İçindekiler Devrimci Yol Destanı 4 Devrimci Yol’un hâl-i pür melâli 7 Hamasetten gına gelmedi mi hâlâ? 12 Devrimci Yol neydi, biz neyiz? 15 Devrimci Yol’un lideri kim? 19 Adem Kütük’ün ardından 24 Gocunmayın güzel beyler, hanımlar 28 Nasuh Mitap’ın suskunluğu 32 Sessiz, kibar ve nezaket sahibi 35 Mehmet Hakkı Yazıcı vücuda geldi 37 Veysel Güney 41 Diyarbakır Cezaevi’nde bir Devrimci Yolcu 44 Tariş’i, Gültepe’yi, Hıdır’ı ve İlyas’ı 48 Fatsa düştü biz yenildik 51 Fatsa sadece Fatsa değildi 53 Devrimci Yol güzellemesi 57 Deli Gaffar’ın nezaketi 63 Zulmün kâr etmediği büyük tahammül 68 Ortaca’dan Madımak’a 79 Yeter ulan! Hep biz mi öleceğiz? 84 Biz Berkin’in abileri 87 İktidarlarını başlarına yıkalım 91 Mütevazı bir halk hareketinin 95 Kızıldere devrimin sonsuzluğudur 98 En çok Mahir öldü 102 Kızıldere ruhu mu, zamanın ruhu mu 105 Yarım kalan bir aşk gibi hüzünlü 108 Ulaş’a ve Mahir’e sığınmak 113 Korkuyu görmek için 116 Metin Lokumcu öğretiyor 120 Sürekli faşizm 123 Meclis bahçesi mi 126 Sağa kesen memlekette solculuk yapmak 130 Seçim gecesi morali bozulacaklara 135 Türkiye solu 30 yıllık rüyadan 139 Cumhurbaşkanı adayımız Ali İsmail Korkmaz 143
Evden örgütlü çıkalım 148 Solun nezaketle imtihanı 153 Twitter gerillaları 157 Sola ve solun birliğine dair Aforizmalar 166 Solu köksüz, vatanı solsuz bırakmak 170 Apolitik Atatürkçüler, politik sosyalistler 176 Liberalizm solu çürütür 180 Aralık hareketine selam olsun! 188 Birleşik sol mu, barikat kardeşliği mi? 190 Bölünmüş halin hakkını vermeyen sol 196 Mevzu bahis antiemperyalizmse 202 Yolu ABD’ye düşenlerin devrimciliği 204 Antiemperyalist ve seküler olmayan sol 207 Sinan Cemgil’i arıyoruz 210 Devrim hâlâ mümkün ve şarttır 214 Sosyalistler kimsenin garnitürü değildir 219 Türkiye solunun intihar etmesine izin vermeyelim 225 Bir liberale oy verdim, Allah affetsin! 230 Tanrı Dağı kadar Türk olan hangi sol? 234 12 Eylül mahkemelerinde Kürtleri savunmak 241 Ölü taklidi yapan sol 252 Üç maymunu oynamayan bir sol aranıyor 256 Vicdan sahibini arıyor 259 Emri veren beceriksiz ve duygusuz bir hayvandır 261 Doğru eylem nedir? 265 Merasim katliamını kim yaptı? 268 Her bomba bizi biraz daha yalnızlaştırıyor 273 Ne çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı 276 Bombalı saldırılarla ilgili 10 tespit 279 Ölü çocuklar şiiri 287 Kürt dostlarımız kusurumuza bakmasın! 291 Şüphesiz en anlamlı şeydir susmak 296 Kan kardeşliğidir zulmü alt edecek olan 300 Ölülerimizi burada bırakıp nereye gideyim 303 Çaresizlik ve kızgınlık arasında 307 Eylem Güzeli’ni Kahtalı Miçe yazsaydı! 310 Solun haline bakıp efkârlanmak 314 Devrimci Yolcuların ensesinde boza pişirirdik! 318 Solgun halk çocukları 326
Ekende yok, biçende yok 329 Doğu Perinçek’in 338 Biz mi Kürtlere haksızlık yaptık 342 ‘Kahrolsun Kemalist Diktatörlük’ 348 Gezi İsyanında biz onların 351 Orospulara yer yok 356 Sol/Sosyalist partilerin laiklik programları 361 Yaşayın yaşayabildiğiniz kadar dininizi 366 Hudutsuz ve Allahsız bir baş olabilmek 370 Solun cenaze namazı 373 Herkes turuncu kuvvetlere alışmalı artık 378 Ankara'daki turuncu bayraklar 380 Büyük adam olamayan 383 Hüznü gözlerinden okunan öfkeli yoksulların evi 386 Tuzluçayır 389 Benim rengim turuncu 394 Paslanmaz çelik olan sadece yoksullardır 398
İnönü Alpat’ın diğer kitapları:
Yaralı Oğluyum Hayatın Kendini Anlatırsa Bir kız
Sosyalistler ve İnsan Hakları Randevuyu Dağa Verdik
Şimdi Solun Zamanı ÖDP Polemikleri
Hamamböcekleri, Ateştopu ve Askerler Günlüğe Düşen Notlar
Devrime Hangi Mevsim Kucak Açacak Solun Milli Meselesi
Sunuş
Uzun lafın kısası, iş bu kitapla eteğimdeki taşları döküyorum.
Son birkaç senedir sendika.org, bazı dergiler ve kişisel
bloğumda yayımlanan yazıları bir araya getirdim.
“Daha önce okundu, neden yeniden gözümüze sokuyorsun?”
diyen olursa, “internet sonsuzluğunda, bulutların içinde
kaybolmalarına, gönlüm razı olmadı”, diyebilirim. İkna edici
olur mu, bilemem. En azından bir zararı olmaz. Elimizin
altında olsun, derli-toplu halde bulunsun; ara ara bakmak icap
edebilir.
İşin doğrusu yazıları epey bir eledim. Yine de oldukça hacimli
bir kitap çıktı ortaya. Yazıları kendi içinde tasnif etmeye
çalıştım. Alakalı yazıları bir arada vermeye gayret ettim.
Devrimci Yol Destanı e-kitap olarak hazırlandı. Yayıncılığın
içinde bulunduğu duruma bakılırsa sanırım başka bir şansı da
yok gibiydi.
İnönü Alpat
Aralık 2018 / İzmir
Devrimci Yol Destanı
Devrimci Yol Destanı
Keşanlı Ali Destanı’nı biliriz: Keşanlı Ali, işlemediği bir
cinayet nedeniyle nam salar. Bir süre sonra gerçek katil
ortaya çıkar ve Keşanlı’nın evinin önüne dayanır. Ali’yi
öldürerek namı elinden alacaktır. Ali dışarıya çıkmak ister.
Lakin Zilha, Ali’nin öldürüleceğini düşünür, “gitme” der.
Ali’nin yanıtı nettir: “Maalesef mümkünsüz Zilha. Kaderim
beni çağırıyor. İnsanlar ölür, destanlar kalır. Ben gidiyorum.”
Devrimci Yol davasını biliriz: Dava tutukluları Mamak
Cezaevi’nde savunma siyaseti üzerine kendi aralarında
tartışır. Tartışma, “siyasi savunma” yapılıp yapılamayacağı
noktasında yoğunlaşır. Örgütün ve eylemlerin kabul edilip
edilmeyeceği üzerine farklı görüşler vardır. Devrimci
Yolculardan biri, örgütün ve eylemlerin kabul edilmesi
yönünde görüş bildirip Keşanlı Ali Destanı’nı hatırlatır ve “bizi
destan çağırıyor” der.
Savunmanın nasıl seyrettiğini biliriz: Örgüt reddedilir,
eylemler kabul edilmez. Bugünden geriye dönerek, ahkâm
kesmek hakkımız değil elbette. Ancak bu tavrın, politik
sonuçlar bir yana, inanç yitimine ve güven ilişkisinin
zedelenmesine yol açtığı sır değildir.
Devrimci Yol’un, nasıl oldu da Türkiye’nin kitlesel, militan bir
halk hareketi haline geldiği de sır değildir. Devrimci Yol’un
sırrı, ölen arkadaşlarımızın öykülerindedir. Bu nedenle
“destanımızda yalnız onların maceraları” olmalıdır. Çünkü
İzdüşen Yayıncılık tarafından basılan “Onların Anısına” isimli
kitap, bir yönüyle herkesin malumu olduğu sırrımızı ifşa
etmektedir.
Herkesin malumudur bu. Lakin yine malum olduğu üzere,
destanın yaratıcılarının güzelim hatıratına uygun bir hayat
sürülmemiştir. Onların tereddüt etmeden, uğruna ölmeyi göze
aldıkları değerler korunamamıştır.
Yarattığı değeri savunamamak kadar yıkıcı ne olabilir? Bu,
yenilginin hüznüyle açıklanabilecek bir duygu değildir. Öyle
olsaydı, cesaret ve adanmışlıkla yaratılan tarihi tekerrür
ettirmek mümkün olurdu. Tarihin tekerrürü denilen şey,
halkın yeniden umudu olmayı başarmaktır. Tarih tekerrür
edebilir bu noktada, sakıncası yok. Tarih tekerrür eder ve
ebedi galibiyet için çıkılır sahaya.
Bu mümkün mü peki? İşte, Onların Anısı’nda yer alan dört
yüz arkadaşımızın öyküsü bunun kanıtıdır. THKP-C’nin
uğradığı yenilgiyi, cesaret ve adanmışlıkla yeni bir devrimci
duruma çevirmişler, bir değer yaratmışlar, bu uğurda ölmek
gerektiği için ölmüşlerdir.
Acımasız bir tespittir bu: Eğer dört yüz insan ölmeyi göze
almasaydı, başkası olur muydu, olan nasıl olurdu bilinmez
ama Devrimci Yol olmazdı. Dile kolay, dört yüz arkadaşımız,
dört yüz insan, dört yüz genç… Dört yüz sönen ocaktan söz
ediyorum. Dört yüz parçalanan ciğerden; dört yüz aileden,
artık hiç gülmeyecek olan. Dört yüz katmerli acıdan, tarifsiz
hüzünden; dört yüz anneden, artık hiçbir şeyden zevk
almayacak olan. Hep bir yanı eksik kalan kardeşlerden,
yüzündeki çizgilerden acısını ele veren dört yüz babadan söz
ediyorum.
Bakın, ne acının ağırlığıyla yaşamaya alışmış ailelerin yükünü
hafifletmek mümkündür ne de yeni bir devrimci hareket
yaratılmasını kendisine dert edenlerin, sadece ölüm
yıldönümleri düzenleyerek dertlerine derman bulması.
Kimseye, ama hiç kimseye “boşuna ölmüşler” dedirtmemektir
asıl olan. Bu, az biraz olsa da acıyı hafifletebilir. Bu, az biraz
olsa da derde derman olabilir. Bunu yapamadık işte. Ne acılı
ailelere, “arkadaşları onların bıraktığı yerden yürüyor”
dedirtebildik ne de yenilgiyi devrimci bir atılımla etkisiz
kılabildik.
Dört yüz arkadaşımızın ölümü üzerinden kaç gün geçti? Dört
yüz mü, dört bin mi? Ağır geçtiği, her geçen günün yükümüzü
ağırlaştırdığı kesin. Hadi dürüst olalım kendimize: Ölmeyip de
yaşayanların başka bir hayat sürmesi değil mi, günleri
ağırlaştıran.
Ağır günlerin ağılında, yani arkadaşlarımızı emanet ettiğimiz
yıldızların halesinde, cesaret ve adanmışlıkla sınanan, yani
destanın yaratıcılarının yolunu yol bilen bir ruha
bürünemedik, hadi dürüst olalım kendimize.
O gün Mamak’ta, bilmem kaçıncı koğuşta, destanın çağrısına
kulakları kapatmak, aileleri acılarıyla baş başa bırakmak ve
arkadaşlarımızı yıldızlara emanet verip rahata ermekti.
Oysa bilinir ki, Keşanlı Ali, destana kulak verip indi sokağa,
kendisini vuruşmaya davet eden Cafer’i öldürdü, tarihi
yeniden yazdı. Keşanlı Ali’nin kulaktan kulağa, kuşaktan
kuşağa akmasının nedeni budur işte.
Onların Anısı’na kitabını alınız, öyküleri okuyunuz, siyah
beyaz fotoğraflara dikkatlice bakınız, gözlerinizi
arkadaşlarımızın gözlerinden ayırmayınız. Sonra aynanın
karşısına geçiniz.
Devrimci Yol’un hâl-i pür melâli
Gençler için tercümesini yazayım, başlığa çıkartılan cümlenin:
“Devrimci Yol’un hüzünlü hali”, demektir. Sözlüklerde başka
anlamları da bulunuyor, “acıklı hâl” gibi, ama bunu tercih
etmeye gönlüm razı gelmiyor. Ne de olsa duygusal insanlarız.
Gençliğimizi, ömrümüzü ve hatta gelecek düşlerimizi
vakfettiğimiz bir idealin “acıklı” sıfatıyla tanımlanması kabul
edemeyiz.
“Hüzünlü hâl” daha bir yakışıyor açıkçası. Çünkü hüzünlü bir
öyküdür karşımızdaki. Nâzım’ın “Salkım Söğüt” şiirindeki
hüzün gibidir Devrimci Yol’un öyküsü. “Ah ne yazık/ Ne yazık
ki ona/ dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha
yatmayacak/ beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak” der
ya Nâzım, öyledir.
Hangi birinin ismini sayalım: ‘Bir kuş gibi kanadından
vurulduğu için atından yuvarlanan’ binlerce devrimcinin adını
alt alta yazmak gerekmez mi?
Koray Doğan’ı, Menekşe Erbay’ı, Kerim Yaman’ı, İbrahim
Tümer’i, Zafer Boz’u, Ertuğrul Karakaya’yı, Nizamettin
Orhangazi’yi, Necdet Erdoğan Bozkurt’u, Behçet Dinlerer’i,
Zekeriya Aydemir’i, Mustafa Özenç’i, Ayhan Gökvelioğlu’nu,
Orhan Keskin’i, Mine Bademci’yi, Fikri Sönmez’i, Hıdır
Aslan’ı, İlyas Has’ı, Veli Eskili’yi, Veysel Güney’i tarihi
kanatmadan nasıl anlatabiliriz ki?
