucu-
ların istifadesine sunuldu.
Kitap, içerisindeki konular
itibarıyla, başucu kitabı olabi-
lecek, günlük hayatımızda sık-
ça karşılaşabileceğimiz güncel
konulardaki şüphe ve sorularla
ilgili olarak rahatlıkla ve gü-
venle başvurabileceğimiz bir
eser.
Ticarî hayatımızdaki karşılıklı ilişkiler, sihir
ve büyü, nikâh ve boşanma, paylaşım siteleri ve
medya ahlakı, helal kesim ve katkı maddeleri,
sigorta ve borsa, hisse senedi gibi konuların ya-
nında bir kul olarak yerine getirmemiz gereken
dinî vazifelerimiz, ibadetlerimizle ilgili birçok
konuya ışık tutan eserde yer alan konularda ba-
zıları şu şekilde: Fıkıh, Mükellef ve Mezhep, Dinî
Problemlerin Pratik Çözümü: Fetvâ, Fetvâ Vere-
nin Taşıması Gereken Vasıflar, Kur’ân’da Yasak-
lanan Davranışlar, Bir Arada Yaşama Ahlâk ve
Hukûku, İslâm’da Kadın Hakları, İki Kadın ve İki
Hüküm, İslâm Miras Huku-
kunda Kadın, Nikâh, Boşa-
ma ve Boşanma Hakkı, He-
lal Gıda ve Amel-i Sâlihle
İlişkisi, Haram ve Helal Ol-
duğu Şüpheli Şeylere Kar-
şı Dinî Tavrımız, Helâl Ke-
simle İlgili Bazı Güncel Me-
seleler, Gıdalarda Katkı ve
Kimyasal Maddeler, Helâl
Gıda Sertifikasyonu, Helâl
Kazanç Bilinci, İslâm’ın
Tedâvîye Verdiği Önem ve
Haram Yolla Tedâvî Müm-
kün mü, Yemin ve Kefaret,
Organ Nakli, Sihir ve Büyü,
Kira ve Kiracı, Kamu Malı ve Vakıf Malından Ya-
rarlanma, İletişim Ahlâkı ve Sorumluluk, İşçi ve
İşveren İlişkileri, Katılım Bankaları ve Yaptıkları
İşlemler, İslâm Hukukuna Göre Borsa ve Hisse
Senedi, Sigorta, Fâiz Hassasiyeti ve Müslüman-
lar, Fâiz Hassasiyetini Zedeleyen Bazı İşlemler...
Kitapla ilgili olarak yazar önsöz bölümünde
şunları dile getirmiş: “Din, Yüce Allah’ın kulları
olan insanların Allah’ın mülkünde O’nun rızası-
na uygun bir şekilde yaşamaları için yine Yüce
Allah tarafından Peygamberleri vasıtasıyla gön-
derdiği İlahî nizamın adıdır. Dinin temel hedefi,
insanlar için faydalı olan ne ise onu sağlamak,
öngörmek ve yaşatmak, insan için zararlı olan-
ları da bertaraf etmektir. Bunun için de Yüce
Allah Kur’ân’da kullarından istediklerini, emir
ve yasaklar manzumesi şeklinde ifade etmiş-
tir. Allah’a kulluk bilinci taşıyan ve sorumluluk
sahibi müttaki mü’min emirlere elinden geldiği
kadar uyar, yasaklardan da kaçınır. İnsan haya-
tının genişliği ve hayat olaylarının çeşitliliği için-
de helal ve haramın ne olduğunu bize öğreten
ilim fıkıh ilmidir. İnsanın Allah ile diğer insan-
lar ve canlılar ile eşya ve evren ile olan bütün
ilişkilerinde insana rehberlik edecek genişlikte
olan fıkıh ilmi, aslında bir Müslüman için pusula
durumundadır.
Fıkıh ilmi, yapısı itibariyle durağan değildir.
Onun için hayatı ve hayat olaylarını takip eder.
Yeni ortaya çıkan ilişkileri dinin esasları çerçe-
vesinde değerlendirerek onlara helal veya ha-
ram gibi hükümler verir. İslâm’ın evrenselliği bu
şekilde ortaya çıkmış olur.
Elinizdeki kitap; Somuncu Baba Dergisi’nde
2008 yılından beri güncel dinî problemlere dair
yazılan seçme yazılardan oluşmaktadır. Bu ya-
zılar yaptığımız akademik çalışmaların geniş
okuyucu kitlesine hitap edecek bir özeti mahi-
yetindedir. Herbir yazı belki birkaç kitabın özeti
durumundadır.”
Nasihat Yayınları: Tel: 444 36 61
Güncel Dinî Konularve Fıkhî Hükümler
Bir Dehanın İzleri Alt Başlık: II. Abdülhamid HanTalha UğurluelTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24
Osmanlı’nın İngiliz’le İmtihanıKoray ŞerbetçiNesil YayınlarıTel: 0 212 551 32 25
Kuruluşun Öncüsü Ertuğrul GaziTalip ArışahinMihrabat YayınlarıTel: 0 212 514 28 28
Sultan Abdülhamid’in Sırdaşı Tahsin Paşa’nın Yıldız Sarayı HatıralarıTahsin PaşaYakın Plan YayınlarıTel: 0 212 458 20 22
Allah Hüzünlü Kalbi SeverEbru OlurHayy KitapTel: 0 212 352 00 50
KİTAPLIK
KİTAP Yusuf HALICI
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba72 73
En Değerli Hazine: “Gençlik”
Müslüman, teslim olan kimse demektir. Müslüman; dünya ve ahireti insan için ya-ratan ve insana hizmetçi kılan Allah’a kalbi
ile iman ederek teslim olan, dili ile imanını kelime-i şehadetle itiraf ederek teslim olan, bedeni ile de tasdikini tatbik ederek yani emredilenleri uygula-yarak yasaklananlardan uzak durarak teslim olan kimsedir. Müslüman genç ise bu teslimiyetini bile-rek, şuurlu, dinamik, aksiyoner, ciddi olarak ortaya koyan kimsedir. İslâmî hayatın devamı arkadaş çev-resinin İslâmî olmasına bağlıdır. Günahların çevre-lediği ortamın alternatifi sevaplarla çevrelenen bir ortamdır. Gençlerin ibadetle yetişebilmeleri için nefislerine sahip çıkmaları gerekir. Çünkü nefs-i emmâre insanın düşmanıdır, daima kötülüğü em-reder. Düşmanına karşı uyanık olup düşmanlık et-mek, kötülüğü emredene de asla uymamak gerekir. Genç, dengeli olmalı. Madde-mana, ilim-amel, dün-ya-ahiret, ceset-ruh. Birbirine engel olmamalı. Bi-rincileri vasıta, ikincileri ise birincilerinin gayesi et-melidir. Bilgili, eğitimli, terbiyeli ve ahlâklı olmalıdır. Kalıcı bilgi gençlikte olduğunu bilip her gün ilimden istifade etmelidir. Çünkü maddî ve manevî ilerleme ilimde ilerlemekle başlar.
