VII. BİYOLOJİK ANTROPOLOJİ SEMPOZYUMU · Alt Paleolitik’in geç Acheulian dönemine ait...
Transcript of VII. BİYOLOJİK ANTROPOLOJİ SEMPOZYUMU · Alt Paleolitik’in geç Acheulian dönemine ait...
VII. BİYOLOJİK ANTROPOLOJİ SEMPOZYUMU
23 – 25 EKİM 2019 DİL VE TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ, ANKARA
BİLDİRİ ÖZETLERİ
18th Congress of the European Anthropological Association
VII. Biyolojik Antropoloji Sempozyumu
23 – 25 Ekim 2019 - Ankara
Onursal Başkanlar Erksin Güleç - Ankara Üniversitesi
Metin Özbek – Hacettepe Üniversitesi
İhsan Çiçek - Ankara Üniversitesi
Sibel Bozbeyoğlu - Hacettepe Üniversitesi
Düzenleme Kurulu İsmail Özer – Ankara Üniversitesi
Yılmaz Selim Erdal – Hacettepe Üniversitesi
Mehmet Sağır – Ankara Üniversitesi
Başak Koca Özer – Ankara Üniversitesi
Serpil Eroğlu – Hacettepe Üniversitesi
Ömür Dilek Erdal - Hacettepe Üniversitesi
Kameray Özdemir - Hacettepe Üniversitesi
Meliha Melis Koruyucu - Hacettepe Üniversitesi
Ece Eren - Ankara Üniversitesi
Bilimsel Danışma Kurulu İzzet Duyar – İstanbul Üniversitesi
Ayşen Açıkkol Yıldırım – Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Derya Atamtürk Duyar – İstanbul Üniversitesi
Ecevit Barış Özener – İstanbul Üniversitesi
Cesur Pehlevan – Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi
Ahmet Cem Erkman – Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
İsmail Baykara – Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Handan Üstündağ – Anadolu Üniversitesi
Fatma Arzu Demirel – Mehmet Akif Üniversitesi
Başak Boz – Trakya Üniversitesi
Seçil Sağır – Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Serkan Şahin - Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
http://www.bioant.hacettepe.edu.tr/
VII. Biyolojik Antropoloji Sempozyumu 23 – 25 Ekim 2019 - Ankara
Program
23 Ekim 2019 Çarşamba (Farabi Salonu)
Açılış
1. Oturum: İnsan Evrimi ve Anadolu - I 2. Oturum: İskelet Biyolojisi
3. Oturum: İnsan Biyolojisi - I
24 Ekim 2019 Perşembe (Farabi Salonu)
1. Oturum: İnsan Evrimi ve Anadolu - II 2. Oturum: Spor Antropolojisi
3. Oturum: Demografi 4. Oturum: İnsan Biyolojisi – II
5. Oturum: Paleopatoloji Poster Sunumları
24 Ekim 2019 Perşembe (508 Nolu Salon)
1. Oturum: Büyüme ve Gelişme
2. Oturum: Zooarkeoloji – I 3. Oturum: Dental Antropoloji 4. Oturum: Gömü Gelenekleri
5. Oturum: Zooarkeoloji - II
25 Ekim 2019 Perşembe (Farabi Salonu))
1. Oturum: Genel Konular 2. Oturum: Arkeometri
3. Oturum: Paleopatoloji Kapanış
VII. Biyolojik Antropoloji Sempozyumu 23 - 25 Ekim 2019 - Ankara
Sözlü Bildiriler 23 Ekim
2019 İNSAN EVRİMİ VE ANADOLU - I
Başkan: Yılmaz Selim Erdal
Kurutlu Antropolojik Kazısı
Ahmet Cem Erkman
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Miyosen dönem boyunca Afrika ile Avrasya arasında kurulan kara bağlantıları Anadolu’yu hominoid yayılımı açısından önemli coğrafik bölgelerden birisi durumuna getirmiştir. Geç Miyosen dönem Doğu Akdeniz bölgesinin özellikle primatlar ve diğer memeliler için uygun bir çevre koşulu sağladığı söylenebilir. Bu bağlamda Kurutlu lokalitesi Avrasya paleobiyostratigrafik çalışmaları açısında yeni ve önemli bir formasyon olarak dikkatleri üzerinde toplamaktadır.