Ölenlerin değil, yaşamayı seçenlerin anlatımlarından ibaret
olan tarihi reddedelim. Mümkünse yeni bir tarih yazalım;
ölümü göze alan gencecik insanların hayatından hareketle
“devrim tarihini” kaleme alalım.
Fatsa’nın, ÖTK’nın, Tuzluçayır’ın, Yeni Çeltek’in, Karadeniz’in
yaratılmasının kolay olmadığını, arkasındaki politik iradenin
değerli olduğunu bilelim. Ancak politik kararlarını, canı
pahasına ve tarifsiz fedakârlıkla hayata geçirenlerin varlığını
ve önemini teslim edelim.
Şimdi nereden çıktı bu Devrimci Yol mevzusu diyen olabilir.
Hemen yazayım. Bu bir kitap tanıtım yazısıdır. Okumaya
teşvik amacındadır. Kitabın içeriğine ilişkin merak
uyandırmak istemektedir.
Özgür Açılım’dan “Tarihle Söyleşiler” isimli bir kitap
yayınlandı. Kitapta, Devrimci Yol lider kadrosundan, Merkez
Komite iddiasıyla yargılanan Ali Alfatlı, Ali Başpınar, Mehmet
Ali Yılmaz ve Melih Pekdemir’le söyleşiler yer alıyor.
Bizler açısından sıradan bir söyleşi değil. Şimdiye kadar pek
de alışık olmadığımız rahatlık göze çarpıyor anlatımlarda.
Bilinen ama bilinmezden gelen pek çok olay kayda geçmiş
kitapla. 12 Mart’a, 12 Mart sonrası yeniden toparlanan sola,
Devrimci Yol’un ortaya çıkışına, örgütlenmesine,
örgütlenmede görev alanlara, merkez komitede yapılan
tartışmalara, iç savaş günlerine, 12 Eylül’ün gelişine,
yenilgiye, çorap söküğü gibi bütün ilişkilerin deşifre olmasına,
acemice yapılan hatalara, basiretsizliğe, lider kadronun nasıl
yakalandığına, yakalanma esnasında yaşananlara,
işkencedeki, cezaevindeki ve mahkemedeki tavra, lider kadro
arasında baş gösteren güvensizliğe, güvensizliğin cezaevi
yaşamına yansımasına, cezaevinden çıktıktan sonra ortak iş
yapma ihtimalinin yaratılamamasına, kimin neyi
savunduğuna, özetle “büyük isyandan büyük hayal
kırıklığına” yani ne varsa Devrimci Yolcuların hesabına düşen,
olanca yalınlığıyla anlatılmış.
Denebilir ki, Devrimci Yol’un hâli pür melâlini merak edenler
kitabı okuyabilir.
Denebilir ki, “Tarihle Söyleşiler”in değeri, ilk kez “resmi”
olmayan bir tarih anlatımına yaklaşılmış olmasıdır.
Samimidir, pek çok tevatüre açıklık getirmektedir.
Kitabın en çarpıcı satırları, 12 Eylülden sonra Devrimci Yol’un
merkez komitesinin isimlerinin gazete ve televizyonlardan
ilan edilmesinden sonra Oğuzhan Müftüoğlu’nun, “Eyvah,
büyü bozuldu” şeklindeki sözleridir.
Bağlamını ise Melih Pekdemir’den dinleyelim: “Televizyonda
bizim fotoğraflarımız yayımlanmaya başladığı zaman
Oğuzhan Müftüoğlu’nun tepkisi, bütünüyle hem hareketin
özelliğini özetleyen hem yaptığı vurguyla da bizim
konumumuza işaret eden bir değerlendirmeydi. Baktı, dinledi:
‘Eyvah,’ dedi, “büyü bozuldu’.”
Hemen söylemeliyim: “Tarihle Söyleşiler” kitabı, Devrimci
Yol’un büyüsünü bozuyor. İç acıtıcı bir durum ama uyandırdığı
his bu. Gerçek neyse kabullenmek, bir başka gerçeklik varmış
gibi davranmaktan daha evladır.
Fuzuli der ya; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”,
benimki de o hesap. Söylenenlerin tesiri olmayacağını bile bile,
gönül razı gelmediği için iki satır yazmaya koyuldum. Tesiri
olmayacağına dair öngörü, ne yazık ki yaşanmışlıkla sabittir.
Kitap yayınladığı günden bu yana Devrimci Yolcular
arasındaki sessizlik ne yazık ki kaygıları doğrular niteliktedir.
O halde soralım:
Şimdiye dek, “resmi tarih” anlatımlarıyla yetinmedik mi?
Yetindik.
Dönemin Türkiye gerçeği ve antifaşist mücadelenin gerekleri
ile örülmüş anlatımlar dışında bütün çıplaklığı ile Devrimci
Yol gerçeğinin ne olduğunu anlattık mı? Anlatmadık.
Ne zaman tartıştık Devrimci Yol’u? Hiçbir zaman.
Neden ve nasıl yenildiğimizi sual ettik mi? Etmedik.
İşkencedeki olumsuz tavır sohbetlerimizde bile kendine yer
açabildi mi? Hayır.
“Mamak” gerçeğini yazıp çizdik mi? Hâşâ.
Ana Devrimci Yol davasında, neden “siyasi savunma”
yapılmadığına dair ikna edici bir şeyler söyledik mi?
Söylemedik.
“Siyasi savunma” yapılmasını kimler istedi, kimler istemedi
açık ettik mi? Açık vermedik, hatta yok saydık.
Örneğin Çukurova ve Karadeniz’deki Devrimci Yol
davalarında yargılananların “siyasi savunma” yapılması
doğrultusundaki ısrarını ciddiye aldık mı? Almadık.
Bırakalım o günleri, konu bir vesileyle bugün bile gündeme
gelse, tepki gösterildiğine tanık değil miyiz? Tanığız.
Devrimci Yol lider kadrosu arasında ortaya çıkan
güvensizliğin, sonraki süreçlerde belirleyici rol oynadığını
görmezden geldik mi? Geldik.
İşkencede ve mahkemelerde Devrimci Yol’u savunmamanın,
geleneğin ondan sonraki karar ve tasarruflarını doğrudan
etkilediği gerçeğini yok saydık mı? Saydık.
Bilinir, tarih anlatımları daha çok geleceğe dairdir. Elbette
geçmişte yaşananlar, hele hele hakkında pek çok tevatür
bulunan bir hareket için, önemlidir. Eğer sadece sorun,
eteklerdeki taşları döküp rahatlamak değilse, “Tarihle
Söyleşiler” kitabından geleceğe dair çok şey çıkartacağımız
açık.
Kitabın editörü Cahit Akçam, söyleşilerin devam edeceğini
ifade etmiş, Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda.
Merakla bekleyecek, hararetle tartışacağız.
Devrimci Yol üzerine:
Hamasetten gına gelmedi mi hâlâ?
Hamasetin kelime anlamını merak edenler TDK’ya bakabilir.
Karşınıza çıkan satır şudur: “Dinleyenleri etkilemek veya
heyecanlandırmak amacıyla yapılan anlatım.”
Hamasetin nasıl yapıldığını merak edenler ise Sendika.org’da
Kemal Yılmaz imzasıyla yayımlanan “Kırk yıl evvelin hali,
kırk yıl sonranın pür melal’i mi (İnönü Alpat’a katkı olsun
diye)” başlıklı yazıya bakabilir.
Kemal Yılmaz, sendika.org’da yayımlanan “Devrimci Yol’un
hâli pür melâli” başlıklı yazıma aynı yerde yanıt vermiş.
Bakmayın nezaketen “katkı” dediğine, buram buram polemik
var satırlarda. Sendika.org bir yönüyle tartışma platformu.
Ancak birbirini destekleyen veya eleştiren yazılara sürgit ev
sahipliği yapmasını beklememek lazım. Bu nedenle, Kemal
Yılmaz’ın yazdıklarına, kendi “dükkânımdan” yanıt vermeyi
uygun buldum.
Kemal Yılmaz’ın nazik eleştirilerine aynı incelikle yanıt
vermeye çalışacağız. İsim vermeyeceğiz, “Tarihle Söyleşiler”
kitabının satır aralarından bulup çıkardıklarımızı
aktarmayacağız, anlatımların aslında nasıl okunması
gerektiğinden söz etmeyeceğiz, insanları rencide etmekten
kaçınacağız, kim neden öldü, kim nasıl yaşadı “sığlığına”
düşmeyeceğiz, tek tek insanlar ile siyasi iradenin bütünlüklü
tavrı arasındaki farka dair tespitlerde bulunmayacağız, bütün
bildiklerimizi ortaya dökmeyeceğiz, Ali Başpınar’ın
mahkemede sarf ettiği “ölemediğim için devrimcilerden ve
halkımızdan özür diliyorum” şeklindeki sözleriyle hangi
gerçeğe işaret ettiğini kendimize saklayacağız.
Yani, “Önce bir bak kendi Hal-i Pür Melaline” benzeri
dokundurmaları kayda almadan, artık gına geldiği için
hamaset dolu satırlara da hiç değinmeden yaşanmış bir olayı
aktarıp noktayı koyacağız.
Yıl kaçtır bilmiyorum ama yeri biliyorum: Mamak Cezaevi
bilmem kaçıncı koğuş. Devrimci Yol sanıkları, savunma
stratejisi üzerine tartışmaktadır. Özcesi, “örgütü kabul edelim
mi etmeyelim mi” tartışması yapılmaktadır.
Sanıklardan biri kalkar ve “örgütü, eylemleri kabul edelim”
der. “Çünkü” der, “bizi efsane çağırıyor.” Nedir “efsane” dediği?
Şudur: Keşanlı Ali Destanını anlatmaya koyulur dava
arkadaşlarına. Keşanlı Ali affedilir ve cezaevinden salınır. Eş
dost araya girer, evlendirilir, huzur içerisinde hayat sürmeye
başlar. Ancak kanlıları bırakmaz peşini. Bir gün çalarlar
kapısını. Dışarı çıkmasını isterler; yarım kalan hesap vardır.
Keşanlı kapıya yönelir, karısı ayaklarına kapanır, “gitme” diye
yalvarır. Keşanlı, “gitmem lazım, beni efsane çağırıyor” der ve
kapıya doğru yürür. Öyküyü anlatan arkadaş konuşmasını,
“bizi efsane çağırıyor, efsaneye yakışanı yapalım” sözleriyle
bitirir.
Sorun yaratılan efsanede değildir. Devrimci Yol önemlidir;
yaratanlar da, bu uğurda ölenler de, yaşayanlar da aynı
değerdedir. Bu noktada hemen herkes hemfikirdir. Kemal
Yılmaz’ın hatırlatmasına ihtiyaç da yoktur. Sorun, efsaneye
yakışanın yapılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
“Tarihle Söyleşiler” kitabıyla, efsaneye yakışanın neden
yapılamadığını bizzat efsanenin yaratıcılarından öğrendik.
Hüznümüzün nedeni budur.
Hamaset yapacağız diye, Devrimci Yol’dan bize kalan en
değerli duygu, yani “yenilginin o müthiş hüznü” yok sayılıyor
ya, isyanımız buna.
Devrimci Yol neydi, biz neyiz?
Yakın zaman önce Muhalefet.org sitesinde, 1977-1978
yıllarındaki Devrimci Yol mitinglerinin görüntüleri
yayınlandı. Yaklaşık 40 sene olmuş, dile kolay. O görüntülerin
bu zaman zarfında saklanması bile başlı başına bir iş.
Saklayanlara da, yayınlayanlara da teşekkür etmeli.
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer”den başka ne
söylenebilir? Aslında var söylenmesi gereken bir şey daha.
Necip Celal Andel'e ait şarkının sonraki dizeleri dökülebilir
dudaklardan: “Bir an acı duyar insan belki/ Sevmişse eğer”
Sözcüklerle oynamaya gerek yok: Sevdik! Yoksa hasret, bu
kadar acı verir mi insana? “Hasreti” çıkarın bu cümleden,
yerine “yenilgi”yi koyun. Sonra yenilginin ağırlığını ölçün.
Kaldı ki, 17-18 yaşlarında bir delikanlıya ağır gelen ayrılığın,
aşkı yaratanların omuzlarına nasıl çöktüğünü de hissetmeye
çalışın.
Zaman zaman “yeniden denemenin” gerekliliğini vurgulu hale
getirmek için kullanılan “Hep denedin, hep yenildin. Olsun.
Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” özlü sözüne
kulaklarınızı kapatın. Biten her aşkın aslında yenilgi
olduğunu, her yenilginin hayattan büyük bir parça
koparttığını bilin.
Karşımızdaki, yani yüz yüze olduğumuz, yenilgiye uğrayan
her devrim, hayatın ne kadar eksildiğini resmetmesinden
başka nedir ki? Bu yüzdendir biten aşkın, acı vermesi. Bu
cümleden “aşk”ı çıkarın, “yenilgi”yi koyun. Sonra yenilginin ne
menem bir şey olduğunu görün.
Kopan neydi hayatımızdan? Siyasal iktidarın kitlelerin
zoruyla el değiştirmesi durumundan uzaklaşmak mıydı
sadece? Sadece “beyaz orduların” ilelebet mağlup edilmesini
ertelemek durumunda kalmak mıydı?
Sahi devrim neydi?
Sözcüklerle oynamaya gerek yok. Halk var o görüntülerde;
yoksullar var, öfkeliler var, işçiler var, kadınlar var, gözünü
budaktan sakınmayan militanlar var. “Devrime yürüyüş nasıl
bir şeydir” sorusunun yanıtı var. Devrim böyle bir şeydir
zaten.
Sahi yenilgi neye denir?
Sözcüklerle oynamaya gerek yok. Acımasız olacağız ve
aynanın karşısına geçeceğiz; sorunun yanıtı oradadır.
Tam da şimdi başlıktaki soruyu soracağız: Devrimci Yol neydi;
biz neyiz?
Devrimci Yol, düzen dışı bir hareketti. Biz, düzen içi
kanallarda boğuşup duruyoruz.
Devrimci Yol, sistemin taşıyıcı ayaklarına yıkıcı darbe
vurmaya hazırlanan bir hareketti. Biz, temenniden öte
geçemiyoruz.
Devrimci Yol, sistem kurumlarına meydan okuduğu için
Devrimci Yol oldu. Biz, sistem kurumlarından nemalanmayı
tercih ediyoruz.