Sorumluluk bilincine sahip olmalıdır. Bülûğ ça-ğından ölünceye kadar söz, fiil ve davranışlarından hesaba çekilecektir. Nefsine hâkim olmalı, günah-lardan korunmalı. İnsan nefsinde şu kabiliyetler imtihan olarak var edilmiştir: Günah işleyecek kabiliyette, nefsi kişiye vesvese verir, kötülükleri emreder. Şeytan insana düşmanlık eder ve insanı daima kötülüğe teşvik eder. Gençlere gereken şey, kendilerinde olan bu özelliklerin bir kısmı daha fazla kuvvetli olduğu için daha fazla korunmaya ihtiyaç-ları vardır. Saygılı olmalı. Müslüman gencin, önce Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a, dinin emir ve ya-saklarına ve sonra insanlara saygılı olması imanı-nın gereğidir. İnsanlar arasında da anne-babaya ve hocalarına saygılı olması gerekir.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 15-24 yaş arasına genç terimi uygun bulunmuş. Gençlik ço-cukluk ve yetişkinlik arasında bulunan gelişim, ruh-sal olgunluğa ve hayata hazırlanma devresidir. Bir-leşmiş Milletlerin tanımına göre genç insan 15-24
yaşlarında, eğitimine devam eden, herhangi bir işte çalışıp hayatını kendi idame ettirmeyen ve kendine ait bir evi olmayan kişidir. Gençlik, insanî bir yönelişi savunur ama buna gücü yetmez. Hâkim sistemlerin kolaylıkla kurban edebileceği kadar tecrübesizdir. Gençlerimiz genelde şu yanlışlara düşüyorlar. Ba-şarısız örneklere takılmak. Kalbi ve ruhu doyuracak kitaplar okumamak. Kendini ve yeteneklerini keş-fetmemek. Sadece konuşmak, dinlemesini bilme-mek. Suçlayıp bir şey yapmamak. Kararsız, cesaret-siz ve ümitsiz olmak. Öz eleştiri yapmamak. Zararlı alışkanlıklara sahip olmak. Sorumluluktan kaçmak, hayatı ertelemek. Merhum Ali Fuat Başgil gençlere şöyle sesleniyor.
“Çalışmak için uygun gün ve saat bekleme. Bugün yapman gereken bir işi yarına bırakma. Bir zaman-da yalnız tek bir iş yap. Başladığın bir işi bitirmeden yeni bir işe başlama. Çalışırken uyanık ve dikkatli ol. Bütün gücünü ve aklını işine ver. Aklın başka yerde ise başaramazsın. İşini bitirdikten sonra yarın yapa-cağın işe karar ver. Çalıştığın işi yenmeden, bir adım bile gerileme. Karşılaştığın güçlüğü parçalayarak sıra ile yenmeye çalış. Sürekli, mümkünse her gün aynı saatlerde çalış. Yorulunca ya işini değiştir ya da çalışma hızını yavaşlat. Sabırlı ol, unutma dam-laya damlaya göl olur. Çalışırken telâşlanma, sakin ol acele etme. Acele işe şeytan karışır. Başaramam diye ön yargılı olma. Sindirerek ve öğrenerek çalış. Karşına çıkan herhangi bir şeyi küçümseyerek ih-mal etme. Küçük ihmallerden büyük zararlar doğar. Çalışmanın kişiliklere göre değiştiğini bil. Verimli, önemli saatlerini bul ve çalışmanı buna göre yap. Çalışırken değişik yöntemleri kullan. Oku, yazıla-nın altını çiz, özet çıkar, anlat ve soru sorulmasını iste. Çalışmalarında her zaman planlı ve programlı ol. Dersi iyi dinle, günlük tekrarlarını ve ödevlerini zamanında yap. Her gün yatmadan önce, o gün ki yaptıklarının hesabını yap. Yarın yapacaklarının pla-nını yap. Uyumadan önce bir eserden en az beş-on sayfa oku. Çalışmanın insanı mutlu ettiğini unutma. Çalışmayı elden bırakma. Dün yaptığını yıkılmış bu-lursan, tıpkı karıncalar gibi hemen yıkıntıları kaldır. Yeni planlar yap, önlemleri yeniden düşün. Böyle yaparsan dünya parçalansa bile onu yeniden kurar-sın. Sonsuza kadar ve zevkle…”
EĞİTİM Ali ÖZKANLI
“Genç, dengeli olmalı. Madde-mana, ilim-amel, dünya-ahiret, ceset-ruh. Birbirine engel olmamalı. Birincileri vasıta, ikincileri ise birincilerinin gayesi etmelidir. Bilgili, eğitimli, terbiyeli ve ahlâklı olmalıdır. Kalıcı bilgi gençlikte olduğunu bilip her gün ilimden istifade etmelidir. Çünkü maddî ve manevî ilerleme ilimde ilerlemekle başlar.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba74 75
Osmanlı, modern dönemlerde dahi Anka Kuşu misali kendi külleri üzerinde ye-niden doğmak, Engelhardt’ın tabiriyle
damarlarına yeni bir kan vererek hayat bulma-ya çalışmak, kendi dinamikleri içinde gelişimini sürdürmek ve kabuğunu tazeleyip yenilenmek için olağanüstü bir gayret göstermiştir. Avrupa-lılara; “Yoksa Osmanlı yeniden mi ayağa kalkı-yor?” dedirtecek çapta bir faaliyet içerisine gir-mekten geri kalmamıştır.