Kurutlu lokalitesi Kırşehir İli, Kaman İlçesi, Kurutlu Köyü, Lodalı Tepesi mevkiinde Hirfanlı Barajının yanında yer almaktadır. Fosiller genellikle bu Kızılırmak formasyonunun alüvyon ağırlıklı akarsu ve göl ortamı çökelleri içinde bulunmaktadır. Fosiller genel olarak kaliş ve kalker yumrularının gelişmiş olduğu paleosol seviyelerinde görülmektedirler. Bu durum fosillerin her hangi bir çamur ya da önemli bir akıntıya maruz kalmadıklarını yani yerinde gömüldüklerinin önemli bir göstergesidir.
Kurutlu lokalitesi hominoid genus/genusları vermesi açısından büyük bir önem arz etmektedir. Kurutlu fosilleri bu dönemde evrimsel sürecin nasıl geliştiğine dair muazzam miktarda bilgi sağlayacak olması bu projenin önemini daha da artırmaktadır ve yeni bulguların Anadolu’yu içine alacak yeni bir taksonomik pozisyona oturtacağı kesin gibidir. Kızılırmak havzası dünya paleoantropologlarının dikkatini çekmekte ve kazılardan elde edilecek sonuçlar merakla beklenmektedir. Avrupa ve Asya omurgalı faunasının birinden diğerine olan göçlerinin hangi yollardan yapıldığının anlaşılması açısından da Kurutlu büyük önem taşımaktadır. Kurutlu lokalitesinde keşfedilen primat ailesine ait birçok cranial ve postcranial parçalar şimdiye kadar nesli tükenmiş hominoidlere ait bulunabilen en eksiksiz fosil parçalarını oluşturması açısından bu türler hakkında birçok ipucu vermesi beklenmektedir.
Kurutlu lokalitesi bugünkü Kızılırmak’ın taşkın alüvyonlu geniş ovalıklarına az ya da çok benzer bir ekolojik ortamı işaret etmektedir. Sediman içerisinde CaCO₃ bulunması, dönemin kurak-yarı kurak bir iklim hâkimiyetinde olduğunu gösteren önemli bir göstergedir. Geç Miyosen dönemine tarihlendirilen Hominoidea, Giraffidae, Rhinocerotidae, Proboscidae, Rodentia, Hyaenidae, Felidae, Equidae, Bovidae, Cervidae, Testudinidae ve Suidae ailelerine ait fosiller başlıca Kurutlu faunasını oluşturmaktadır.
Sivas Paleolitik Kültürleri
Ayşen Açıkkol Yıldırım, İsmail Baykara, Sercan Acar, Faruk Ay
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Az sayıda arkeolojik araştırma dışında Sivas’ın paleolitik dönemdeki insan varlığına ilişkin hiçbir
veri bulunmamaktadır. Bu konuya ışık tutmak amacıyla 2016 yılında TC Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın izni ile 5 yıllık bir yüzey araştırmasına başlanmıştır. Bu çalışmanın amacı Sivas’ta
paleolitik dönemdeki insan varlığını araştırmak, paleolitik kültürleri tanımlamak ve kayaaltı
sığınakları, mağaralar ve hammadde kaynaklarını belirlemektir.
2016-2018 yılları arasında Sivas’ın Kangal ve Divriği ilçelerinde yüzey araştırmaları
gerçekleştirilmiştir. Hafik-İmranlı arası da kısa süreli araştırma ile incelenmiştir. Her iki ilçede
de alt ve orta paleolitik dönemlere ait buluntulara rastlanmıştır. Divriği’de volkanik kayaçların
kullanıldığı Alt Paleolitik endüstrisi, Afrika’nın MOD 1 endüstrisine benzerlik göstermektedir.
Kangal’da alt ve orta paleolitik kültürlerin varlığı keşfedilmiştir. Kangal birincil çakmaktaşı
kaynaklarına sahiptir ve buradaki orta paleolitik atölyeleri çok zengindir. Kangal alt paleolitiği
şimdilik çok az sayıda çakmaktaşı alet ile karakterizedir. Her iki ilçede de prehistorik çökellere
sahip mağara ve sığınak bulunamamıştır. Hafik-İmranlı arasındaki bölgeler ise çok jipsli ve çorak
bir toprak yapısına sahiptir. Bu alanda çok sayıda kültür varlığı yer alsa da, paleolitik kültürler
açısından önemli bir bulguya rastlanmamıştır.