Devrimci Yol, egemen kültürle hesaplaşmanın bir ürünüydü.
Biz, egemen kültürü, nam-ı hesabımızın kazanç hanesine
yazıyoruz.
Devrimci Yol, egemenlik ilişkilerine rest çekmenin ifadesiydi.
Biz, “iktidar” olduğumuz kurumlarda “sıradan faşizmi”
kendimize hak görüyoruz.
Devrimci Yol, gelecek tasavvuruna uygun bir hayat tanzim
etmişti kendine. Biz, gelecek tasavvuruyla gerçek hayat
arasında boğuluyoruz.
Devrimci Yol, boğazından haram lokma geçmeyenlerin
yarattığı bir hareketti. Biz, ne yazık ki bu konuda
inandırıcılıktan hayli uzağız.
Devrimci Yol iç savaş günlerinde fedakâr, cefakâr militan
kadroların omuzlarında yükseldi. Biz, pek de bedel
istenmeyen günlerin çocuklarıyız.
Devrimci Yol, yoksulların dayanışması ve yardımlaşmasıyla
hayat buldu. Biz, dayanışma duygumuzu çoktan yitirdik.
Merak mı ediyorsunuz bunun ne anlama geldiğini? Birlikte
hapis yattığınız, birlikte dayak yediğiniz eski bir yoldaşınıza
işiniz düşsün de görün, yenilginin nasıl bir şey olduğunu.
Devrimci Yol ihtiyacı olanlara el uzattığı, yoksulların Hızır’ı
olduğu için büyüdü. Biz kendimiz haricinde birine faydamız
olacak diye köşe bucak saklanıyoruz.
Devrimci Yol, dara düşenleri güldüren bir hareketti. Biz, dara
düşenleri hayal kırıklığına uğratıyoruz.
Devrimci Yol, illegalite fetişizmine düşmeden ama legalite
batağına da saplanmadan bir hayat sürdü. Biz, legalitenin
esiri olduğumuz halde, sanki başka bir gerçek varmış gibi
davranıyoruz.
Devrimci Yol, seçim-sandık ilişkisinin reddiyesiyle nam saldı.
Çünkü “halkın iktidarının kendi güçlü kollarında olduğuna”
inandı. Biz, seçim-sandık ilişkisinin kıskacına kendimizi
hapsetmiş, halkın sandıkta teveccüh göstereceği günü
bekliyoruz.
Devrimci Yol’un ideolojik-politik çerçevesiyle, bugünü
karşılaştırma ihtiyacı dahi duymuyorum. Çünkü bilinir ki,
eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Çünkü bir hareketin
ideolojik-politik zemininin, her durum ve şart altında
topyekûn yanlış ya da doğru olması mümkün değildir. Asıl iş,
ruh halimizi değiştirmek, zaaflı yönlerimizi gidermek,
arınmayı gerçekleştirmektir. “İhtiyaç duyduğumuz kudret”, o
görüntülerde saklıdır; geleneğimiz yol göstermektedir.
Devrimci Yol’un tarzını ve ruhunu içselleştirdikten sonra,
umut da peşi sıra gelecektir. O zaman bir kez daha
denememek için neden kalmayacaktır.
Acı mı duyuyoruz bütün bunlardan dolayı? Acı, hayallere
dalmamıza baskın mı çıkıyor bazen? Bazen “hayali cihana
değer” bile diyemiyor muyuz? Şarkıdaki gibi, “Anlar ki,
geçenlerin/ Rüyaymış hepsi meğer” deyip susuyor muyuz?
Susmayalım. O müthiş tarihimize bakıp bir kez daha
hatırlayalım: Devrim için tek yol, Devrimci Yol’dur çünkü.
Devrimci Yol’un lideri kim?
Başlıktaki soruya hemen yanıt vereyim. Devrimci Yol’un lideri
Çetin Uygur’dur. Merkez Komitesi Yeniçeltek Devrimci Yol
davasında yargılanan işçi önderlerinden oluşur. Kimdir onlar?
Sadık Köse, Özer Tanyeri, Hüseyin Gülçek, Mehmet Akyürek,
Muharrem Kurt, Ramazan Anar’dır; vakitsiz kaybettiğimiz
arkadaşlarımız. İşleri çekip çeviren lider kadrolar ise
Yeniçeltek grevinin sözcüleri ve gözcüleridir.
Başlıktaki sorunun ve ilk paragraftaki ironik satırların
müsebbibi, Yeniçeltek Devrimci Yol davası savcısıdır. Her ne
kadar sanıkların avukatı Ahmet Atak’la davanın savcısı
arasında geçen hukuki bir tartışma olsa da, savcı duruşmada
söyledikleriyle, Devrimci Yol tarihine bir başka gözle
bakmamız gerektiğini o günlerden hatırlatmıştır.
Avukat Ahmet Atak’ın, Ankara’da görülen merkez Devrimci
Yol davasını hatırlatması ve mahkemenin yetkisiz olduğuna
dikkat çekmesi karşısında söz alan savcı, “Her ne kadar
Ankara’da açılan davada Devrimci Yol örgütü Merkez
Komitesi’nin Ankara’da olduğu iddia ediliyorsa da, biz
Devrimci Yol Merkez Komitesi’nin Yeniçeltek’te olduğunu
iddia ediyoruz” demiş ve Devrimci Yol tartışmasını bitirmiştir.
İkili bir durumla karşı karşıya olduğumuz açık. Ne
arkasındaki politik irade yok sayılarak Devrimci Yol’u
anlamak mümkündür ne de Yeniçelktek’i, Hekimhan’ı,
Çukurova’yı, Uşak’ı, Tuzluçayır’ı görmezden gelerek Devrimci
Yol açıklanabilir.
Aksi mümkün değildir zaten. Yeniçeltek işçileri olmasa, ne
Devrimci Yol bilinen etki alanını yaratabilirdi ne de aradan
yıllar geçmesine rağmen özlemle anılırdı. Bütün mevzu, “iz”
bırakmakla alakalıdır. Sürün izleri; Fatsa çıkar karşınıza,
ÖTK çıkar, Yeniçeltek çıkar, memleketin bir bütün olarak
faşistleştirilmesine karşı direniş çıkar.
Devrimci Yol’un tarihini öğrenmek isteyenler “resmi”
anlatımlara itibar etmesin. Orada “ruhu” yakalamak mümkün
değil zaten. O kitaplardan, Devrimci Yol’u yaratan ve
yenilgiyle nihayete eren süreci ayrıntılarıyla öğrenebilir,
hatalara ve büyük günahlara hâkim olabilir, politik iradenin
nasıl şekillendiğini öğrenebilirsiniz.
Tersten gidelim bu sefer. Yeniçeltek Devrimci Yol davasına
bakalım. O davada yargılanan işçilerin hayatından yola
çıkarak, Devrimci Yol’u tanımaya çalışalım.
Okuduğumuz bütün kıymetli kitapları unutalım. Bunu
saygısızlık olarak da görmeyelim. Hiçbirinin kıymetinden
kaybetmeyeceğini bilelim.
Hasan Kaplan’ın “Dik Dur Devrimci Ol!” kitabını alalım
elimize ve Devrimci Yolcularla tanışalım.
Bu kitabın birkaç faydası olacaktır. İlki “tanışma” faslıdır.
Kim istemez isimsiz kahramanları tanımak? Kim istemez
Devrimci Yol’un gerçek tarihiyle yüzleşmek?
İkincisi ise bugüne ve geleceğe dair alacağınız mesajlardır.
Yolu maden ocaklarından, yoksul mahallerden, “zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyi olmayanların” evlerinden geçmeyen
ve giderek yoksulları hareketin öznesi ve bizzat kendisi haline
getirmeyen bir solun, devrimci halk hareketi olmanın
kıyısından bile geçemeyeceği gerçeğidir. Hani onca methiyeye
rağmen, Devrimci Yol’un nasıl olup da Devrimci Yol olduğuna
gözlerimizi kapatıyoruz ya, kitap bunu söylüyor işte bize: Cam
fanuslarda devrimci hareket yaratılmıyor.
Son faydası ise şudur: Yeniçeltek’te yaşananları, Yeraltı
Maden İş deneyimini, işçi önderlerini önemsizleştirerek tarih
anlatmaya kalmak nafile bir çabadır.
Tarihi yok saymanın, tarihin yapıcılarını önemsizleştirmenin,
Devrimci Yol’un öznelerine gözlerini kapatmanın tek bir
sonucu bulunmaktadır: Solun mevcut hali bunun resmidir.
12 Eylül’de onlarca toplu dava açıldı. Sadece 30 küsur
Devrimci Yol davası vardı. Yeniçeltek Devrimci Yol davası
bunlardan sadece biriydi. 1000’e yakın sanık bulunuyordu ki,
sanıkların neredeyse tamamına yakını maden işçilerinden,
yoksul köylülerden oluşuyordu.
12 Eylül günlerinde hepsi işkenceden geçirildi, hepsi cezaevine
atıldı, yıllarca hapiste tutuldu. Yeniçeltek Devrimci Yol
davası, yüzlerce işçinin yargılandığı tek dava olarak kayıtlara
geçti; Türkiye’de böyle bir dava olmadığı biliniyor, dünyada
örneği var mı, bilen söylesin.
Kendi de aynı davanın sanığı olan ve yıllarca hapis yatan
Hasan Kaplan, Yeniçeltek Devrimci Yol davasına bakan
hâkim Arif Hikmet Korkmaz’la sanıklar arasındaki yer yer
güldüren diyalogları aktararak, yer yer hüzünlendirerek
tarihimize ışık tutuyor. Işığı takip edip etmeyeceğimiz
niyetimize bağlı.
Soma katliamı ve sonrasında yaşananlarla, otomotiv
fabrikalarında devam eden direniş, devrimcilerin bir başka
hayatı kurmak dışında şanslarının olmadığını gösteriyor. Biz
buradan ne kadar süslü şeyler söylersek söyleyelim, devrimci
hareketin merkez komite üyeleri, Somalı madencilerden
Bursalı metalcilerden oluşmadığı sürece, “nostalji satmaya”
devam ederiz; hem de alıcısı olmadığını bile bile.
Şimdi savcının iddiasına dönelim. Savcının iddiasının
karşılıksız, dayanaksız olmadığını bilelim.
İlk dayanağı şudur:
Abdullah Karatay Devrimci Yol davası tutuklu sanığıdır,
maden işçisidir, 1978 1 Mayıs mitingi için İstanbul’a gitmiş,
onlarca maden işçisi gibi kazmayla yürümüştür. Sorgu sırası
ondadır. Kürsüye çıkar, Hâkim Arif Hikmet sanığa sorar:
“Yeraltı Maden İş üyesi olmak, greve katılmak, 1978 yılında
İstanbul’da 1 Mayıs mitingine katılmak, Dev-Yol üyesi olmak,
duvarlara yasadışı yazı yazmak, afiş asmak, seminerler ve
toplantılara katılmakla suçlanıyorsun. Ne diyorsun bu
iddialara?” İşçi yanıt verir: “Doğrudur efendim.” Hâkim araya
girer: Yani suçlamaları kabul ediyorsun öyle mi?” maden işçisi,
“Efendim onların hiçbiri suç değil ki” der. Hâkim: “Bak burada
Dev-Yol üyesi olduğun yazıyor. Ona ne diyorsun.” Abdullah
Karatay konuşur: “Efendim, onu herkese demiş. Savcıya göre
buradaki herkes Dev-Yol üyesi.” Hâkim devam eder: “Sen Dev-
Yol üyesi misin? Devrimci yol dergisi okur muydun?” Yanıt
hazırdır: “Ben Dev-Yol üyesi değilim. Devrimci Yol dergisi de
okumam. Benim doğru dürüst okumam da yok zaten. İlkokul
diplomasını bile dışarıdan aldım.”
Bu kez soru 1 Mayıs mitingiyle alakalıdır:
“İstanbul’a 1 Mayıs mitingine gitmişsin.”
“Evet efendim. 1 Mayıs bizim bayramımız. Elbette gideceğim.”
“İstanbul’a kazmalarla gitmişsiniz, neden?”
“Kazma bizim iş aletimiz. Biz maden işçisiyiz. Kazma
madenciliğin simgesidir. O nedenle baretlerimizle,
tulumlarımızla, kazmalarımızla gittik.”
Böyle sürüp gider sorgu. Bundan öte sınıf bilinci, kararlılık,
meşruiyet ve “politik savunma” olur mu?
İkinci dayanağı şudur:
Yeraltı Maden İş üyesi ve Devrimci Yol davası sanığı kimi
işçiler Çetin Uygur’a duydukları sevgiden dolayı çocuklarına
onun ismini verdi; birkaçıyla İşçilerin Sesi gazetesinde
tanışmıştım.
Son dayanak ise Özgür Açılım tarafından hazırlanan
Yeniçeltek belgeselidir. Belgeselden de anlaşılacağı üzere
Yeniçeltek’i var edenler maden işçileridir, işyeri komite ve
konseylerini kuranlar, grevi, direnişi örgütleyenlerdir. Çetin
Uygur, onlardan söz ettiği bölümde hayata olmayanları
hatırlayıp gözyaşlarını tutamamıştır. Kendini öksüz gibi
hissettiği açıktır.
Devrimci Yol’u merak edenler, kazmalarıyla 1 Mayıs’a katılan
işçilerin sadeliğinin ve inanmışlığının izini sürsün.
Çünkü o iz bizi, devrimci bir halk hareketi yaratmaya
götürecek kadar kıymetlidir.
Adem Kütük’ün ardından
Devrimci Yol tartışması1
Devrimci Yol’cu Adem Kütük’ü kaybettik. Mutattandır,
“başımız sağ olsun” demek. Yine öyle mi diyeceğiz?
Vazifelerimizi yapacağız, ardından süslü sözler sarf edeceğiz,
ertesi gün kendi hayatımızı yaşamaya devam mı edeceğiz?
Gerçekten de sağ olsun mu başımız? Yani, ‘Adem öldü, biz
güzelce yaşamaya devam edebiliriz’ mi demek bu.