18. Yüzyıl Osmanlı Matematikçileri
I. Mahmud döneminde 1734’te, İstanbul’da ilk defa bir “Hendesehâne”nin (Mühendislik/Ma-tematik Okulu’nun) açılması, 18. yüzyıl Osman-lı’sında eğitim, ilim ve kültür hayatının canlan-ması ve modernleşmesi noktasında mühim bir kilometre taşı teşkil etmiştir.
Bu okulun hocalarından Mehmed Said Efen-di, iki şey arasındaki uzaklığın, yanına gidilme-den ölçülmesini sağlayan “Rub-i Müceyyib-i Zülkavseyn” adlı bir alet bulmuştur. Said Efendi bu icadıyla ilgili bir de risale yazmış ve dönemin padişahı I. Mahmud’a takdim etmiştir. Padişa-hın teşvikiyle bu âlet, bir üçgenin iki kenarıyla aralarındaki açı bilindiğinde, öteki kenarı ve di-ğer iki açıyı bulacak şekilde düzeltilmiştir.
18. yüzyılın önemli matematikçilerinden bir diğeri de Ebû Sehl Numan bin Salih el-Eğini’dir. 1741 yılında hazırladığı “Tebyîn ü A’mâli’l-Misâha” adlı kitabıyla, teorik ve pratik geometriden söz etmiş; Avrupa’da geliştirilen geometri bilgilerini kullanmış, bunların önemini vurgulamış; misâha (ölçme) bilimiyle ilgili te-rimleri, uzunluklar ve genişliklerin ölçülmesini ve haritaları, ölçeksiz haritalara ölçek bulmayı ve ölçme işlemlerinde kullanılacak âletleri ele almıştır. Yazdığı bu eserle Avrupalıları (mesela Avusturyalıları) bile şaşırtmıştır.
Fransız matematik tarihçisi Montucla’nın 1766’da kaleme aldığı “Histoiredes Mathemati-ques” isimli eserin 400. sayfasında kaydettiğine göre Sultan III. Mustafa da astronomiye olan ilgi-
sinden ötürü, Avrupa astronomisine dair “en yeni
ve en mükemmel” eserleri Fransa’dan, Paris İlim-
ler Akademisi’nden getirtmiştir. Bu dönemin he-
kimbaşılarından Abdülaziz Efendi, Boerhaave’nin
“Aphorizmalar” isimli eserini 1711 yılında ter-
cüme etmiş ve Osmanlı’da ilk defa, Harvey’in
1618’de bulduğu kan dolaşımı keşfinden söz
etmiştir. Hayatizâde Mustafa Efendi ise kaleme
aldığı “Hamse-i Hayatî” adlı kitabında, pek çok
Batılı hekimin çalışmasına atıfta bulunmuştur.
Aynı şekilde 18. yüzyıl Osmanlı’sının en meşhur
ve itibarlı hekimlerinden olan Abbas Vesim de
“Düsturü’l-Vesim” ismini taşıyan kitabında çok
sayıda Avrupalı hekime atıf yapmıştır.
III. Mustafa zamanında Mühendishâne-i
Bahrî-i Hümâyûn’un (Deniz Mühendislik Okulu)
başhocaları arasında yer alan ve klasik mate-
matik geleneğine bağlı kalan son Osmanlı ma-
tematikçisi olarak kabul edilen Gelenbevî İsmail
Efendi, matematikle ilgili yazdığı şu beş eserle
yaşadığı dönemde sivrilmeyi, kendinden söz et-
tirmeyi başarmış ve Osmanlı bilim tarihine adını
yazdırmıştır: Hesâbü’l-Küsûr, Şerh-i Cedâvilü’l-
Ensâb, Usûl-ü Cedâvil-i Ensâb-ı Sittînî, Adlâ-i
Müsellesât, Kitâbü’l-Merâsıd. Medrese köken-
“Osmanlı, modern dönemlerde dahi Anka Kuşu misali kendi külleri üzerinde yeniden doğmak, Engelhardt’ın tabiriyle damarlarına yeni bir kan vererek hayat bulmaya çalışmak, kendi dinamikleri içinde gelişimini sürdürmek
ve kabuğunu tazeleyip yenilenmek için olağanüstü bir gayret göstermiştir. Avrupalılara; ‘Yoksa Osmanlı yeniden mi ayağa kalkıyor?’ dedirtecek çapta
bir faaliyet içerisine girmekten geri kalmamıştır.”
18-19. YüzyıldaOsmanlı’da Bilim
TARİH İsmail ÇOLAK
“Abdülaziz Efendi, Boerhaave’nin ‘Aphorizmalar’ isimli eserini 1711 yılında tercüme etmiş ve Osmanlı’da ilk defa, Harvey’in 1618’de bulduğu kan dolaşımı keşfinden söz etmiştir. Hayatizâde Mustafa Efendi ise kaleme aldığı ‘Hamse-i Hayatî’ adlı kitabında, pek çok Batılı hekimin çalışmasına atıfta bulunmuştur. Aynı şekilde 18. yüzyıl Osmanlı’sının en meşhur ve itibarlı hekimlerinden olan Abbas Vesim de ‘Düsturü’l-Vesim’ ismini taşıyan kitabında çok sayıda Avrupalı hekime atıf yapmıştır.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba76 77
Türkiye’de kullanılmış ve söz konusu eseri uzun yıllar “ana kaynak” olma vasfını korumuştur.
Devrin hekimlerinden Şânîzâde Ataullah Efendi de, fizyolojiyle ilgili “Mir’atü’l-Ebdân” isimli kitabıyla, yeni tıbbı Osmanlı’ya getirme-ye çalışmıştır. İshak Efendi’nin talebelerinden Mehmed Emin Derviş Paşa ise, Sultan Abdül-mecid zamanında yazdığı “Usûl-i Kimya” adlı eseriyle Osmanlı Devleti’nde modern kimyayı başlatmıştır.
Öte yandan II. Mahmud, dışarıdan ithal edi-len Maden kömürünün ülkemizde bulunabile-ceğine dair kendisine raporlar gelmesi üzerine harekete geçmiş ve Osmanlı topraklarında kö-mür aranmasını, bulana büyük ödül verileceğini duyurmuş ve nihayetinde ilk defa bu dönemde Zonguldak’ta kömür bulunmuştur.