Sivas günümüzde bile doğu-batı ve kuzey-güney yollarının kesiştiği stratejik bir konumda yer
almaktadır. Paleolitik dönemde de Sivas’ta insanlar yaşamışlar, birincil çakmaktaşı ve volkanik
hammadde kaynaklarını kullanmışlardır. Muhtemelen bu bölge Malatya-Maraş ve Batı Anadolu
arasındaki önemli bir geçiş bölgesidir. İnsan davranışları arasında da önemli bir farklılık göze
çarpar. Orta paleolitik aletlerinin tümü çakmaktaşından üretilmiştir. Alt paleolitikte ise
çoğunlukla volkanik kayaçlar tercih edilmiştir. Divriği-Kangal-Malatya sınırında yer alan
volkanik Yama Dağı kökenli volkanik kayaçlar hammadde açısından bölgedeki eski insanlara
geniş bir seçenek listesi sunmuştur. Tüm çabalarımıza rağmen obsidyen kaynaklarına ve
obsidyenden üretilmiş aletlere ulaşılamamıştır. En çok andezit ve bazalt gibi işlenmesi görece
kolay kaynaklar tercih edilmiştir. Elde ettiğimiz sonuçlar Neolitiği bile çok az bilinen Sivas’ın
tarihini yaklaşık 1 milyon yıl öncesine indirmiştir.
Geç Acheulian Dönemde Anadolu’nun En Eski Açık Alan Yerleşimi: Gürgürbaba
Tepesi Doğal Yapı Alanları
İsmail Baykara
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Anadolu’daki fosil insan varlığını ve insanların Afrika’dan Avrasya’ya yayılım alanlarını ortaya
koymaya yönelik gerçekleştirilen araştırmada, Van ilinin arkeolojik açıdan kilit bir noktada yer
aldığı ortaya konulmuştur. Coğrafik olarak Doğu Anadolu Bölgesi, Asya’ya açılan doğal bir kara
köprüsüdür ve Paleolitik dönemlerde insanların Doğu Anadolu’dan Asya’ya veya tam tersi yönde
olan göç hareketlerinin incelenmesi açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu kapsamda Van İlinde
gerçekleştirilen araştırmalar sırasında Erciş’in, Ulupamir Köyü’nün hemen kuzeyinde yer alan ve
Gürgürbaba Tepesi olarak isimlendirilen alanda Paleolitik Çağ’a ait çok sayıda yontmataş alet
bulunmuştur ve insanların yerleşmek amacıyla kullandıkları yapılar tespit edilmiştir. Bu
çalışmada 2017-2018 yıllarında Gürgürbaba Tepesi’nde gerçekleştirilen kazı çalışmalarının
sonuçları tartışılacaktır.
Gürgürbaba Tepesi kazı çalışmaları sonucunda yontmataş aletlerin arasında el baltaları, iri
yonga ve dilgiler, iri kesici aletler, Levallois olan ve olmayan yongalama ürünler, düz yonga ve
dilgi gibi kalıntılar tespit edilmiştir. Yontmataş aletlerin teknolojik-tipolojik özellikleri açısından
Alt Paleolitik’in geç Acheulian dönemine ait olduğunu belirlenmiştir.
Sonuç olarak bu kanıtlar ışığında, Gürgürbaba Tepesi’nin Orta Pleistosen dönemin ortalarından
itibaren (Oksijen izotop 12) Paleolitik dönem insanları tarafından iskan edildiği
düşünülmektedir. Burada tespit edilen yontmataş aletlerin, Geç Acheulian dönemde Levant ve
Güney Kafkasya’daki örneklere benzer olduğu belirlenmiştir. Ayrıca, yontmataş alet çalışmaları
Gürgürbaba’daki hominin varlığının yalnızca zengin obsidiyen kaynaklarının kullanılmasına
yönelik olmadığını ortaya koymuştur. Çok sayıdaki el baltaları ve düzeltili aletler, bu alanın
yontmataş alet üretim yerinden ziyade bir yerleşim düzenini yansıttığını göstermiştir. Ayrıca,
kazılar sayesinde in situ Geç Acheulean buluntuları olan bir yerleşim alanı da belgelemiştir. Bu,
Türkiye’de ilk belgelenmiş Paleolitik açık hava yerleşimidir ve Avrasya’daki az sayıdaki
alanlardan birisidir.