1 Herkes bilmek durumunda değil Adem Kütük’ü. Kısaca anlatayım. Adem
Kütük’ün ismi ilk kez 7 Haziran 1980’de Adana Cezaevi’nde gerçekleştirilen
firarda duyuldu. Firar anında jandarmayla çatışma çıktı. Firar eden gruptan
dört kişi öldü. Adem Kütük, Mustafa Özenç, Erdal Aykaç ve Mahmut Hızlı
kaçmayı başardı. 12 Eylül günlerinde Çukurova bölgesinde bir süre kırda
barınmaya çalıştı. Ancak yeniden yakalandı. Bu kez de ismi Kırşehir Cezaevi
firarında geçti. 18 mahkûm tünel kazarak firar etti. Firar sırasında çekilen
video görüntüleri ve fotoğraflar basına dağıtıldı. Epey sansasyonel bir kaçış
oldu. Adem sonra yeniden yakalandı. İdamla yargılandı, hayli uzun zaman
cezaevinde kaldı. Birgün gazetesinde Adem’in katıldığı firarları anlatmıştım
bir yazıda. Adem’le Adana Halkevi’nde tanıştım, bir sene kadar önce. 1980’de
beynine düşen urun yavaş yavaş harekete geçtiği günlerdi.
Gelin, bu defa başımız sağ olmasın. Bu defa şu, ‘başımız sağ
olsun’ temennisinin özünde, geride kalanları ortaklaştıran bir
bencillik olduğunu kabul edelim. Bencillikten azade, ne yapıp
ne edeceğimize sonra karar verelim. Bu, bencillikle örülmüş
anlaşmayı yok sayalım.
Bir başka bir şey yapalım.
Ölüm ve yaşam ilişkisi düşünüldüğünde tersinin murat
edildiği akla gelmesin. ‘Öldük, bittik’ mealinde yarı şizofrenik
arabesk bir duygunun bizi teslim almasından söz edilmiyor
burada.
Elbette hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz, elbette, onun
güzelim hatıralarını paylaşacağız birbirimizle ve elbette
cenazesine sahip çıkacağız, gazetelere ilan vereceğiz.
Devrimci Yolcu Adem Kütük’ün beynini kemiren bir ur
nedeniyle aramızdan ayrıldığını, dosta düşmana duyuracağız.
Buradaki dert, ölen bir arkadaşın ardından, geçmişimize ve
bugüne dair bir kez daha düşünülmesini sağlayacak bir
hassasiyet geliştirebilmek, Adem Kütük’ün beynini kemiren ve
oradan yola çıkarak bütün bedenini ele geçiren habis urun
nasıl oluştuğunu birbirimize söyleyebilmektir.
Geliştirebilmek ve söyleyebilmek… ‘Başımız sağ olsun’,
saçmalığının önüne geçebilecek tılsımlı iki sözcüktür.
Üç soru sorulmalıdır Devrimci Yol’cu Adem Kütük’ün
ardından. Sorulmalı ve verilen cevap yazılmalıdır.
“Devrimci Yol’u kim Devrimci Yol yaptı?” diye sual edeceğiz
önce. Bu suale hiç tereddüt etmeden Adem Kütük’ün adını
verecektir Çukurovalılar; Adanalılar, İskenderunlular,
Antakyalılar, Mersinliler ve bilcümle Devrimci Yolcular.
Kimdir, Türkiye solunun tarihine, “uslanmaz tünelci” olarak
geçen, diye soracağız sonra. Yine aynı ismi işaret edecektir, 12
Eylül’de cezaevinde bulunanlar.
Mamak’ta, Metris’te, Kırşehir’de, Adana’da yatan bilcümle
siyasi tutsaklar adını verecektir, Çukurova’nın ele avuca
sığmaz delikanlısının.
Kimdir, ömrü hayatını Devrimci Yol’a vakfettikten sonra böyle
sahipsiz bırakılan, böyle bir başına, yapayalnız… Yanlışlar,
kötülükler arasında bir başına ayakta kalmaya çalışan.
Başımızı öne eğip, Adem Kütük diyeceğiz.
“Başımız sağ olsun” demekten imtina edip, Devrimci Yol için
Adem Kütük ve arkadaşlarının taşıdığı anlamı birbirimize
anlatacağız.
Türkiye tarihinin en kitlesel devrimci hareketinin onların
sayesinde yaratıldığını, Adem Kütük ve arkadaşlarını yok
sayan geçmiş değerlendirmelerinin hayatımıza değmediğini
cesurca ifade edeceğiz.
Türkiye 1970’li yıllarda faşist teröre teslim olmadıysa, bunun
Adem ve arkadaşlarının hayatlarını hiçe sayarak, en öne
geçmesiyle başarıldığını atlamayacağız.
Yani önce antifaşist mücadelenin yılmaz militanlarının
haklarını teslim edeceğiz, onlara teşekkür etmeyi
unutmayacağız, sonra demiri kendimize doğru bükeceğiz.
Sonra geçeceğiz ikinci sorunun yanıtını aramaya. Adem ve
arkadaşlarının, konuldukları cezaevinde neden ‘rahat
durmadığını’ anlamaya çalışacağız.
Özgürlük tutkusunun ne kadar yakıcı bir duygu olduğundan
yola çıkarak, 12 Eylül dönemi cezaevlerindeki tutumumuzu
yeniden gözden geçireceğiz. Bu iç sorgulamaya
mahkemelerdeki tavrımıza da ekleyeceğiz.
Adem ve arkadaşlarının, 12 Eylül mahkemelerinde ‘siyasi
savunma’ yapmak için nasıl istekli oldukları ve ancak
sonrasında nasıl çaresiz kaldıklarını, kalben ve ruhen nasıl
yıprandıklarını hatırlayacağız.
Devrimci Yol “efsanesinin” asıl yaratıcılarının, sesini neden
kıstığımızı hiç olmazsa şimdi çıkıp anlatacağız.
Üçüncü sorunun yanıtını aramaya gerek yok. Devrimci Yol
militanlarının içindeki özgürlük tutkusu anlaşılmadıktan,
efsaneye yakışan yapılmadıktan sonra, kaçınılabilir mi
kötülüklerin arasında bir başına, beş parasız kalmaktan.
Şimdi bir soru daha soralım. Adem Kütük’ün beynine ur ilk ne
zaman düştü ve ilk ne zaman beynini kemirmeye başladı.
Devrimci Yol’cu Adem Kütük öldü. Başımız sağ olsun!
Gocunmayın güzel beyler, hanımlar
“Gocunmayın güzel beyler, hanımlar, alınıp incinmeyin; silah
silah çatmayın o güzel kaşlarınızı.” Okuduğunuz Devrimci
Yol’un hikâyesidir; daha önce Marks tarafından “icat” edildiği
gibi yazayım: “Anlatılan senin hikâyendir.”
Hikâyenin isimlerle, şahıslarla alâkası yoktur. Kimse
alınganlık yapmasın yani; kimse savunmaya geçmesin;
hikâyeyi anlatanlara “tu kaka” yapılmasın.
Ortak günahların, ortak sevapların çocuklarıyız çünkü biz. Hiç
kimse hikâyenin dışında bir başka gerçek varmış gibi
göstermeye kalkmasın. O günlerin doğrusu neydi? Stratejik
önemi var mıydı alınan kararın bilemem. Bildiğim şudur:
Bugünden geçmişe, kendi hayatımdan başkalarının hayatına
dair ahkâm kesmenin ne menem bir bahtsızlık olduğunu
bilirim.
Bilirim ve öyle okurum anı kitaplarını. Fırtına Günlerinden
Notlar/Fatsa kitabını da öyle okurum. Ayhan Özden’in
doğruları benim de doğrumdur; yanlışlarının altına imza
atmaktan imtina etmem. Doğrularla övünmemenin işaret
ettiği mütevazı halin ve yanlışları kabul etmenin getirdiği
barışıklığın, bir başka büyük buluşmada işe yarayacağını
düşünürüm. Aksi durumun tecrübeyle sabit olduğu üzere, yeni
büyük buluşmanın baş engelleyicisi olduğuna inanırım.
Ayhan Özden sadece bir yazar değildir; sadece anılarını
paylaşmamıştır bizlerle. O, eski tabirle vak’a nüvistir, tarih
yazıcısıdır yani ama aynı zamanda yeni büyük buluşmanın
özlemi içindedir ve bunun nasıl yaratılacağına dair emareleri,
Fatsa’da yaşananlar ışığında bugüne aktarmakla mükellef
saymıştır kendini.
Ona “Doğrucu Davut” da denebilir denmesine ama isimlere,
şahıslara, büyüklere, küçüklere takılıp kalmamış, sadece
Fatsa Devrimci Yol davasına musallat olan itirafçılarla
hesaplaşmıştır. İtirafçılığı mahkûm ederken bile kolaya
kaçmamış, demiri kendilerine doğru bükecek büyüklüğü
göstermiş, asıl derdinin yeni büyük buluşma olduğunu ilan
etmiştir.
O vakit alınmayacağız, gocunmayacağız, gerçeği hesapsız-
kitapsız okuyacağız. Ölen arkadaşlarımızın hakkını verirken,
“zamanında ölmeyi” beceremeyenlerin anlattıklarına sırtımızı
dönmeyeceğiz.
“Ayhan Eskici, Sebahattin Demir, Ahmet Gürler ve Ahmet
Sakin girdikleri çatışmada öldürülmüşlerdi. 15 Aralık 1980’de
Kumru Erikçeli kırsalı 4 fidana mezar olmuştu. Onlar bu
mücadelede Devrimci Yolculara yaraşır bir şekilde yaşadı ve
mücadele ettiler, kendilerine yakışır bir dirençle de hayata
veda ettiler.”
Bu satırları okuyup bir sonrakine geçeceğiz. “Bizim zorumuza
gidiyordu. Adeta isyan ediyorduk. Hele Ankara Merkezin
hepsinin aynı anda yakalanması, Türkiye’nin her yerinde
olduğu gibi, bizde de şok etkisi yaratmıştı. Türkiye’nin her
yerinde devrimci bir siyaseti hayata geçirmeye çalışan
koskocaman bir teşkilat, nasıl olur da bu kadar kısa bir süre
içerisinde hareket edemez hale gelirdi?”
Alınıp gocunmayacağız; bu satırların hüzünle bezenmiş
çaresizliğin, duygulara yansımış hali olduğunu bileceğiz.
Ayhan Özden’in, sorulardan yola çıkarak yaptığı durum
tespitini, örgütsel zafiyetin göstergesi sayacağız: “Mesela
benim darbe öncesi Karadeniz’in küçük bir köyünde yakalanış
hikâyem ile koskoca bir hareketi idare eden lider kadronun,
üstelik de darbe sonrasında, neredeyse benimle benzer
biçimlerde yakalanmış olması, o dönemdeki halimiz hakkında
yeterli ipucunu vermiyor mu? ‘Yağmur duasına çıkan imamın
samimiyetini nasıl sorgularsınız?’ diye sormuşlar, ‘Yanına
şemsiye alıp almamasından’ diye cevap vermişler. Bizimki de o
hesap.”
O hesabın, hepimizin ortak hesabı olduğunu bilecek ve elimizi
hiç tereddüt etmeden cebimize atacağız; hesaptan yırtmanın
yol ve yöntemlerini aramaktan vazgeçeceğiz.
“Meğer örgüt değilmişiz” başlıklı bölümü ise herkes kendi
meşrebine göre okuyacak. Hüzünlenenlere, mahcup olanlara,
kızanlara, umursamayanlara, yüreği cız edenlere, göğsü
sıkışanlara bu hakkı tanıyacağız. Kalbi olup bitenleri
kaldıramayan “Koca Reis”i, “Terzi Fikri”yi, Fikri Sönmez’i
saygıyla, özlemle anacağız. Onun kalbini durduran hayatı, hiç
olmazsa bir parça kendimize dert edeceğiz.
“Bütün savunmalar, örgüt olduğumuz ve faşizme karşı
mücadele ettiğimiz tezi üzerine kurulmaya çalışılıyordu. Ama
ne olduysa, tam o esnada Ankara ‘merkezden’ bir haber geldi.
Özetle diyordu ki, ‘Devrimci Yol diye bir örgüt yoktur. Devrimci
Yol, Türkiye’nin o günkü koşullarını siyasal olarak
değerlendiren bir dergiydi. Devrimci Yolcular da faşizme karşı
kendiliğinden bu dergi etrafında bir araya gelen insanlardır.
Faşist saldırılara karşı kendilerini savunmuşlar, bu esnada
bir takım eylemler yapmışlardır.’ Böylece yapılacak
savunmaların genel çerçevesi de çizilmiş oluyordu. Yani
örgütsel bir savunma yapılmayacaktı. Bu aramızda çok ciddi
bir tartışmaya yol açtı. Topluluğumuz tam anlamıyla her
kafadan bir sesin çıktığı duruma gelmişti. Bütün bu
tartışmalar bizi aşıyordu. Bir bakıyorsun yukarıdan talimat
geliyor ve senin daha önce almış olduğun kararlar tamamen
değişiyordu. Yani birileri sana talimat gönderdiğine göre bir
örgüt olmalıydı. Ama talimat gönderenler ‘örgüt yok’ talimatı
gönderiyordu. Yani dışa karşı ‘örgüt yok’tu, ama içeride
basbayağı ‘var’dı. ‘Örgüt yok’ diyerek örgütlenilen dünyada
başka bir örnek var mıdır bilemem.”
Bilenler bilmeyenlere anlatır elbette; bilenler susar,
bilmeyenler sormaya devam ederse, büyük buluşma, büyük
gecikmeye dönmeye başlamaz mı? Yoksa içinde yaşadığımız bu
mu?
İçimizi acıtan bir alıntıyla bitirelim bu yazıyı: “Bu konuda ve
diğer konuların hemen tümünde de tuhaf şeyler oluyordu.
Kararlara ilişkin bir şey konuştuğunda birileri hemen tavır
alıyordu. Daha ötesi Fatsa Devrimci Yol davası daha
başlamadan giderek ‘birilerinin’ yönlendirmesine giriyordu.
Mahkeme süreci, adeta daha sonra muazzam itiraflarda
bulunacakların denetim ve önderliğine geçiyordu.”
“Gocunmayın güzel beyler, hanımlar, alınıp incinmeyin.” Fatsa
Devrimci Yol davası, içinden çok sayıda itirafçının çıktığı bir
dava olarak kayıtlara geçti. Dünyada bir başka örnek var
mıdır, bilemiyorum.