II. Mahmud ve I. Abdülmecid dönemlerin-de, Avrupa’daki ilmî yenilikleri takip ederek Osmanlı’ya getirmek için gayret gösteren önemli ilim adamlarından biri de İbrahim Ed-hem Paşa’dır. İbrahim Paşa’nın en mühim hiz-meti, Avrupalı birçok matematikçinin eserini Türkçeye çevirmesidir. Yaptığı en kayda değer çalışma, Fransız matematikçi Legendre’ın o dö-nemde çok popüler olan “Elements de Geomet-rie” adlı eserini “Geometrinin Unsurları” ismiyle Türkçeye çevirmesidir. “Tercemetü’l-Kitâb li-isti’mâlicedâvili’l-ensâb” isimli logaritma üzeri-
ne yaptığı çeviri kitabı, Osmanlı Devleti’nde ba-
sılan dördüncü logaritma kitabı olma özelliğine
sahiptir.
Tanzimat döneminde ortaya çıkmış, Osmanlı
modern matematiğinin en önemli temsilcilerin-
den olan Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa ise, Avrupa
ve Amerika’daki matematikle ilgili gelişmeleri
yakından, adeta “günü gününe” izlemiş ve bun-
larla alakalı hem birçok telif eser kaleme almış
hem de birçok çeviri yapmıştır. Tanzimat’tan
sonra, Amerika’da görevliyken İngilizce kaleme
aldığı “Linear Algebra” (Lineer Cebir) adlı kitabı
1882 ve 1892’de iki defa basılmıştır. Bu kitapta,
Jean Robert Argand’ınkompleks sayılarla ilgili
teorisinde ileri sürdüğü çarpımı, üç boyutlu uza-
ya uygulamanın bir yolunu bulmuştur.
li bir âlim olmasına rağmen Gelenbevî İsmail Efendi’nin bu eserleri aynı zamanda eski mate-matik ile Avrupa matematiği arasında “köprü” vazifesi görmüştür. 1778-1779’da kaleme aldığı “Şerh-i Cedâvilü’l-Ensâb adlı risalesinde, Logarit-ma tablolarının hazırlanışını ve kullanılışını açık-lamıştır. Daha sonra neşrettiği Adlâ-i Müsellesât ve Kitâbü’l-Merâsıdisimli kitaplarında ise, trigo-nometrik işlemler üzerinde durmuştur.
III. Selim’in, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’a (Kara Mühendislik Okulu) atadığı ilk hocalardan Kırımlı Hüseyin Rıfkı Tamanî Efendi ise, matematik derslerinin yeniden düzenlenme-sine, özellikle “modern matematik öğrenimine geçilmesine” büyük emek harcamış ve okulda okutulmak üzere ders kitapları yazmıştır. Birçok eseri Türkçeye çevirerek, modern Batı biliminin Osmanlı’da tanıtılmasına öncülük etmiştir. “Lo-garitma Risalesi” isimli eseriyle, Osmanlılarda logaritma konusunda yazılan üçüncü müstakil kitaba imza atmıştır. Eserinde, logaritmanın kai-delerinden bahsetmiş ve logaritma cetvellerinin yardımıyla trigonometri fonksiyonları ve üslü sayılarla işlemleri açıklamış; böylece logaritma cetvellerinin Osmanlı ülkesinde yaygınlaşması ve kullanılmasını sağlamıştır.
Askerî mühendisler için hazırladığı “Mecmuatü’l-Mühendisîn” başlıklı kitabında da, Galileo’nun mekanik hakkındaki çalışmalarını ele almıştır. İngiliz Bonnycastle’ın 1789’da yayımladı-ğı, Eukleides’in “Elementler”ini ise, basılmasından dokuz yıl sonra “Usul-i Hendese” ismiyle Türkçeye
çevirmiştir. Ayrıca, talebesi İshak Efendi, astro-nomi ders notlarının coğrafyaya ilişkin kısımları-nı gözden geçirip özetleyerek, 1831 yılında “el-Medhalfi’l-Coğrafya” adıyla neşretmiştir.
19. Yüzyılda Osmanlı Bilimi
Hüseyin Rıfkı Tamanî’den sonra 1817’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’a başho-ca tayin edilen Seyyid Ali Bey de, geometri ve istihkâmlarla ilgili eserlerinin yanında, 15. yüzyılın meşhur astronomu Ali Kuşçu’nun “el-Fethiyye” isimli eserini, “Mir’ât-ı Âlem” adıyla Arapçadan Türkçeye tercüme etmiştir. Ter-cümenin önsözünde, Aristo ve Batlamyus’un Dünya merkezli; Pisagor, Platon ve Kopernik’in Güneş merkezli; TychoBrahe’nin kendine has görüşünü tanıtmıştır.
II. Mahmud devrinin sonuna doğru 1830 yılında, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’a başhoca olan (Hüseyin Rıfkı Efendi’nin talebe-si) İshak Efendi ise, okulda okutulmak üzere kaleme aldığı, ilk baskısı 1834’de gerçekleşen “Mecmûa-i Ulûm-u Riyaziyye” adlı dört ciltlik eserinde (kendisine sunulan birinci cildi çok beğenen II. Mahmud, baskı ve dağıtımının dev-letçe üstlenilmesini sağlamıştır) genel anlamda modern Batı bilimini, özelde de Batı matema-tiğini, astronomisini, fiziğini ve kimyasını tanıt-mada mühim rol oynamıştır.
Eserin dördüncü cildinde modern astro-nomiye, 250 sayfalık geniş yer ayırmış; ağır-lıklı olarak da Kopernik Sistemi’ni ele alarak, bunun Osmanlı bilim literatüründeki en uzun ve en teknik izahını yapmıştır. Batı’daki teknik okullarda okutulan matematik kitaplarıyla aynı seviyede olan bu eserle ilk defa, “yüksek mate-matik” Osmanlı ülkesine girmiş; modern Batı bilimlerine ait mefhumları (terimleri) Türkçe-leştirilmiştir. Mesela İshak Efendi, Descartes’in, hareketin sebebi hakkındaki doluluk ve itici güç teorisi ile Newton’un, boşluk (vakum) ve çekim gücü esasına dayanan teorisini açıklamıştır. İshak Efendi’nin türettiği matematik ve fen bi-limlerine dair terimler, 1930’lu yıllara kadar
“II. Mahmud ve I. Abdülmecid dönemlerinde, Avrupa’daki ilmî yenilikleri takip ederek Osmanlı’ya getirmek için gayret gösteren önemli ilim adamlarından biri de İbrahim Edhem Paşa’dır. İbrahim Paşa’nın en mühim hizmeti, Avrupalı birçok matematikçinin eserini Türkçeye çevirmesidir.”
“Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği ölçüde Batı’daki ilmî-teknolojik gelişmeleri izleyerek kısa sürede intibak ettiğini gösteren birçok hadise vardır: 1783 yılında Marquis de Jouffroyd’Abbans’ın ilk buharlı gemiyi yüzdürmesinden sonra Osmanlı Devleti, 1828’de ‘Buğ Gemisi’ adıyla ilk buharlı gemiyi ülkesine getirmiştir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba78 79
KaynakçaEkmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003;
Başhoca İshak Efendi, Ankara, 1989; “Batı Bilimi ve Osman-lı Dünyası: Bir İnceleme Örneği Olarak Modern Astronomi’nin Osmanlı’ya Girişi (1660-1860)”, Belleten, Aralık 1992, Sayı: 51 (217); H. Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1979; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1970; İl-han Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğunda Eğitim ve Bil-gi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Ankara, 1993;Me-lek D. Gökdoğan, “Osman Gazi’den Mehmed Vahideddin’e Os-manlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler, c.11, Ankara, 2002; Kemal Z. Taneri, Türk Matematikçileri, İstanbul, 1958; Emre Dölen, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, 1985; F. Reşit Unat, “Başhoca İshak Efendi”, Belleten, c.28, Sayı: 109/1964; Sevim Tekeli, “Ba-tılılaşmada Son Dönem: İshak Hoca”, Erdem, c.4, Sayı: 11/1968; Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1975; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973; İs-mail Çolak, Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası, 7. Baskı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2015.
Batı ilminin ve fenlerinin Osmanlı toprak-larında, hususen de İstanbul’da yayılmasında, Fransız Akademisi model alınarak 1851’de açı-lan “Encümen-i Daniş” isimli ilk ilim akademisi ile İngiltere’deki RoyalSociety of England model alınarak 1861’de ilk özel cemiyet olarak açılan “Cemiyet-i İlmiye-i Osmanîye’nin” yaptığı ilmî ve kültürel faaliyetlerin katkısı da yabana atı-lamaz. 1869’da kabul edilen Maarif-i Umumi-ye Nizamnamesi çerçevesinde açılan Meclis-i Kebir-i Maarif’in (Büyük Eğitim Meclisi) en mü-him vazifelerinden biri de, Avrupa üniversitele-riyle temaslar kurarak, bilim ve teknik alanında-ki yenilikleri takip etmek olmuştur.
Son Dönemdeki Bilimsel Gelişmeler
Osmanlı’nın son döneminde yetişen değer-li matematikçilerden bir başkası da Salih Zeki Bey’dir. Askerî okullardan gelmeyen ilk önemli matematikçi olan Zeki Bey, kaleme aldığı oriji-nal eserler ve tercümelerden dolayı 1913 yılında Darü’l-fünun’un başına getirilmiştir. İlk eserleri daha ziyade, orta öğretimde fizik ve matematik eğitiminin yaygınlaştırılmasına dair olmuştur. Sonraki yıllardaki çalışmalarını matematik tarihi üzerinde yoğunlaştırmıştır. “Asâr-ı Bakiye” adlı eserinde, İslam matematikçilerinin katkılarını araştırmıştır. Başta Henri Poincare’nin eserle-ri olmak üzere bilim ve matematik felsefesine ilişkin birçok çeviri yapmıştır. 1919’da neşrettiği “Hesab-ı İhtimalat”, dönemine göre oldukça iyi bir derleme eser olarak kabul edilmiştir.
Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yet-tiği ölçüde Batı’daki ilmî-teknolojik gelişmeleri izleyerek kısa sürede intibak ettiğini gösteren birçok hadise vardır: 1783 yılında Marquis de Jouffroyd’Abbans’ın ilk buharlı gemiyi yüzdür-mesinden sonra Osmanlı Devleti, 1828’de “Buğ Gemisi” adıyla ilk buharlı gemiyi ülkesine getir-miştir. Aradan uzun bir zaman geçmeden 1833-1840 arasında İstanbul’daki tersane, tophane ve tüfenkhaneler buhar enerjisinden yararlan-mış ve 1863’te çıkartılan “Sabit Vapur Makine-lerine Dair Nizamname” ile buhar makinelerinin kullanımı yaygınlaşmıştır.
II. Abdülhamid Zamanında Bilim-Teknoloji
Telgrafın mucidi Samuel Mors’a Avrupa de-
ğil Osmanlı sahip çıkmış ve 1837’de telgrafı icat
etmesinden 2 yıl sonra Osmanlı sarayında ilk
denemesini yapmıştır. Osmanlı Devleti, 1855 yı-
lındaki Kırım Savaşı sırasında ilk telgraf hattını
İstanbul-Edirne-Varna-Kırım arasına çektirmiş
ve 10 yıl içerisinde hemen hemen bütün Osmanlı
coğrafyasını kapsar hale getirmiştir. Dünyada ilk
telefon haberleşmesini Alexander GrahamBell’in
1876’da gerçekleşmesinden 5 yıl sonra, ilk te-
lefon hattı Osmanlı topraklarında kurulmuştur.
Demiryolunun Avrupa’da kullanılmasından 31 yıl
sonra ilk demiryolu hattının Osmanlı topraklarına
döşenmesi, 1856-1866 arasında gerçekleşmiştir.
Dünyada Kuduz aşısını bulan Pasteur, aradı-
ğı maddi desteği Batı krallarından değil Sultan
II. Abdülhamid’den bulmuş ve Padişah, kendi-
siyle yakın temasa geçerek bakteriyoloji ala-
nındaki yenilikleri ülkesine getirmiştir. Sultan
Abdülhamid, 1887-1888’de İngiliz silah fabrika-
sı Nordenfeldt’dan iki denizaltı satın alarak Os-
manlı Devleti’ni, Yunanistan’dan sonra dünyanın
modern denizaltıya sahip ikinci ülkesi yapmıştır.