2017-2019 Yılları Ankara İli Miyosen ve Pleistosen Dönem Yüzey Araştırmaları
Mehmet Sağır, İsmail Özer, İsmail Baykara, Seçil Sağır, Serkan Şahin, Sibel Önal, Ayşegül
Özdemir, Ece Eren, Berkay Yaşar
Ankara Üniversitesi
Anadolu’nun coğrafi konumu itibari ile Paleolitik dönemden günümüze insanlar tarafından iskan
edildiği ve birçok uygarlığa ev sahipliği yaptığı bilimsel araştırmalar sonucunda ortaya
konulmuştur. Yapılan her yeni araştırma yeni bulgu ve buluntuları da gün ışığına çıkarmaktadır.
Türkiye’nin başkenti olan Ankara çevresinde yapılan araştırma ve arkeoloji kazılar sonucunda
Paleolitik dönemden kalma taş aletlerin ortaya çıkarılmış olması, kentin geçmişinin yazılı
tarihten çok öncelere uzandığını göstermektedir. Araştırmaların amacı, Ankara ili Miyosen
dönem çökellerinde yer alan fosil lokalitelerinin ve Pleistosen dönem tarihöncesi insanlarına ait
buluntuların araştırılmasıdır.
Türkiye’de, tarih öncesi insan hareketleri ve izlerini sürmek amacıyla Ankara ve çevresinde
gerçekleştirilen 2017-2019 yılı araştırmalarında Paleolitik döneme ait yeni buluntular ve alanlar
tespit edilmiştir. Ankara’nın Elmadağ, Gölbaşı, Bala, Kalecik, Çankaya ve Kahraman Kazan, Ayaş
ve Gölbaşı ilçelerinde gerçekleştirilen araştırmalarda, tipolojik olarak Alt ve Orta Paleolitik
döneme ait olan çok sayıda iki yüzeyli alet, çekirdek, Levallois uç, kenar kazıyıcı, dilgi ve yonga
gibi buluntulara ulaşılmıştır. Ayrıca bu araştırmalarda Miyosen dönem memeli fosillerini
barındıran yeni lokaliteler de tespit edilmiştir.
23 Ekim 2019
İSKELET BİYOLOJİSİ Başkan: Ahmet Cem Erkman
İnsan Dişlerindeki Sıra Dışı Aşınma Üzerine Prehistorik Anadolu Topluluklarında
Bir İnceleme
Yılmaz Selim Erdal
Hacettepe Üniversitesi
İnsanlar, gündelik yaşamlarında çeşitli işlerde ellerini kullanmakla birlikte bazen daha fazla
nesneyi kavramak isteği gibi nedenlerle daha fazla organ, alet ya da ele ihtiyaç duyarlar. Dişlerin
yapılan işler, meslekler ya da alışkanlıklar, daha genel anlamıyla beslenme dışı aktivitelerde bir
araç gibi olarak dişlerin kullanımı hemen her toplumda görülür. Bu çalışma Anadolu’da
beslenme dışı aktivitelerde dişlerin kullanımını ele almaktadır. Çalışmada, alet teknolojisinde
meydana gelen gelişim ile dişlerin bir üçüncü el gibi kullanımı arasında ne gibi bir ilişki
olduğunu çözümlenmeye çalışılmaktadır.
Anadolu’nun farklı bölgelerinden, Erken Neolitik’ten Tunç Çağı’nın sonuna kadar 15 farklı
arkeolojik buluntu merkezinden 600 birey, dişlerde sıra dışı aşınmalar, bunların biçimi,
yönelimi, yaşa ve cinsiyete göre dağılımın açısından değerlendirilmiştir.
Dişlerin taçları ve diş aralarındaki çeşitli yönelimli çentik, oluk ya da farklı biçimlerdeki
aşınmalar, avcı-toplayıcı-balıkçı yaşam biçimine sahip erken Neolitik topluluklarda nüfusun
neredeyse yarısında gözlelenmektedir. Sıklık avcı-toplayıcılıktan tarıma geçişte azalmaktadır.