Nasuh Mitap’ın suskunluğu2, Ali Başpınar’ın kızgınlığı3
Ağır abilerimizden Nasuh Mitap’ı yitirdik.
Benim gibi, kendisiyle yakın mesaide bulunmayan, bir kez
cezaevinde, birkaç kez de dışarıda sohbet etme olanağı bulan,
çokça da devrimci hareketin durumu ve geleceği ile ilgili
görüşlerini merak edenler açısından onun kaybı hiç şüphesiz
kederli bir duygu olmaktan ziyade politik anlamda boşluğu
ifade etmektedir.
Ne yazık ki bu böyledir. Nasıl bir insan, nasıl bir baba, nasıl
bir eş, nasıl bir oğul olduğunu bilmeden, onunla kadim dost
olmadan, yaşamın doğal koşuşturması sırasında ona
değmeden yokluğunu hissetmek nasıl mümkün değilse, onu
2 Suskunluk imgesini, Başaran Aksu’nun başlangıç.org sitesindeki “Nasuh
Mitap: İradenin etik suskunluğu” başlıklı yazısından etkilenerek kullandım. 3 İnsanların hangi duyguyla kendini ifade edeceği biraz da mizaçla ilgilidir. Ali
Başpınar da tıpkı Nasuh Mitap gibi hiçbir oluşumun içinde yer almadı.
Yaşananlarla ilgili görüşlerini sert sözcüklerle ifade ederdi. Beş seneye yakın
bir süre aynı işyerinde çalıştık. Öfkesine de, kızgınlığına da tanık oldum.
hüzünlendiren ve sevindiren şeylere yabancı birinin de
derinden etkilenme ihtimali yoktur.
İnsan ilişkisi biraz da ihtiyaçlar üzerinden şekillenir. Sevmek
de, özlemek de nihayetinde bundan kaynaklanır. Bu duyguyu
ilk kez annenim ölümünde hissetmiştim.
Bizim için politik simge ve değer olan Nasuh Mitap’ın birlikte
işkence gördükleri, dayak yedikleri, birbirlerine yaralarını
gösterdikleri dava arkadaşları için kocaman bir hayatı ifade
etmesi doğaldır.4
Her ölüm vakitsizdir derler ve her ölüm ihtiyaca binaen
yakıcıdır. Nasuh Mitap’ın ölümü bizleri yakmıştır. Çünkü
suskunluk yakıcıdır.
Devrimci hareket 12 Eylül’de yenildiğinden bu yana, yani
1980’den bu güne hareketin neden yenildiğine ve yenilgi
sonrası neler yapılması gerektiğine dair tek satır görüş
bildirmemiş, Devrimci Yol geleneğinden gelen insanların
bulunduğu hiçbir yapılanmada yer almamış, her birine uzak
kalmayı tercih etmiş ve dahası susmayı tercih etmiştir.5
O, bizim suskun abimizdir.
Ağır abilere susmak yakışır. Susanlar yaralıdır, susanlar
bilgedir, susanlar naiftir. Susanlar, konuşanlara susarak yanıt
verir. Lâl olmuş diller edebiyatın nasıl vazgeçilmezi ise Nasuh
abinin suskunluğu da Devrimci Yol’un “sırlarına” işaret ettiği
için önemlidir.
Nasuh abinin suskunluğu, Ali Başpınar’ın kızgınlığı(3) gibidir.
4 Bu kısa yazıyı, Nasuh Mitap’ın cenazesine katılmak için İstanbul’a gitmeye
hazırlanan eniştemin (Mehdi Bektaş) yanından geldikten sonra gecenin bir
vaktinde kaleme aldım. Mehdi abi yıllarca Nasuh Mitap’ın avukatlığını yaptı.
Ankara’ya her geldiğinde görüşürlerdi. Onun kaybının dostları için ne anlama
geldiğini, Mehdi abinin gözlerinden okumak mümkündü. 5 Susmak, konuşmamayı değil, sürece iradi müdahalede bulunmamayı ifade etmektedir.
Onlar suskun ve kızgın değilmiş gibi yapmak ve yaşananları
yok saymakla yaratılan “yalan dünyaya” bu kez “yıkıl”
diyelim.
Kızgın abimizden sonra suskun abimizi de yitirdik; denecek ne
var, “başımız sağ olsun”dan başka.
Sessiz, kibar ve nezaket sahibi
abilerin devrimci mirası
Vakti zamanında Birgün gazetesinde yazarken Ömer Yazgan’ı
anlatmıştım. Hani o, Üçüncü Yol grubunun liderlerinden,
subay; Gölcük’te üç arkadaşıyla birlikte idam edilen.
Ömer Yazgan’ı tanıyanlar, onun politik özelliklerine gelmeden
insani yönünü anlatmak zorunda hisseder kendini. Çünkü salt
politik kimlikle sınırlı anlatım, öyküde büyük boşluklara
neden olur, açıkçası sığ kalır; anlatılan Ömer Yazgan olmaz.
Kifayetsiz kalacağını bile bile Ömer Yazgan’ı şu satırlarla
anlatmaya çalışmıştım “Ölürken bile asaletinden
kaybetmeyenlere” başlıklı yazıda: “Ömer Yazgan’ı asarak, onu
yalnızca ortadan kaldırmak istemediler, soldaki asaleti yok
etmeyi hedeflediler.
Siyah beyaz dalgalar halinde önümüzden geçenlerden biri de
oydu; hâl hatır sorulduğunda bile yanakları al al olan, her
haliyle sessizliğin ve kibarlığın erdem olduğunu hissettiren,
ölürken bile asaletinden hiçbir şey kaybetmeyen.”
Geçenlerde “her haliyle sessizliğin ve kibarlığın erdem
olduğunu hissettiren” bir abimizi daha yitirdik: Nasuh Mitap.
Nasuh Mitap’ı bu özelliğini bilecek kadar yakından
tanımıyorum. Onu tanımak isteyenlere Hakkı Zabcı’nın
yazılarını salık veririm. Yazılar içerdendir, samimidir, sevgi
doludur; kadim dostluğun ve yoldaşlığın izlerini taşır. Hakkı
Zabcı’ya göre Nasuh Mitap, “Sıradanlığı içselleştiren bir
devrim neferi”dir.
Nasuh Mitap’ın cenazesinde katılanlara der ki Hakkı Zabcı,
“O’nu tanımaya çalışın, ne kadar güçlendiğinizi göreceksiniz.”
Buradaki tılsımlı sözcük “güçlenmektir”. Yani solun bugünkü
temel ihtiyacı.
Mahallemizin sessiz, kibar, nezaket sahibi abilerinin bize
bıraktığı devrimci mirası budur.
Farklı düşünseler de, farklı politik yapılarda yer alsalar da,
solcuların arasında sevgili, saygılı, hürmetli ilişki tesis etmeyi
asli amaç gören, Şinasi Özdenoğlu’nun “Ve bir nisan sabahı /
İpe götürseler de seni / Kanı on para etmez herifleri / Davan
için affedeceksin/ İnsanları seveceksin” şiiriyle büyüyen,
Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri
anlamaya” dediğinde o ince şeylerin farkına vardığı için
devrimci olmayı seçen bizim kuşağın, bazı zamane
solcularındaki değer yitimini anlamamız, kabul etmemiz ve
saygısızlığa, nezaketsizliğe tanık oldukça canımızın
yanmaması mümkün değil.
Ömer Yazgan’ın gücü, yanaklarının al al olmasından
gelmektedir; idam sehpasındaki direnişi kibarlığındandır.
Ömer Yazgan bu nedenle unutulmazlarımızdandır.
Nasuh Mitap sıra neferi olmasından, kimsenin kalbini
kırmamasından, karıncayı bile incitmek istememesinden,
beyefendiliğinden güç almaktadır. İşkencedeki direnişi,
sonrasındaki suskunluğu bundandır. Cenazesindeki sadece
Devrimci Yolcularla sınırlı olmayan kalabalığın nedeni budur.
Nasuh Mitap bu nedenle unutulmayacaktır.
Türkiye devrimi, Ömer Yazgan’ı, Nasuh Mitap’ı “içselleştiren”
genç kuşaklarla buluştuğunda, ideolojik-politik yaklaşımlarını
özümsediğinde, insani yönlerini görebildiğinde yol alacaktır.
Çünkü bizim asıl olarak nezakete, kibarlığa ve sıradanlığa
ihtiyacımız bulunmaktadır.
Mehmet Hakkı Yazıcı vücuda geldi
“Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli kitabın son dönemde
sıkça karşılaştığımız sıradan bir anı aktarımı olduğu
sanılmasın. Kitapla mucizevî bir olay vuku buldu; Mehmet
Hakkı Yazıcı vücuda geldi
Meğer Mehmet Hakkı Yazıcı gerçekmiş, varmış, yaşıyormuş.
Meğer Devrimci Yol dergisinin künye bölümünde yazılanlar
doğruymuş; bizimkilerin savcıları, polisleri yanıltması mevzu
bahis değilmiş.
Meğer İncesu’daki adres de gerçekmiş.
Devrimci Yol’la ve şiirle haşır neşir olduğumuz günlerde,
İncesu’nun önemi iki nedenleydi: İlk neden Ahmed Arif’in
şiiriydi; hani o İncesu Deresi’ne “merhaba” dediği.
“Merhaba”nın, selamlama olmaktan ziyade, “benden sana
zarar gelmez” anlamında kullanıldığını bilir, İncesu Deresi’ne
zarar vermediğimizi halkımıza anlatmak isterdik. İkinci
neden, Devrimci Yol dergisinin künyesinde yönetim yerinin
karşısında yazan adresti: Hasan Ali Yücel Caddesi No: 39/D.
İncesu Deresi’nin ve Devrimci Yol’un bizler için ne anlama
geldiğinin farkındaydık. Ne zaman İncesu’ya yolumuz düşse,
müstehzi bir tebessümle, Devrimci Yol’un yönetim yerinin asıl
bu adres değil, sokaklar, mahalleler, okullar, fabrikalar
olduğunu hatırlar, Devrimci Yol’un kendisini İncesu Deresi’ni
kurtarmak ve dereyi kurutanları alaşağı etmekle mükellef
saydığını anlar ve siyaseten doğru yerde olduğumuza kanaat
getirirdik.
Kurgumuz anlaşılabilirdi: İncesu Deresi’ni kurutanları alaşağı
edeceğiz (devrim), İncesu Deresi’ni kurtaracağız (yaşanabilir
bir ülke).
Meğer PK 383 Kızılay-Ankara işaretli kutu öyle gizemli bir şey
değilmiş. Mehmet Hakkı Yazıcı belli aralıklarla Kızılay
Postanesine uğrar, büyük bir merak ve heyecanla gelen
mektupları alır ve iştahla okurmuş. İşlerin kızışmaya yüz
tuttuğu günlerde PK 383’e ulaşmak meşakkatliymiş,
tedirginlik vesilesiymiş, polise “enselenme” nedeniymiş.
Nitekim bir keresinde öyle olmuş.
Bizim, yani yeniyetme solcuların, yeni kuşak Devrimci
Yolcuların, devrimci hareketin her türlü tasarrufuna derin
anlamlar yükleyen, bütün olup bitenleri kimselerin aklına
gelmeyecek zekice işler sanan gençlerin, o günlerde bütün
bunları bilmesi mümkün mü?
Gençliğimize, cahilliğimize verin, Mehmet Hakkı Yazıcı’nın
kanlı-canlı bir insan olduğunu bilemedik. Şimdi nerededir, ne
yapar, ne yer ne içer, neden görünmez, adı neden geçmez
hiçbir yerde sorgu sual etmedik. Hâlâ politik iddiasını
sürdürenler ve onların anlattıkları ile yetinmiş olmamızı
gelişmemişliğimize, düşüncesizliğimize, özensizliğimize,
kader-kıymet bilmezliğimize verin ve affedin.
Mehmet Hakkı Yazıcı’yı “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız”la
tanımış olmanın sebebiyet verdiği utancı anlamaya çalışın ve
aslında, “koca sevdanın” böyle mütevazı, böyle kendiyle
barışık insanlar sayesinde yaratıldığını ve ülkeye armağan
edildiğini bilin.
Bizim neye ihtiyacımız olduğunu gösteriyor kitap. Bir başka
tarih anlatımının elzem olduğu da muhakkak. Ancak o iş
yapılana kadar anılarını aktaran her kim olursa olsun, bari
demiri sadece kendine bükmesin, her şeyi kendiyle başlayıp
bitirmesin, kendini her şeye muktedir görmesin, hiçbir
arkadaşını rencide etmesin, kimseyi üzmesin, kırmasın,
dökmesin. Kitabın bir yerinde Mehmet Hakkı Yazıcı’nın dediği
gibi, “Gerçek kahraman kitlelerdi. Kişilerin kahramanlık
hikâyeleri üzerine politika yapılamazdı” yaklaşımı tarih
anlatımlarının belirleyicisi olsun.
Ancak hiç kimse de Mehmet Hakkı Yazıcı gibi yapmasın;
kendini bizlerden mahrum etmesin.
Mehmet Hakkı Yazıcı’dan mahrum olmayanlardan Taner
Akçam’ın kitaba yazdığı önsözle bitirelim bu af dileyen yazıyı:
“Bakmayın siz anılarını yazdığına. Aslında yazarken de çok
ketum davrandı. Söylenmesi gereken birçok şeyi söylemedi,
detayları anlatmadı. Bilemiyorum, kendisini hâlâ polise ifade
verir gibi hissediyor ve bu nedenle mümkün olduğu kadar az ve
öz söylemeye dikkat ediyor ya da hâlâ o eski
alçakgönüllülüğü… Yaptıklarına özel bir anlam verilmesini
istemiyor.”
Gül kokan arkadaşımız:
Veysel Güney
Biz, gül kokan arkadaşımızı, Veysel Güney’i geç hatırladık;
uzun süre bunun ayıbını taşıdık omuzlarımızda. Şimdi bir
başka kaygıya gark olmak üzereyiz: Gül kokan arkadaşımızı
çabuk mu unutacağız yoksa?
Geçenlerde, yani 10 Haziran 2014’te, idam edilişinin 33.
yıldönümünde, doğduğu köyde, Malatya Hekimhan Davullu’da
anıldı Veysel Güney. Adına yaptırılan anıtta düzenlendi tören.