Aynı Padişah, 33 yıllık saltanatı müddetince re-
kor sayıda (binlerce), modern tarzda ilk, orta,
yüksek ve meslekî okul açmayı da başarmıştır.
Gönül, bakma özge yola;Oku, Sen’sin ferman Sana!..Nefsini süz, hâl durula;Şahit tenin, mizan Sana!..
Can seyrine sal bir ömrü;Şerh et, derin tefekkürü!..Duy, bu içli tahassürü;Her secdede ihsân Sana!..
Ney misâli dil ol, aşka;Yüküm inmiş dönen çarka!..Dosdoğru ol, yönel Hakk’a;Seyr ü sülûk irfân Sana!.
Sen’i Söyler,Kur’ân Sana!..
Foto: Ayhan İşcan
Gel hatır yap, sar zamanı;Bir âh, yıkar asumanı!..Damlada gör, bir Tufân’ı;Aç, “ne” diyor devran Sana!..
Hayat ölüm, ölüm hayat; Sen’siz değil bir kâinat!..Hilkatteki eşsiz san’at;“Hak” çağıran bürhân Sana!..
Toprağa sor, has kökünü;Seyrinde bul, aşk mülkünü!..Her ayette gör yükünü;“Sen’i” söyler, Kur’ân Sana!..
Rıfat ARAZ
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba80 81
Mü’minin Hayatında İhlâs ve Samimiyetin Yeri
İnançta tevhid üzere olmaya, söz ve davra-nışta ise yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeye ihlâs denir. Sözlükte halas ve hulus kökünden
gelen ihlâs kelimesi, arınmak, kurtulmak, karı-şık ve şaibeli olmamak anlamlarına gelir. Din ıstılahında ise, iman, ibadet, itaat, ahlak, amel ve dua gibi her türlü dinî görevleri halkın övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını önem-semeksiniz sırf Allah için iyi ve halis bir niyetle yapmak şirk, riya, nifak ve süm’a (duyurma) vb. şaibelerden uzak durmak, samimi ve dosdoğru olmak demektir.1
Kur’an’da on yerde geçen “muhlisıne lehud-din” ifadesi, yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme, O’na dayanıp güvenme, kendini Allah’a adama, saf dindarlık şeklinde hem riyaya hem de şirke zıt bir anlam taşır. İnsan, kurtuluşun sa-dece Allah’ta olduğunu bildiğinden başı sıkıştı-ğında sadece Allah’a dua eder: “Dağlar gibi dal-galar insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak Ona yalvarırlar; onları karaya çıkararak kurtardığında, içlerinden bir kısmı doğ-ru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkâr eder.”2
Bu ayetin Ebu Cehil’in oğlu İkrime hakkında indiği rivayet edilir. İkrime, Mekke’nin fethinden sonra deniz yoluyla kaçmaya çalışırken fırtına-ya yakalanmış ve “Ya Rabbi, eğer bizi kurtarırsan Müslüman olacağım.” diye söz vermiş ve kurtu-lunca da Peygamberimiz’in huzuruna gelerek Müslüman olmuştur.3 Allah dua ve ibadet sadece kendisine yapılmasını emreder: “(Rasûlüm!) Biz sana Kitabı hak olarak indirdik. Öyle ise dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.”4 “De ki: ‘Dini Allah’a halis kılarak Ona kulluk etmekle emrolundum.”5
“Hâlbuki onlara ancak, dini yalnız Allah’a has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmele-ri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emr olun-muştu. İşte sağlam din budur.”6
Hanif: Eğriliğe sapmadan doğru yoldan gi-den demektir. Terim olarak Hz İbrahim’in tavhid dini, (Allah’ı bir tanıma dini) anlamına gelir. Bir Allah’a inanan, tevhit üzere olana hanif denir.7
İnançta ihlâs: Kelime-i tevhidi söylerken “Allah’tan başka ilah yok” diyoruz. Allah dışında tanrı, kutsal, yüce olduğu iddia edilen her şeyi inkâr ve ret ile işe başlıyoruz. Tevbe Suresi’nin 28. ayetine göre şirk (Allah’tan başka tanrılara inanmak), manevi pislik olarak vasıflandırılmış-tır. Bu pislikten temizlenmeden, inanç ve dü-şünceyi sağlamlaştırmak, ruhu temizlemeden ve ruha gusül abdesti aldırmadan da inancı sağlam hale getirmek mümkün olmaz. Bunu yapmadan ibadet için Allah’ın huzuruna çıksak da bu kabul edilmez.
Tevhit inancı, ruhun guslü ile mümkün: Yani, Allah ve Allah’ın onayladığı kutsallar dı-şında hiçbir kutsalımız olmayacak, inanç ve dü-şüncede değer ölçümüz sadece İslam olacak. Kur’an’ın sıralamada 112. süresi, “Kulhuvallahu ehad” ayeti ile başlayan sure, tevhitte ihlâsı en güzel şekilde ifade ettiği için, bu sureye “ihlâs” ismi uygun görülmüştür.
İbadette ihlâs: Tasavvuf erbabının temel prensip haline getirdiği “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” (Allah’ım, amacım sana yakın olmak, talebim de rızasını kazanmaktır.) şek-lindeki hüsn-i niyet beyanını, lâfzî bir ifadeden öte kalbi ve ameli bir hal ifadesi haline getirerek ibadetlerde ihlâs elde edebiliriz.
İbadette ihlâs, sadece Allah’ın rızası gözeti-lerek, riyadan, gösterişten, dünyevi beklentiden uzak durarak sağlanır. Evde kıldığınız namaz
EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL
“İlgi ve dikkat çekmek insanlarda görülen yaygın bir arzudur. Nefis, bilinmek, tanınmak, popüler olmak, gündemde kalmak ister. Ama bu din kullanılarak yapılamaz. Eğer bir kimse mutlaka dikkatleri üzerine çekmek istiyorsa bilgisi, görgüsü, yeteneği, marifeti, kaliteli işi, nezaket ve zarafeti ile dikkat çekmelidir, takva ve vera ile değil.”