Ancak Çanak-Çömlekli Neolitik ve Kalkolitik topluluklarda hiç de azımsanmayacak ölçüde diş
kullanımı gözlemlenmektedir. Dişin bir alet gibi kullanımında görülen azalma, en belirgin Tunç
Çağı topluluklarında kendini göstermektedir. Sıra dışı diş aşınmaları kullanımı her iki cinsiyette
yaygın olduğu gözlemlenmekle birlikte, aşınmanın biçimi cinsiyetlere göre farklılaşmaya
başlamaktadır.
Avcı-toplayıcı-balıkçı erken Neolitik topluluklarından tarıma ve yoğun tarıma geçişte dişlerin bir
araç gibi kullanımının bireylerdeki kullanılan dişlerin sayısı ve aşınma biçimlerinde önemli
değişim gözlemlenmiştir. Ancak, en büyük değişim madenin gündelik yaşamda daha etkin
kullanıldığı Geç Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı topluluklarında gözlemlenmiştir. Bu değişimin
nedenleri arasında hammaddenin farklılaşması, teknolojik gelişim ve sosyal tabakalaşmanın
artışı ile ilişkili görünmektedir. Madenin gündelik aktivitelere daha sık kullanımı ile birlikte dişin
nesneleri ısırma, ıslatma, bir kerpeten gibi tutma ihtiyacı da, bazı meslekler dışında, giderek
önemini yitirmiştir.
Uğurlu / Gökçeada’da Bir Çukur Mezar
Başak Boz
Trakya Üniversitesi
Gökçeada’da yer alan Uğurlu yerleşim yeri M.Ö 7.bin ve 6.bin’e tarihlenen tabakalar
içermektedir. M.Ö 5500-4900 tarih veren Kalkolitik dönem tabakasında, özel ev olduğu
düşünülen yapının avlusunda ve onu izleyen açık alanda 35 adet çukur bulunmuştur. Çeşitli
büyüklüklerde olan bu çukurların büyük kısmının içi sıva ile kaplanmıştır. Bilinçli olarak taş,
hayvan kemiği ve kırık seramik parçalarıyla doldurulan bu çukurlardan bir tanesinde farklı
yaşlardaki bireylere ait 12 adet iskelet bulunmuştur. Anadolu’da Domuztepe haricinde örneği
bulunmayan bu çukur mezarın yerleşimdeki ölü gömme adetlerinin bir parçası olup olmadığı
sorgulanmıştır. Bu çalışada bu çukur mezar ve içeriğinin incelenerek Batı Anadolu’da ve
adalarda M.Ö. 6. binde yaşamış olan topluluklara ait ölü gömme adetlerine ilişkin bilgiler elde
etmek amaçlanmıştır.
Çukur mezarın içinde bulunan ve kazısı tamamlanan 10 iskeletin biyoarkeolojik analizleri
yapılarak bağlamlarıyla birlikte değerlendirilmiştir. Çukurun kazısı henüz tamamlanmamıştır.
Hali hazırda çıkartılan iskeletlerin tümü birincildir ve bir tanesi hariç anatomik bağlantılarını
korumaktadır. 10 adet bireye ait iskeletlerden 5 ‘i kadın, 2’si erkek, 3 tanesi ise cinsiyeti
yapılamayacak kadar genç bireylere aittir. Bu bireylerin yaş dağılımları, 3 çocuk, 1 adölesan, 1
genç erişkin, 5 orta erişkin olarak belirlenmiştir.
M.Ö. 6. bine tarihlenen çukur mezarın içinde bulunan bireylerin yatış pozisyonları ve
birbirleriyle olan ilişkilerinden yola çıkarak bu bireylerin çukur içine gömülmedikleri, birbiri
ardına atıldıkları sonucuna varılmıştır. Her bireyin ardından atılan irili ufaklı taşlar ve kayaların
etkisiyle son derece kırıklı olan iskeletler üzerinde kurban töreni olduğunu kanıtlayacak izler
bulunamamıştır. Ancak, tüm mezar bütün buluntuları ile değerlendirildiğinde bunun normal bir
gömü adetinden daha çok kurban töreni olma olasılığı akla yatkın görünmektedir.