Sendika.org’da konuyla ilgili yayımlanan haberin
fotoğraflarına göz attım. 30 bilemediniz 35 kişi vardı anıt
mezarın başında. Tanıdığım birkaç arkadaşı gördüm karede;
Halkevleri’nden Samut Karabulut, Güvenlik Sen’den Faruk
Adıgüzel, “Sizin Veysel” kitabının yazarı Ethem Dinçer
oradaydı. Sordum, 78’lilerden, Malatya Dayanışma Evi’nden
arkadaşları ve Veysel’in birkaç köylüsü de toplanmıştı anıtın
önüne. Hani o, vasiyetine uygun olarak düzenlenen ve
üzerinde Veysel Güney’e ait olan, “Mezarımı yol kenarına
yazın/ Üzerine devrim şehidi yazın/ Başına yumruklu yıldız
kazın/ Gidiyorum ölümsüzlüğe, hoşça kalın” dizelerinin yazılı
olduğu anıt.
Anıt mezar değil malumunuz, sadece anıt. Mezarını
bulamadık çünkü hâlâ. Bir ara, özellikle 78’lilerin yoğun
çabaları sonuç almaya yakınlaştırmıştı ama olmadı.
Vasiyetinin bir bölümü yerine getirildi sadece; cuntacıların
Veysel’i idam ettikten sonra nereye gömdüğü tespit
edilemeyince, şiire bezenmiş anıtı yapıldı.
İlk birkaç yıl daha kalabalıktı anıtın önüne toplananlar,
zamanla azaldı. Açıkçası canı yananlar, candan özleyenler ve
Devrimci Yol’u Devrimci Yol yapan kadroların değerini
bilenler kaldı geriye. Vefa bir yönüyle, Veysel Güney’in
isminde simgeleşen inanmışlığı bugüne taşıma kararlılığından
ibaretti.
Veysel Güney’in simgelediği değerleri anlamaktan uzak mıyız?
Soru bu aslında.
Sıradan bir öyküyle karşı karşıya olmadığımız açık. Bırakalım
işkencedeki direnişini, arkadaşlarına zarar vermemek için
mahkemede bile Devrimci Yolcu olduğunu kabul etmeyen, 11
gün arayla çıkarıldığı iki duruşma sonrası idam cezasına
çarptırılarak alelacele katledilen, veda mektubu ve cenazesi
ailesine teslim edilmeyen bir arkadaşımızın öyküsü bu.
Sanırım devlet refleksi hiç değişmiyor. Veda mektubunu ve
cenazesini ailesine vermeyen, hiçbir zorunlu tutanağı kayıt
altına almayan devlet, Veysel’in yaralı yakalandığı çatışmada
öldürülen Ali İhsan Özer’e ait “Pantolon ve Kemer İmha
Tutanağı”nı dört sene boyunca saklıyor ve dava dosyasına
sonradan ekliyor; insanı değil eşyayı seviyor çünkü.
Sıradan bir ölüm değildi bu. 12 Eylül günlerinde onlarca
devrimci darağaçlarında, işkencelerde katledildi. Ancak
devletin “yargılayarak” resmen idam ettiği ve lakin cenazesini
kaybettiği tek isimdi.
Neden peki? İdama götürmek için gelip hücresinin kapısına
dayananlara, “Üzerime gelmeyin, ben nasıl gideceğimi bilirim”
dediği için mi? Neden peki? İnfaz sırasında bir isteğinin olup
olmadığı sorulduğunda, “Benim sizlerden bir isteğim olamaz”
dediği için mi? Neden peki? Yıllar sonra vasiyetine binaen,
mezarına yumruklu yıldız yapılma ihtimalinden korktukları
için mi?
Önerim şu âcizane: Veysel’in anıtı başındaki yalnızlığı
kendimize dert edelim etmesine ama beraberinde O’nu daha
yakından tanımak için bir fırsat yaratalım kendimize. Ethem
Dinçer’in NotaBene Yayınları’ndan çıkan “Sizin Veysel”
kitabını edinelim, bir solukta okuyalım; gül kokan
arkadaşımızın neler yaşadığını, nasıl idam edildiğini,
cenazesinin nasıl kaybedildiğini, arkadaşlarının mezarını
nasıl aradığını öğrenelim.
Recep Tayyip Erdoğan’ın mı, yoksa Ekmeleddin İhsanoğlu’nun
mu cumhurbaşkanı seçileceğine dair tartışmaların yarattığı
karabasandan ancak Veysel’e sığınarak kurtulabiliriz.
“Sizin Veysel” kitabı, Edip Cansever’in şiiriyle başlamış. Biz
de yazıyı şiirin son satırlarıyla bitirelim.
Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
Göreceksiniz nasıl
Güller güller dolusu
Nasıl gül kokacağız birlikte
Amansız, acımasız kokacağız
Dayanılmaz kokacağız nefes nefese
Diyarbakır Cezaevi’nde
bir Devrimci Yolcu
Bitirirken yazarım mutlaka. Ama başlarken de yazmak
istiyorum. Aslında yazının olur olmaz yerine serpiştirebilirim.
“Saygısızlık sayılmaz, kafana göre takıl” diyen olsa, hiç
durmaz yazıyı tek satıra indiririm.
Hani Diyarbakır Cezaevi’nde, hani şu 5 No’lu dedikleri
cehennemde, cehennem zebanilerine direnmenin yolu olarak
gördüğü için ölmeyi seçen arkadaşımız var ya, Orhan Keskin.
“Ölmeyi seçmek” ne tuhaf bir cümle. “Ölmeye yatmak”
denebilir mi? Ya gülmeye yatmak, sevişmeye yatmak?
Gülmek ve sevişmek çağındaki bir delikanlı neden öldürür
kendini?
Ölmeden az önce neden, “Bana beyaz bir at getirin” diye
sayıklar?
Şimdi şunu anlamak lazım o zaman: Yaşar Kemal Demirciler
Çarşısı’nda “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler” diye
yazarken, hissetmiş olabilir mi, ölmek üzere olan iyi bir
insanın düşünde, kendini ata binerken gördüğünü? Kendi de
son nefesinde, aynı düşe dalmış olabilir mi? Mevzu bahis,
Yaşar Kemal’se, neden olmasın?
Ya da, hani şu 12 Eylül faşizminin insanlık dışı işkenceleri
uyguladığı Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ndeki ölüm orucunda
hayatını kaybeden Devrimci Yolcu Orhan Keskin’in, ölüme an
kala, Demirciler Çarşısı’nı aklına getirmesi, o güzelim atların
hayalini kurması, aralarındaki beyaz ata bindiğini görmesi
ihtimal dahilinde midir? Söz konusu, Orhan Keskin’se, neden
olmasın?
Gerçek hangisi acaba? Belki ikisi de.
Şimdi serpiştirme vakti yazıya, o müthiş gerçeği: Orhan
Keskin beyaz bir ata binip gitti, biz, demirin tuncuna insanın
puştuna, kaldık. Sözün aslının böyle olmadığını biliyorum ama
başka türlü içimdeki öfkeyi bastıramıyorum. Tekrar yazayım o
zaman: “İnsanın puştuna kaldık.”
Nasıl öfkelenmez insan. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşatılan
zulmü okudukça.
“Yaşamı ölecek kadar çok seviyorduk” cümlesi karşısında
öfkelenmemek mümkün mü?
Bir anne, “Kaç mevsim, kaç yaz, kaç bahar eskittim. Ne
acılarım dindi ne de sensizlik tükendi. Senden sonra
dağıldığımız yerden toparlanamadık.” diyorsa, hangi duyguya
teslim olur insan?
Sahi Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde kaç arkadaşımız öldü,
kaçı kendini yaktı, kaçı ölüm orucundan çıkamadı, kaçı sakat
kaldı, kaçı kalıcı hastalığa yakalandı, kaçı psikolojik yıkıma
uğradı?
Hangi birini sayacağız, hangi birini hatırlayacağız? İnsan bu
kadar acıyı, ağrıyı, hüznü kaldırabilir mi? İyiler kaldıramadı
işte. Öldüler, sakat kaldılar, unutamıyorlar.
Orhan Keskin iyi bir insan. Sadece insan olmanın gereğini
yerine getirdiği için değil, aynı zamanda, Devrimci Yol’un
onurunu korumak için direnmeyi seçtiği için. Orhan Keskin iyi
bir insan, iyi bir Devrimci Yolcu.
Birlikte ölüm orucuna başladıkları ve ölene kadar her anına
tanık Recep Maraşlı kitapta diyor ki, ‘Mamak Cezaevi’nde
yaşananlara pek içerliyordu, ağrına gidiyordu’. Zulüm ağrına
gidiyorsa insanın, hayal kırıklığı belirleyici duygu haline
gelmişse, işkenceler karşısında “yaşatır ölüm” kararına
varmışsa; tıpkı Orhan Keskin gibi hayata, insana, devrimci
harekete aşkla bağlıysa, bedeninden vazgeçilebilir.
Ah bir de, anne yüreği, kardeş yüreği, arkadaş yüreği olmasa!
Ama var işte. Çocuğunun ölümünden sonra ‘hayal kuramaz,
umut besleyemez’ bir anne, var işte.
Anne var, arkadaşlar var, devrimci hareket var; yaşamak ve
yaşatmak var. Şimdi kim itiraz edebilir, Diyarbakır 5 No’lu
Cezaevi’nde Orhan Keskin ve arkadaşları ölmeseydi, diğerleri
yaşayabilir miydi?
“Bana Beyaz Bir At Getirin” 6 kitabını okuyanlara sorun,
Orhan Keskin “nasıl biriydi” diye. Yanıt tek olacaktır: Ölerek,
yaşam armağan edecek kadar nezaket sahibiydi, ince
fikirliydi, yufka yürekliydi.
Bir kitap düşünün, kitabın içinde yüzlerce kitap olsun, bir
öykünün içinde yüzlerce öykü olsun. Orhan Keskin’in hayatını
öğrenmek için elinize aldığınızda kitabı, O’nu anlatanların
öykülerini de merak edin. Bir kitap düşünün, daha ilk sayfada
kitap değil, yaşamakla karşı karşıya bulunduğunuzu fark
edin.
Bir kitap düşünün, Devrimci Yol’un Kürt sorununa, o günkü
ifadeyle Milli Mesele’ye yaklaşımını, Devrimci Yol’un Kürt
coğrafyasında örgütlenme düzeyini, bölgede kayda değer bir
6 Orhan Keskin/ Bana Beyaz Bir At Getirin. Azad Sağnıç/ Notebene Yayınları
güç haline nasıl geldiğini öğrenmek, bilinmeyen bir tarihe
hâkim olmak, Devrimci Yol’un ismi bilinmedik fedakâr,
cefakar, inançlı kadrolarını tanımak için çevirdiğinizde
sayfalarını, bir başka dünyaya alıp götürsün sizi.
Benden bu kadar, kitap üzerine daha fazla bir şey yazamam.
Öfkeliyim çünkü.
Çünkü Orhan Keskin, beyaz bir ata binip gitti, biz, demirin
tuncuna, insanın puştuna kaldık.
Tariş’i, Gültepe’yi, Hıdır’ı ve İlyas’ı
unutmadan İzmir’i anlamak!7
İzmir’i anlamak isteyenler Tariş’i, Gültepe’yi, İskender Gül’ü,
Hıdır Aslan’ı ve İlyas Has’ı unutmadan yapmalı bunu. Yoksa
kocaman bir kenti yorumlamak ve memleketin adım adım
gericileştirildiği günümüzde, İzmir direnişinin kaynağına
inmek mümkün olmaktan çıkabilir.
“Gavur İzmir” söylemiyle yüzünü gösteren gericiliği, “Özgür
İzmir”le karşılama cesaretinin kökenine inmek, “Özgür
İzmir”in kimseye bahşedilmediğinin farkına varmak olacaktır
ki, bu gerçek bizleri “İzmir’in kurtarılması” yolunda bedel
ödeyenlerin öyküsüne götürecektir.
68 kuşağının simge isimlerinden Deniz Gezmiş’in aranır
duruma düştüğü günlerde İzmir’e sığınmasını, İzmir’in
Deniz’e kucak açmasını tesadüf olarak mı göreceğiz?
7 Bu yazı, İzmir’de yaşamaya başladığım üç aydır, defalarca gözaltına alınan
ancak sokağa çıkmaktan geri durmayan İzmir’deki Halkevcilere ithaf
edilmiştir.
Tesadüf olarak görürsek, İzmir ile deniz ilişkisini nasıl
açıklarız? Çünkü İzmir denize kucak açmış bir kenttir; deniz
İzmir’in içine girmiştir.
Şimdi İzmir kordon boyunda teneffüs edilen havanın ilk
zerreciklerinin, antiemperyalist bir gösteri için İzmir’e gelen
Mahir Çayan’ın, Hüseyin Cevahir’in, Âşık İhsani’nin
soluklarından oluştuğunu da bilmeliyiz.
O Âşık İhsani ki tarihe “Bahriyeli avı” olarak geçen olaylar
sırasında kordon boyunda ABD’li askerleri kovalayanlar
arasındadır; gözaltına alınmış, tabutluk tabir edilen hücrelere
atılmıştır. İşte, “İzmir bura Kordon boyu/ Üç kişi bir
tabuttayız” şarkısını burada yazmıştır.
Türkiye İşçi Partisi’nin 1967’nin 10 Kasım’ında yayınladığı
bildiride, antiemperyalist mücadelenin fitilini ateşleyen
gençliğin önemini teslim eden ifadeler yer alıyor, İzmir
olaylarına da atıfta bulunuluyordu:
“Atatürk’ü saygı ve sevgiyle anmanın, ona en yaraşır şekli,
Amerika’ya karşı yürütülen ikinci Milli Kurtuluş
mücadelemize hız vermektir. Aziz Atatürk, Cumhuriyeti genç-
liğe emanet etmekle ne kadar isabet etmişsin. İzmir’in kordon
boyunda ve Dolmabahçe’de, körpecik göğüslerini düşmana
siper edenler, senin genç evlatlarındır. Onlar sana ihanet
etmediler. Biz sana ihanet etmedik.”
O gün bu gündür İzmir, faşizme, gericiliğe ve emperyalizme
hiç aman vermedi; hiç ihanet etmedi.