“İbadette ihlâs, sadece Allah’ın rızası gözetilerek, riyadan, gösterişten, dünyevi beklentiden uzak durarak sağlanır. Evde kıldığınız namaz ile camide kıldığınız namaz arasında fark varsa (usul yönünden), dindarlığınıza ilgi ve
dikkat çekme gibi bir gayretiniz varsa, ibadetimize riya/gösteriş karışmışsa ihlâsınız yok demektir. İbadette ihlâs, abdest kadar önemli ve gereklidir.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba82 83
ile camide kıldığınız namaz arasında fark var-sa (usul yönünden), dindarlığınıza ilgi ve dikkat çekme gibi bir gayretiniz varsa, ibadetimize riya/gösteriş karışmışsa ihlâsınız yok demektir. İba-dette ihlâs, abdest kadar önemli ve gereklidir. Cüneydi Bağdadî’ye göre ihlâs o kadar gizlidir ki, melek onu bilemediği için sevap hanesine yazamaz, Şeytan bilmediği için bozamaz, nefis bilmediği için de şımaramaz. Şeytan, ihlâslı ki-şilere zarar veremeyeceğini itiraf etmiştir.8 Bu sebeple ihlâs, Peygamberlerin başlıca nitelikle-rinden sayılmıştır.9 Peygamberimiz (s.a.v.) buna rağmen, “Ya Rabbi! Beni sana karşı ihlâslı olan kullarından eyle.” diye dua etmiştir. İlgi ve dikkat çekmek insanlarda görülen yaygın bir arzudur. Nefis, bilinmek, tanınmak, popüler olmak, gün-demde kalmak ister. Ama bu din kullanılarak yapılamaz. Eğer bir kimse mutlaka dikkatleri üzerine çekmek istiyorsa bilgisi, görgüsü, yete-neği, marifeti, kaliteli işi, nezaket ve zarafeti ile dikkat çekmelidir, takva ve vera ile değil.
Ebu Bekir Dehhak, kişinin ihlâslı olduğunu sanması dahi ihlâs eksikliğine işarettir, der. Al-lah, bir kulunun ihlâsını makbul saymak isterse, onun ihlâsını görmesine engel olur. Bu durum-da o kişi muhlis değil, muhlas olur. Muhlis, bir kişinin kendi gayreti ile ihlâslı olmaya çalışması-dır, muhlas ise Allah tarafından kendisine ihlâs bağışlanan kişidir.
Zunnun el-Mısrî’ye göre, kişinin hayırlı işler-de övülme ile yerilmeyi eşit sayması, işlediği
amelleri unutması ve işlediği amelden sevap
alması gerektiğini düşünmemesi onun ihlâslı
oluşunun alametidir.
İhlâslı sayılmak için sadece niyet yeterli de-
ğildir. İhlâs için şunlar gereklidir:
1- Sağlam bir iman,
2- Kitap ve sünnete uygun salih amel,
3- Ticari faaliyetlerde samimiyet,
4-İnsanlar arası ilişkilerde samimiyet.
İhlâs, kişinin kalbini, beynini, şahsiyetini her
türlü malayaniden sıyırarak başlangıçta Allah’ın
yaratmış olduğu orijinal tabiata, fıtrata dönme-
sidir. İhlâs, faal bir akıl, güçlü bir irade ve temiz
bir kalp ile elde edilir. İhlâs, kişinin hayattaki ön-
celiklerinde ve değer yargılarında da müşahede
edilebilir. İhlâs, iman ve ibadetle sınırlı kalma-
malı hayatın her alanını kuşatmalıdır.
- İnançta ihlâs, Allaha iman ve teslimiyet,
- İbadette ihlâs, salih amel, amelin Allah için
ve usulüne uygun bir şekilde ifası,
- İş hayatında ihlâs, helalinden kazanma has-
sasiyeti, kaliteli hizmet sunmak ve kaliteli
ürün imal etmek,
- İnsani ilişkilerde ihlâs, menfaat beklemeden
yardımlaşmak, bir işi iyi desinler diye değil, iyi
olmak görevimiz olduğu için yapmaya çalışmak.
“Yap bir iyilik at denize, balık bilmezse Ha-
lik bilir.” denilir. Hiçbir iyilik, Allah nezdinde zayi
olmaz. Herkes bir şeyler yapar fakat sevabını,
ihlâsı nispetinde alır.
Dipnot1. (Heyet) Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB yay. s. 299.2. 31/Lokman, 32.3. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni ufuklar Neş.
İstanbul, ty. VII/784. 39/Zümer, 2.5. 39/Zümer, 11.6. 98/Beyine, 5.7. (Heyet) Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, TDV yay. Anka-
ra-1993, (Rum Suresi 30. ayetin açıklaması)8. Bkz. 15/Hicr, 40.9. Bkz. 10/Yunus, 24.
Tarih-i kadimden açtım sayfalar Şah-ı Süleyman’ı yolda okudumObayı, otağı bezedim kalbeTöreyi aşk bildim, solda okudum
Gazi Ertuğrul’la çıktım sefereİman atlasında erdim zafereHedef yakınlaştı, gülce nefereKutlu rüyâları alda okudum
Alperen toyunda, kılındım kutlu Seferler yolunda, oldum da mutluDeli tay üstünde aşkla umutluTürkün sevdasını yelde okudum
Dillerde tekbirler, Allahuekberİslâm’ın davası, azam ve ekberOlurken serimiz, toprakta makberTürk-İslâm ruhunu, gülde okudum
Okudum
“Ebu Bekir Dehhak, kişinin ihlâslı olduğunu sanması dahi ihlâs eksikliğine işarettir, der. Allah, bir kulunun ihlâsını makbul saymak isterse, onun ihlâsını görmesine engel olur. Bu durumda o kişi muhlis değil, muhlas olur. Muhlis, bir kişinin kendi gayreti ile ihlâslı olmaya çalışmasıdır, muhlas ise Allah tarafından kendisine ihlâs bağışlanan kişidir.”