Kültepe Geç Roma Dönemi İskelet Topluluğunda İskorbüt ve Olası Nedenleri
Handan Üstündağ
Anadolu Üniversitesi
Arkeolojik kazılar, Tunç Çağı’nda önemli bir kent yerleşimi olarak bilinen Kültepe, Kaniş’te
Helenistik ve Roma dönemlerinde de bir yerleşimin bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Helenistik
ve Roma dönemlerine ait çeşitli mimari kalıntıların yanında Aşağı Şehir adı verilen alanda bir de
nekropol bulunmuştur. Bu nekropolde gerçekleştirilen kazılarda açığa çıkartılan mezarların bir
kısmının Helenistik döneme bir kısmının da Geç Roma/Erken Bizans dönemine ait olduğu
düşünülmektedir. Bu çalışmada Geç Roma/Erken Bizans dönemine ait mezarlarda bulunan insan
iskelet kalıntıları topluluğun sağlık ve beslenme yapısını anlayabilmek için paleopatolojik açıdan
incelenmiştir. Çalışmanın amacı, incelenen iskelet kalıntılarında sıklıkla gözlemlenen cribra
orbitalia, periostal reaksiyonlar, endokranyal lezyonlar, çene kemiklerinde ve sphenoid
kemiklerde belirgin gözeneklenme gibi kemik değişimlerinin sebebini belirlemektir.
Geç Roma/Erken Bizans dönemine ait mezarlarda bulunan minimum birey sayısı 95’tir. Bu
topluluğun % 46’sı erişkin yaşın altındaki bireylerden oluşmaktadır. Çalışmada çocuk ve erişkin
bireylere ait iskeletlerdeki lezyonlar, paleopatolojik ve klinik literatür esas alınarak
gözlemlenmiş ve sınıflanmıştır.
Toplulukta çok yüksek oranda cribra orbitalia, uzun kemiklerde periostal reaksiyonlar ve
endokranyal lezyonlara rastlanmıştır. Özellikle bazı çocuk iskeletlerinde çene kemiklerinde ve
sphenoid kemiklerde de belirgin gözeneklenme tespit edilmiştir. Söz konusu kemik
değişimlerinin C vitamini eksikliğine bağlı iskorbüt hastalığının özellikle çocuk iskeletlerindeki
göstergeleriyle örtüştüğü düşünülmektedir. Bu hastalığın temel sebebi taze sebze ve meyve
bakımından yetersiz bir beslenmedir. Söz konusu dönemde İç Anadolu’yu etkilemiş ciddi
kuraklık dönemlerinin olduğu bilinmektedir. Kuraklık, besin kıtlığının en önemli sebeplerinden
biridir. Bu çalışmada, bu kuraklıkların Kültepe’deki iskorbüt vakalarının sorumlusu olduğu öne
sürülmektedir.
Körtik Tepe Mezarlarından Bazı Kalıntıların Arkeometrik Analizleri
Ali Akın Akyol, Emine Torgan Güzel, Recep Karadağ, Kameray Özdemir, Yılmaz Selim
Erdal, Vecihi Özkaya
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Neolitik yerleşim Körtik Tepe, Anadolu’daki mezar kültürü açısından çok farklı bir konuma
sahiptir. Körtik Tepe nekropolü, alçıyı gömmeden önce iskeletlerin kemiklerinin üzerine
kaplama malzemesi olarak kullanan farklı bir ölü gömme geleneğine sahiptir. İnsan iskeletinin
çoğu beyaz, kırmızı ve siyah renkli pigmentlerle de kaplanmış durumdadır. Hatta bazı
örneklerde, kaplama katmanları arasında da pigment kalıntıları bulunmaktadır. Körtik Tepe
arkeolojik alanından ele geçen iskeletlerin kaplama maddesi ile kemiklerin üzerinde bulunan
boyaların malzeme açısından arkeometrik tekniklerle analiz edilmesinden sonra Körtik Tepe ölü
gömme teknikleri hakkında bilgiler edinmek bu çalışmanın amacını oluşturmaktadır.