70’li yıllarda sivil faşist hareketin İzmir’de kitle tabanı
bulamamasını tesadüfle açıklamak mümkün müdür?
Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin İzmir’i ele geçirmek
amacıyla, Tariş’in faşistleştirilmesi için düğmeye basmasına
karşı bütün bir kentin direnişe geçmesi ve faşistlerin
hevesinin kursağında kalması tesadüf müdür?
Tesadüf dersek eğer, Gültepe’nin Tariş direnişi için sokağa
dökülmesini, öğretmen İskender Gül’ün Gültepe’yi
savunurken katledilmesini nasıl açıklarız? Tesadüf dersek
eğer, Tariş direnişinin önde gelen isimlerinden Hıdır Aslan ve
İlyas Has’ın, 12 Eylülcüler tarafından darağacına
çıkarılmasının nedenini anlayamayız.
Hıdırları darağacına çıkaran, sendikaları kapatan, grevleri
yasaklayan 12 Eylülcüler, bir taraftan da cemaat
örgütlenmelerinin elini rahatlatmış, solun panzehiri olarak
düşündükleri gericiliğin önünü açmış, imam hatipleri cazibe
merkezi haline getirecek mevzuat düzenlemeleri
gerçekleştirmiş, din dersini zorunlu hale getirmiştir.
AKP’nin yükselişinin nedenini anlayamayanlar, devrimcilerin
kıyıma uğradı yıllara bakabilirler. İlyas Has, İzmir’den
koparılırsa, İzmir’in başına Binali Yıldırım musallat olur;
kaçınılmaz son budur.
Belki de İzmir’in, Binali Yıldırım şahsında gericiliğe karşı
gösterdiği direnişi, İlyas Has’tan küçük bir özür dileme olarak
anlamalıdır. Belki de, İzmir’in pek çok noktasına 8 Mart
vesilesiyle asılan “İstediğim zaman kahkaha atarım; sana ne”,
“gece yarısı sokakta dolaşır, gezerim; sana ne” afişlerini, kadın
hayatı üzerinden toplumu gericileştirme operasyonuna
direneceğine işaret saymalıdır.
Tariş direnişine ev sahipliği yapan, İskender Gül’ün, Hıdır
Aslan’ın ve İlyas Has’ın yaşadığı bir kentte faşizmin hüküm
sürmesi mümkün müdür?
Bunu mümkün kılmak isteyenlere karşı direnenlere selam
olsun; İskender’in, İlyas’ın, Hıdır’ın kardeşlerine ve
çocuklarına Tariş işçilerinin!
Fatsa düştü biz yenildik;
Kobane düşerse kim kazanacak?
Fatsa düştüğünde 12 Eylülcülerin kazanacağı belli olmuştu.
12 Eylül’den kısa bir zaman önce gerçekleştirilen Nokta
Operasyonu aslında Fatsa’nın nasıl bir tepki vereceğini
ölçmekten ziyade, devrimci hareketin ülke sathında açık
faşizme hangi ölçüde direniş sergileyeceğinin test edilmesiydi.
Fatsa’nın tavrı 12 Eylülcülerin elini rahatlattı. Fatsa,
egemenlerin korktuğunu yapmadı, geri çekildi; bir kısım insan
dağlara çıktı, daha büyük kesim ise tutuklandı. Bugünden
bakınca Fatsa’yı terk etme kararı doğruydu, değildi gibi bir
tartışma anlamsız gelebilir. Ancak söylenmeli ki 12 Eylülcüler
Fatsa’nın yarattığı moralle ülkeyi hallaç pamuğu gibi attı.
Tarihi varsayımlarla yeniden yazmaya kalkışmak doğru bir
yöntem olmasa da, kabul edilmeli ki Fatsa beklendiği gibi sert
bir direniş gösterseydi, belki de sıradan bir gün olacaktı 12
Eylül 1980.
Hâkim sınıflar neden bir başka yerde değil de Fatsa’da yaptı
12 Eylül’ün provasını? Fatsa iç savaş günlerinin en sakin
kentlerindendi. Neredeyse tek bir silah bile atılmıyordu.
Fatsa’da “anarşi” yoktu, dirlik düzenlik vardı. Günde 20-25
kişinin yaşamını yitirdiği iç savaş gerçeğinin 12 Eylülcüler
tarafından toplumsal meşruiyet için kullanılması Fatsa için
geçerli değildi; kentte kimsenin burnu bile kanamıyordu.
Fatsa’nın sol tarih açısından tartışılmaz bir yeri
bulunmaktadır. İz bırakmıştır. Bugün dahi sosyalizm
tartışmalarının değişmez örneği olarak gündemin ilk sırasında
kendine yer açmaktadır. Sadece Fatsa mı? ODTÜ ÖTK,
Yeraltı Maden İş örnekleri de öyle. Liste daha da uzatılabilir
mi? Pek sanmıyorum.
Sosyalizm bir pasta ise Fatsa pastanın ne leziz dilimiydi,
devrimcilerin gelecek tasavvurunun görünür haliydi, alternatif
yaşam örneğiydi. Hâkim sınıfların ilgi alanına girmesi de bu
nedenleydi. Fatsa’yı teslim almak, emekçilerin geleceğini
karartmak, devrimcilerin inandırıcılığını yok etmek olacaktı ki
12 Eylülcüler bu küçük kente vurmak için en ufak bir tereddüt
göstermedi. Biz tereddüt ettik, onlar etmedi.
Görüyoruz, Kobane için kimse tereddüt içinde değil. Ne IŞİD
ne de Kürtler. IŞİD bütün gücüyle yükleniyor Kobane’ye,
Kürtler var güçleriyle direniyor.
Kobane neden önemli? Fatsa neden önemliyse, Kobane de bu
nedenle önemli. Kobane’nin nasıl yaratıldığına dair gerçekler
biliniyor elbette. Emperyalistlerin kışkırttığı Suriye iç
savaşının zincirleme sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuzun
farkındayız. Kobane yaşam tarzı çatışması değil alan savaşı da
olabilir. Bütün bunlar Kobane’nin alternatif bir yaşam olduğu
gerçeğini değiştirmez.
Ne için alternatif, nasıl bir alternatif bu ayrı bir konudur; tıpkı
Fatsa’yla ilgili farklı değerlendirmeler olduğu gibi.
Fatsa yenildi ancak iz bıraktı; savaş nasıl sonuçlanırsa
sonuçlansın Kobane şimdiden tarihe geçti.
Fatsa yenildi ancak hep masum kaldı. Kobane’nin masumiyeti
antiemperyalizmle sınanacak.
Bekleyip göreceğiz.
Fatsa sadece Fatsa değildi;
Suriçi de sadece Suriçi değildir
Az kişiyiz; kimin ne dediğini, kimin ne yaptığını biliyoruz.
Kimin ne yapmadığından, kimin ne söylemediğinden
hareketle, kafaların arkasında yatanı hissediyoruz.
Şurada biz bizeyiz. Yani söylenenlerin “bahane” olup
olmadığını ayırt edecek yaşa, başa sahibiz.
Kırk kişiyiz; kırktan kaçının kafasının içinde kaç tilki dolanır,
onca tilkinin kuyruğu nasıl olur da birbirine değmez biliriz.
Maharetli olduğumuz kesindir. Yasak savmanın, dostlar
görsün diye alışverişte arz-ı endam etmenin üstadıyız.
Lakin bu defa, her zamanki cinlikle durumu idare etmenin çok
ötesinde bir vahametle karşı karşıyayız. Bu defa korkarım, cin
fikirli olmak, yapıyor gibi görünmek kâfi gelmeyecek; öyle
olduğuna kendimizi ve çevremizi ikna etsek bile, “Suriçi”
direnişçilerini inandırmamız mümkün olmayacak.
Şart mı peki bu? “Suriçi” direnişi bizsiz kifayetsiz mi kalacak?
Evet şart. Gezi İsyanı’nda Kürtleri ikna etmemiz nasıl
şarttıysa, “Suriçi” direnişinin bizleri ikna etmesi de o kadar
şart.
Kürtleri ikna edememek nasıl bir kilitlenmeye yol açtıysa,
“Suriçi” direnişini de aynı tehlike beklemektedir.
Bir farkla.
O fark, aslında Fatsa ile Sur arasındaki farka ve benzerliğe
işaret etmektedir.
Bildiğim, bu toprakların ilk özyönetim deneyiminin Fatsa’da
gerçekleştiğidir. Bu, Fatsa’yla Sur’un benzerliğidir.
Fatsa yenilmiştir, “Suriçi” direnmektedir. Bu da Fatsa’yla
Sur’un farkıdır.
Fatsa’nın niye yenildiğine, Sur’un nasıl direndiğine ilişkin bir
çift söz söylemek gerekirse, şudur: Fatsa’nın arkasındaki
siyasi irade, o gün, “özyönetimin” arkasında duramamış,
“mevcut koşullar”, “mevcut güçler dengesi”, “insan kaybı
ihtimali” gibi gerekçelerle, gelecek güzel günlerin nüvesi ilan
edilen Fatsa savunulamamıştır. Aylar öncesinden, bir askeri
darbenin geleceğini kestirmek, lakin devletin Fatsa’da
darbenin küçük bir provasını yapacağını görememek ya da
görülse bile gereğini yerine getirememek açık ki 12 Eylül’ün
cesaretlendiricisi olmuştur.
Fatsa’da dişe diş bir direnişle karşı karşıya kalan devletin yeni
bir hesap-kitap işine gireceği müneccimliğe hacet
bırakmayacak ölçüde berraktı.
Ne değişti peki? Hiçbir şey. Nokta Operasyonu ciddi bir
direnişle karşılaşmadan başarıyla tamamlandı ve 12 Eylül’le
başlayan o müthiş yenilginin ilk acısı Fatsa’da yaşanmaya
başladı. Binlerce insan evlerinden sorgusuz-sualsiz gözaltına
alındı, Nokta Operasyonu başladığında plansız-programsız
dağa çıkan insanlar 12 Eylül’ü takip eden günlerde katledildi.
Gerekçelerin dayanaklı olmadığı ve sonucu değiştirmediği acı
bir yenilgiyle öğrenilmiş oldu.
Fatsa’yı teslim alabilecek kudrete sahip devlete bir başka
odağın direnmesi mümkün değildi. Darbecilerin Nokta
Operasyonu ile test ettiği buydu.
Şu nokta açık ki, bugün Suriçi’nde test edilen de budur. Kürt
hareketi özyönetim ilan etmiştir ve iktidar bunu bastırmak
istemektedir.
Türkiye devriminin yönü
“Özyönetim ilanına” dair eleştiriler, bilelim ki, 70’li yıllarda
Fatsa ve dahi Direniş Komiteleri için de yapılıyordu.
Bilelim ki, Direniş Komiteleri’nin içeriğine ve onu hayata
geçiren devrimci harekete dair eleştiriler, ne yazık ki,
burjuvazinin nihai zaferini Fatsa ve Devrimci Yol üzerinden
ilan ettiği gerçeğinden daha yakıcı olmamıştır.
Bugün “Suriçi”ne ve dahi arkasındaki politik iradeye dönük
eleştiriler, Suriçi’nin teslim alınmasından daha vahim
sonuçlar doğurmayacaktır.
Fatsa yenildi, Türkiye düştü; “Suriçi” düşerse, Türkiye
yenilecektir.
Çünkü Fatsa’dan sonra Türkiye’ye 12 Eylül gömleği
giydirilmiştir. Suriçi’nden sonra Türkiye’yi neyin beklediği ise
açıktır.
“Suriçi” bizleri iki soruyla baş başa bırakmıştır. İlki, Suriçi’nin
arkasındaki politik iradeye dönük eleştirilerimiz, kıyıma
uğrayan bir halkın görmezden gelinmesine yol açar mı?
İkincisi, Türkiye solunun ses verecek mecali var mıdır? İlk
sorunun cevabı, siyasi değil vicdani ve insanidir. İkinci
sorunun cevabı ise Türkiye soluna egemen anlayışta
aranmalıdır.
Türkiye solunun salt “Suriçi hassasiyetiyle” büyümeyeceği,
hatta yerinde sayacağı, gerileyeceği gerçeği ortadadır.
Lakin ortada duran bir başka gerçek daha vardır: Türkiye
solunun, egemen sol anlayışın zincirlerinin kırıldığı, sınıfsal
barikatların oluşturulduğu, büyüme, gelişme, kitleselleşme
kanallarının açıldığı, Gezi’de sokağa çıkan milyonların
hassasiyetlerini de içeren sosyalist bir programın militan bir
tarzla hayata geçirildiği günleri çağırması gerekmektedir.
Bunun ruh çağırma seansına dönüşmesine izin vermemek
elimizdedir. Çünkü Gezi İsyanı, Anadolu topraklarında ilerici,
devrimci, laik bir damarın varlığını açığa çıkartmış, isyancılar,
Lice’de katledilen Medeni Yıldırım’ın ismini kalbine yazarak,
Türkiye devriminin yönünü tayin etmiştir.
Derdimiz “Fatsa pişmanlığının” “Suriçi pişmanlığına”
dönüşmemesidir. Çünkü Fatsa o gün sadece Fatsa değildi,
bugün de Suriçi sadece Suriçi değildir.
Devrimci Yol güzellemesi
Devrimci Hareket dergisi internet sitesinde, benim “Fatsa
sadece Fatsa değildi; Suriçi de sadece Suriçi değildir” başlıklı
yazıma, “Cehaletin böylesi Sur’a zarar Fatsa’ya da” başlıklı bir
yazıyla yanıt verilmiş.
Site yazarı bununla da yetinmemiş, yazısında 10 Ekim Ankara
katliamından sonra kaleme aldığım “Ölülerimizi burada
bırakıp nereye gidelim” başlıklı yazımı da hatırlatarak, “akıl
ve yürek çarpılmasına” uğradığım tespitinde bulunmuş. İki
konudaki yazdıklarım yan yana getirildiğinde ruh halime dair
psikiyatr edasıyla teşhis konulmuş: Cahil ve şımarığım.
Niye cahil olduğuma bakalım önce. Anladığım kadarıyla Fatsa
ile Sur arasında benzerlikten söz ettiğim için cahilim. Çünkü
vakti zamanındaki Fatsa’nın, bugünkü Sur gibi “özyönetim”8
deneyimi olduğunu yazmışım.