Yol yürüdü ben yürüdüm yollarlaYollar aştım aşk çileli kullarlaBentler yardım beyzalanmış sallarlaErtuğrul düşünü, selde okudum
Büyüdü içimde, üç tuğlu çınarÇağladı gönlümde, Türk adlı pınarÜlkümün dört yanda, çerağı yanarTürkümü çok sesli, dilde okudum
Ertuğrul’dan muştu oğul Osman’aKılıçlar girmedi, bir kere kınaAlplerin alnına, yakıldı kınaDevlet-i Ebedi lâl’de okudum
Alperen ülküsü nizam-ı âlemÂleme ülküyü yazmalı kalemBugünden geçmişe yürekten selamOsmanlıyı çınar, dalda okudum
Celalettin KURT
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba84 85
Yabancı KelimeÖzentisi Sorunu
2017 yılı, “Türk Dili Yılı” olarak ilan edildi. Bu vesile ile tüm kurum ve kuruluşlarda buna dair etkinlikler düzenleniyor. Özellikle Türk
Dil Kurumu bu bağlamda sempozyumlar düzenli-yor. Hepimizin malumu bir devletin dili kendisini temsil eder ve devletin yaşamasını da dil sağlar bir bakıma. Dildeki bu kıyımlar, gelecek adına bazı endişeleri de beraberinde getirmektedir.
Günümüzde özellikle genç kuşağın dili kullan-madaki tutumu; araştırmadan, kelimenin ne ol-duğunu irdelemeden günlük hayatta kullanmaya başlaması bazı sorunları beraberinde getirmek-tedir. Güzide kelimelerimizi bir yana bırakarak yabancı kelimelerin söz dağarcığımıza yanlış bir şekilde dâhil olması söz varlığımızı tehlikeye koy-maktadır. Yapmış olduğumuz okumalarda, sadece metinleri okumak ve yazılanlara göz gezdirmek yetmez, bilmediğimiz kelimelerin altını çizmek ve sözlüklerden bunların karşılıklarına bakmak duru-mundayız. Böylelikle yapmış olduğumuz okuma-lar amacına ulaşacak ve kelime dağarcığımız da gelişecektir. Türk Dil Kurumu bildiğiniz gibi yaban-cı kelimelere karşılık bulma çalışmaları yapmak-tadır ama zaman zaman bu konuda gecikince, kelimelere bulunan karşılıklar tutmuyor ve kul-lanılamıyor maalesef. Ümit ediyorum ki bundan sonraki süreçte çok daha iyi bir şekilde yabancı kelimelere karşılıklar türetilecek ve insanların kullanımına sunulacaktır. Tabii bunun başarılı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi de yazarlara, basın yayın kuruluşlarına ve öğretmenlere düşüyor.
Yıllar önce Türk Dili dergisinde okuduğum bir yazıda Prof. Dr. Hamza Zülfikar diyordu ki, üniver-siteli öğrencilerimiz sözlük kullanımını bilmiyorlar. Maalesef bu duruma ben de zaman zaman şahit oluyorum. Türkçe sözlük çalışmaları noktasında da güzel çalışmalara imza atılıyor. Takip ettikleri-mi burada belirtmek isterim. Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük, Ötüken Yayınlarından çıkan Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı Ötüken Türkçe Sözlük, beş ciltten oluşuyor ve yenilenmiş baskı-sında daha fazla kelimeye yer verilmiş. Kubbealtı Yayınlarından çıkan Z. İlhan Ayverdi’nin hazırladığı Misalli Büyük Türkçe Sözlük ise üç ciltten oluşu-yor ve kelimelerin açıklamasıyla birlikte misallerle
beslenmiş. Yazar yayınlarından çıkan D. Mehmet Doğan’ın hazırlamış olduğu Büyük Türkçe Sözlük de diğer bir sözlük çalışmaları arasında yer alıyor.
Bundan on beş, yirmi yıl önceki eserleri anla-makta zorluk çekiyorsak, evvela kendi kelime da-ğarcığımızı kontrol etmemiz ve acilen buradaki ek-sikliği gidermemiz gerekiyor. Kuşaklar arasındaki farklılığın bu kadar uçuk olması doğru değil. Bizi geleceğe taşıyacak olan geçmişte yazılan eserleri okuyup anlamamızla mümkündür. Kat edilen me-safeleri anlayabilmek ve bunu ilerletebilmek için okuduğumuzu anlamak ve gelecek kuşaklara en iyi şekilde anlatmak bir insanlık borcudur.
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdo-ğan da dil kulvarındaki yıkıma dikkat çekmiş ve bu konuda ivedi olarak tedbirlerin alınmasını dile ge-tirmiştir. Özellikle iş yeri sahiplerinin yabancı isim hayranlığı bizi yabancı bir şehirde oturuyormuş hissine kapılmamıza neden oluyor. Sırf ticari kay-gılarla dildeki bu kıyıma bilerek ya da bilmeyerek destek olmak geleceğimiz açısından sıkıntılıdır. Aynı zamanda şunu dile getirmekte fayda var. Yıl-larca kullanılmış ve Türkçeleşmiş kelimeler artık bizim söz varlığımız içerisindedir. Ancak dilimizde bulunmayan ve kabul görmemiş kelimeleri ısrarla dilimize katmaya çalışmak, dildeki zenginliğimizi görmememizden kaynaklanıyor. Yukarıda isim-lerini andığım eserleri temin ederek Türkçemize sahip çıkmalı ve sözlük okuma alışkanlığı edinme-mizin güzel olacağını düşünüyorum.
EĞİTİM Erol AFŞİN
“Bundan on beş, yirmi yıl önceki eserleri anlamakta zorluk çekiyorsak, evvela kendi kelime dağarcığımızı kontrol etmemiz ve acilen buradaki eksikliği gidermemiz gerekiyor. Kuşaklar arasındaki farklılığın bu kadar uçuk olması doğru değil. Bizi geleceğe taşıyacak olan geçmişte yazılan eserleri okuyup anlamamızla mümkündür.”
“Yıllarca kullanılmış ve Türkçeleşmiş kelimeler artık bizim söz varlığımız içerisindedir. Ancak dilimizde bulunmayan ve kabul görmemiş kelimeleri
ısrarla dilimize katmaya çalışmak, dildeki zenginliğimizi görmememizden kaynaklanıyor. Yukarıda isimlerini andığım eserleri temin ederek
Türkçemize sahip çıkmalı ve sözlük okuma alışkanlığı edinmemizin güzel olacağını düşünüyorum.”
temm
uz/2
017
somuncubaba somuncubaba86 87
Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
120
2017 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44