8 Özyönetim bir yönetim modelidir. Devletten, merkezi işleyişten bağımsızlığı ifade eder. İçerikten ve kimler tarafından hayata geçirildiğinden bağımsız ele alınmayı gerektirecek sosyolojik bir kavramdır. İçeriğine ve hedefine katılmamak onun bir özyönetim olmadığını göstermez. Lübnan’da Hamas’ın, Pakistan ve Afganistan’da Taleban’ın özyönetim uygulamaları vardır. Bu bağlamda, Sur’da özyönetim denenmiş ve yenilmiştir. Fatsa da özyönetim deneyimidir; keza o da yenilmiştir.
Keşke yazmayıp doğrudan alıntılarla işi halletseydim.
Dolayısıyla da site yazarının muhatabı ben değil Devrimci Yol
savunmasını kaleme alanlar olurdu. Böyle dedim ama site
yazarının şu sıralar böyle bir işe kalkışmayacağını bilmem
lazımdı!
Bakın Devrimci Yol Ana Davası savunmasında Fatsa nasıl
anlatılıyor: “Fatsa’da gerçek bir demokrasinin, gerçek bir halk
yönetiminin çekirdekleri atılmış, halk binlerce yıldır
kendilerini yönettiğini söyleyen sömürücülere-asalaklara
ihtiyacı bulunmadığını, kendi kendisini pekâlâ daha iyi
yöneteceğini fark etmeye başlamıştı.”
PKK liderlerinden Duran Kalkan kendisiyle yapılan
röportajda “özyönetim”le ilgili olarak şunları söylemiş: “O
halde bizde sorunlarımızı çözecek meclislerimizi oluştururuz.
Özyönetimlerimizi çıkartır ve kendi sorunlarımızı çözeriz.”
Cahil olabilirim, sakıncası yok. Ancak Fatsa’yı doğuran
koşullar ve Fatsa’nın arkasındaki politik irade ile Sur’u
yaratan koşullar ve arkasındaki politik iradenin farklı
olduğunu söylemeye gerek duymam. Bu, okuyanın aklıyla
dalga geçmektir. Site yazarı da bunu düşünebilseydi fena
olmazdı.
Kaldı ki yazımda, “Bildiğim, bu toprakların ilk özyönetim
deneyiminin Fatsa’da gerçekleştiğidir. Bu, Fatsa’yla Sur’un
benzerliğidir. Fatsa yenilmiştir, “Suriçi” direnmektedir. Bu da
Fatsa’yla Sur’un farkıdır.” demekle yetinmiş, Fatsa ve Sur
deneyimlerinin özüne dair kelam etmemiştim.
Anlaşılması açısından tekrar edeyim. Fatsa o gün devrimci
hareketin yarattığı bir değerdi. Sur da bugün, yaratanlar
açısından aynı öneme sahip. Buradaki fark, Devrimci Yol
kendi yarattığı değerin devamlılığını sağlayamadı; Sur ise
direniyor.
Konu bu kadar açık ve nettir.
1970’li yılların ikinci yarısında yükselen antifaşist halk
direnişinin simge yerlerindendi Fatsa. 12 Eylülcüler, devrimci
hareketin askeri darbeye karşı vereceği tepkiyi Fatsa’ya
saldırarak test etmiş, ne yazık ki test, kendileri açısından
olumlu sonuç vermişti.
Şu bir varsayım mıdır, hiç sanmam: Fatsa’da, yaratılan algıya
uygun bir direniş sergilenseydi, tarih farklı yazılacaktı.
İddia edilen nedir, site yazısından anlayabilmiş değilim.
Fatsa yenilmemiş midir? Nokta Operasyonu ve devamındaki
12 Eylül operasyonları başarılı olmamış mıdır?
Birbirimizi kandırmayalım arkadaşlar. Şu veya bu nedenle
Fatsa direnmemiştir. Fatsalı devrimciler kenti terk ederek
kırsal alana çekilmiştir. Devamında 12 Eylül’ün devreye
soktuğu aygıtlar karşısında kırdaki direniş de nihayete
ermiştir. Bu zaman zarfında devrimci hareket çok sayıda
insanını yitirmiştir.
Yine alıntı yapayım da, site yazarı kime ne diyecekse desin!
Oğuzhan Müftüoğlu, “Bitmeyen Yolculuk” kitabında Nokta
Operasyonunu söyle anlatıyor: “İstanbul’da ‘Nokta
Operasyonu’ için askeri sevkiyatı ve kuşatmayı haber aldığımız
zaman, ne yapmalıyız meselesini yeniden konuştuk. Sedat
(Göçmen), Karadeniz’deki arkadaşların kıra çekilme kararı ve
askerin ilçeye girişini engellememe görüşünde olduklarını
anlattı. O şekilde karar almışlar. (…) hayır diyebilirdik belki.
Ama öyle bir şey söylemedik. Bizim kararımız da bu
doğrultuda oldu. Bölgedeki arkadaşların, tabii Fikri (Sönmez)
ile birlikte aldıkları karara karşı bizim farklı bir karar dikte
etmemiz doğru olmazdı.”
Aynı konuda “Fırtınalı Denizin Yolcuları” kitabında Sedat
Göçmen ise şu ifadeleri kullanmış: “Bazı sol gruplar, Devrimci
Yol’un Fatsa’da direnmediğini, direnemediğini söyler.
Karadan, havadan ve denizden kuşatılmış bir Fatsa’da onların
ifade ettiği türden bir direniş, katliam nedeni olurdu ve biz
buna fırsat tanımadık. En az kayıpla bu saldırıyı atlatmaya
çalıştık.”
Şimdi bugünden geriye bakarak, insanların hayatı üzerinden
ahkâm kesmek çok ahlaki değil ancak hatırlatılmalıdır ki
sadece Devrimci Yol değil, bütün devrimci hareketler 12
Eylül’de büyük kayıplar verdi. Fatsa’daki “az kayıp”, Fatsalı
devrimcileri de içerecek şekilde büyük kayıplara yol açtı.
Şimdi bir hatırlatma daha yapalım ki Fatsa ile Sur’un
benzerliklerinden sonra farklılığı da anlaşılır olsun. Sur tıpkı
Fatsa gibi denizden olmasa da karadan ve havadan kuşatılmış
durumda; büyük kayıplara rağmen yarattığına sahip çıkıyor.
Bu “şımarıklık” devam ederse canımız daha yanar
Sanırım “şımarıklık” konusu 10 Ekim katliamı sonrası kaleme
aldığım yazıda site yazarının söz ettiği, “o kanlı meydanda
bulunan devrimcileri, yaralılara yardım vb. konularda önem
sırasına sokmam”dan kaynaklı.
Site yazarının anlaması açısından 10 Ekim yazısındaki
vurguyu bir kez daha tekrarlamakta fayda bulunuyor.
Kim alınırsa alınsın, kim ne sonuç çıkarırsa çıkarsın;
Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç katliamlarından, HDP bürolarına
yapılan saldırılardan sonra, seçime 20 gün kala ve AKP-seçim
ilişkisi üzerine yapılan onlarca değerlendirmeye ve İŞİD
gerçeğine rağmen, öyle bir mitingi düzenlemek, karar
verildikten sonra en küçük bir güvenlik önlemi almamak,
“alalım” diyenleri susturmak, derecesi ve şekli ne olursa olsun
mitinge bir saldırı olabileceği öngörüsünde bulunmamak,
öngörü olmadığı için saldırı anı ve sonrasına dair herhangi bir
plan yapma gereği duymamak kelimenin tam anlamıyla halt
etmektir. Ve bu halt edilmiştir. İşin vahametinin farkında
değiliz sanıyorum. Katliamın politik sonuçları bir tarafa, yüz
arkadaşımız katledildi; onlarca arkadaşımız yaralandı.
Bir Allahın kulu da çıkıp özür dilemedi; mitingin düzenleyicisi
olmadığı halde bir tek Selahattin Demirtaş özür diledi.
Saflarımızı fena halde etkisi altına alan bireysellik (bunu
liberal eğilim diye de okuyabiliriz) böyle bir şey sanıyorum:
“Ben de oradaydım, yaralı taşıdım”, “doktorum, yaralılara
müdahale ettim”, “birey olarak incindim” falan.
Bu ruh halini geçemezsek, daha çok öleceğimizin bilinmesi
gerekir. Evet, site yazarının dediği doğru. Yalnızca dediği gibi
katliam alanında kalan devrimcileri sıralamadım ama
haklarını teslim ettim. Çünkü bu hak teslimi, örgütlü
mücadeleye, devrimcilerin sorumluluklarına ve ülke gerçeğine
yapılan vurgudan ibaretti. Tek tek bireylerin üzülmesi,
canının yanması, canhıraş koşturmasını yok saymak değil.
Turuncu önlüklü gençlerin katliamdan sonra alanda
hâkimiyet kurması, polisle cebelleşmeden yaralıları taşımaya
kadar, alandaki işleri kotarmaya çalışması, asgari örgütlü hali
gösteriyordu ki, Halkevleri kortejinde yüzlerce genç kortej
güvenliğini almak üzere görevlendirilmişti. Alandan görüntü
veren TV’lerin ekranlarında çok sayıda turuncu önlüklü genç
görünmesinin nedeni buydu. Keşke miting düzenleyicileri o
gençlerin, toplanma alanında önlem almasını isteseydi; keşke.
Birbirimizi bir konuda daha kandırmayalım. Diğer illeri
bilmem ama Ankara’da en küçük ortak basın açıklamasından
ortak büyük mitinglere kadar hemen her etkinliğin öncesinde
tek belirleyici olan “siyasi iradenin” öngörüsüzlüğü ve
patlamadan sonra alanı terk etmesi üzerine bir çift söz
söyleyemeyeceksek, yıkılsın bu ortaklık!
Yüz arkadaşımız öldü. Yüz eve ateş düştü. Biz hiçbir şey
olmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz.
Örnek mi? Örnek o kadar çok ki. İşin tuhafı, asgari düzeyde
önlem alınmasını ısrarla savunan ve bunu hayata geçirmeye
çalışanların hakir görülmesi. Demek değişen bir şey yok;
egemen sol anlayış belirleyici olduğu sürece de değişen bir şey
olmayacak.
Demek devrimcileri “sıralamaya soktum”. Büyük bir acıyla
karşı karşıya bırakılan solu polemik konusu yaptım.
Bildiğim kadarıyla site, Devrimci Yol geleneğindendir. O
halde, Devrimci Yol dergisinin 1 Mayıs 1977 katliamından
sonra, 15 Mayıs 1977 tarihli 2. sayısında yer alan ve daha önce
başka bir yazı vesilesiyle aktardığım bölümü bir kez de buraya
alayım: “Şimdi, Bir Mayıs katliamının, kanlı faşist terörün ve
diğer faşist saldırı ve cinayetlerin yaratabileceği teslimiyet ve
yılgınlık eğilimlerine karşı mücadele edilmelidir.
Şehitlerimizin mücadele anılarından alacağımız bir taze hınç
ve inançla, emekçi yığınlara yeniden faşizme karşı devrimci
mücadele azmini taşımalıyız. Bir Mayıs üzerine yürütülen
faşist demagojiyi kitleler içinde geçersiz hale getirmeliyiz.
Provokasyona alet olan Marksizm dışı akımları ağır tarihi
sorumlulukları ile teşhir etmeli, olay karşısında oligarşinin
dilini kullanan ve onların tavrını takınan sözde solcuları
mahkûm etmeliyiz.”
Yaşadığımız günler bu oranda net olmayı gerektirmektedir.
Devrimci Yol, egemenlerin katliam yapmak için ihtiyaç
duyduğu provokasyona alet olan solcuların yakasına
yapışmıştır.
Biz birbirimizin yakasına yapışmaz ve aynı zamanda gereğini
yerine getirmezsek, canımız daha çok yanacaktır.
Küçük iktidarlarımızı sağlamlaştırmak, yapıştığımız
koltukları bırakmamak, en küçük muhalif sese tahammül
edememek, eleştirileri bastırmak… Tercihimiz buysa ki böyle
olduğu anlaşılıyor, yıkılsın bu düzen!
Başlık Devrimci Yol davasında Melih Pekdemir’in son
sözlerinden alıntıdır. Pekdemir, “Devrimci Yol güzellemesi”
kavramını, felsefi anlamda kullanmıştır. Ancak bu kullanımın
anlaşılmadığı görülmektedir. Site yazarı, hemen her anını
ezbere bildiğimiz Fatsa ile ilgili gerçeklikten uzak “güzelleme”
yapmaktadır.
Tekrar ederek yazıyı sonlandırayım: Fatsa yenildiği için 12
Eylül başarılı olmuştur. Sur için sonrasına ilişkin varsayımda
bulunmak yanlış olacaktır.
Fatsa-Sur tartışması
ve Deli Gaffar’ın nezaketi!
Seveni sevmeyeni vardır elbette. Hangimizin yok ki? Şahsına
münhasırdır; görüşlerine katılmayanlarda bile merak
uyandırması bu nedenledir. Uzun süre cemalini halktan
gizlemiş, kim olduğuna dair tevatüre yol açmıştır. Bildiğim, ilk
kez Halk TV’de görünmüş, yazılarıyla cemali arasında bağ
kurmamızı kolaylaştırmıştır. Yine de denebilir ki, yazılardan
karakter tahlili yapmanın hem yapan hem de yazan için yol
açacağı hoş sürprizlerden bizi ve kendini mahrum bırakmıştır.
Kalemi sivridir, görüşleri serttir, her satırında kararlı
olduğunu hissettirmektedir. Lakin bunları yaparken,
nezaketinden asla vazgeçmemektedir. Bu daha çok “halkın
dostları” için geçerlidir doğal olarak, özellikle hassasiyeti
dahilindeki konulardaki muarızlarına karşı tavizsiz tavır
sergilemekte, adeta dilin kemiği olmadığını kanıtlamaktadır.
Zekâsını ve nezaketini kullanma yeteneği, iyi yazar olduğunu
göstermektedir.
Fatsa Belediye Başkanı Terzi Fikri’nin ölüm yıldönümü için
kaleme aldığı, “Fatsa, Devrimci Yol, Özyönetim PKK…”*
başlıklı yazısı bütün özelliklerinin toplamını resmetmektedir.
Sadece yazısına değil, yazısına gelen tepkilerle ilgili beni
Top Related