Bu çalışmada analiz edilen toplam 23 örnek, 2008-2012 yılları arasında Körtik Tepe
kazılarından ele geçmiştir. Pigmentlerin kemikler üzerindeki ve tabakalar arasındaki bileşiminin
belirlenmesi için SEM-EDX, Raman konfokal spetroskopi ve mikroskopi ve ince kesit optik
mikroskopi yöntemleri uygulanmıştır.
Element analizlerinin sonuçları, alçının (CaSO 4 ) iskeletlerin kemikleri üzerinde kaplama
malzemesi olarak yoğunlukla kullanıldığını göstermiştir. İnce kesit analizleri, alçının yanı sıra
kirecin (CaCO 3 ) de bileşimde kullanıldığını göstermiştir. Ek olarak sıvanın çok katmanlı olarak
uygulandığı belirlenmiştir. Raman ve SEM-EDX analizleri; beyaz rengin alçı, kırmızı rengin
limonit (FeO(OH) ve hematit (Fe 2 O 3 ), siyah rengin de karbon kaynaklı olduğuna işaret
etmektedir. Anadolu Neolitik kültürleri arasında sunduğu eşsiz buluntular ile farklı bir yer
edinen Körtik Tepe’nin, buluntuları üzerinden arkeolojik ve antropolojik yönden
tanımlanabilmesi için arkeometrik yöntemler uygulanmıştır. Arkeometrik bakış açısı her ne
kadar teknik veriler içerse de görüntüleme yöntemleri ve analizlerle ölü gömme kültüne ait
bilgilere ulaşılmıştır. Arkeometrik çalışmaların sonucunda, kaplamaların çok katmanlı olduğu ve
iskeletler üzerine uygulanan boyaların (beyaz, siyah, kırmızı, kahverengi gibi) benzer kökenden
elde edildiklerini göstermiştir.
23 Ekim 2019
İNSAN BİYOLOJİSİ - I Başkan: Ayşen Açıkkol Yıldırım
Anadolu Ortaçağ Topluluklarının Biyolojik Uzaklık İlişkileri
Serpil Eroğlu
Hacettepe Üniversitesi
Genellikle birden fazla gen tarafından kontrol edilen özelliklere dayanarak insan toplulukları
arasındaki benzerlik ve farklılıkları belirlemeye yönelik “biyolojik uzaklık” çalışmaları,
çoğunlukla geçmişte yaşamış popülasyonların analizi için yapılmıştır. Alt Paleolitik dönemden
günümüze Asya, Afrika ve Avrupa arasında bir köprü konumunda olan Anadolu, göç yolları
üzerinde olduğu için geçmişte yaşamış çok sayıda topluluğa ev sahipliği yapmıştır. Bu
toplulukların çoğunluğunda, göçlerle oluşan biyolojik ve kültürel ilişkilere ilişkin yazılı kaynak
bulunmamaktadır. Dolayısıyla söz konusu ilişkilere ait ipuçları arkeolojik ve antropolojik
verilere dayalı çalışmalarla elde edilebilmektedir. Bu çalışma yazılı kaynakların olduğu; ancak
incelenen arkeolojik topluluklar ile ilgili yazılı kayıtların olmadığı, Ortaçağda yaşamış bazı
Anadolu topluluklarının biyolojik uzaklık ilişkilerine yönelik bir araştırmayı amaçlamaktadır.
Araştırma Anadolu’nun farklı coğrafik bölgelerinden gün ışığına çıkarılan ve Ortaçağa
tarihlendirilen iskelet gruplarına ait kafataslarından kaydedilen ölçülemeyen özelliklere
dayanılarak yapılmıştır. Bu çerçevede Anadolu’da Hauser ve De Stefano (1989)’un tanımladığı
gibi standart bir teknik kullanılarak verileri toplanmış olan topluluklar tercih edilmiştir.
Topluluklar arasındaki biyolojik uzaklıklar için Mean Measure of Divergence (MMD) istatistiği,
özellik frekansları ile ilgili istatistikler için SPSS 21 programı kullanılmıştır.
Kafatasının ölçülemeyen özelliklerinin, dişlerin morfolojik özelliklerinde olduğu gibi özellikle
zamansal farklılıklar başta olmak üzere topluluklar arasındaki farklılıkları iyi yansıttığını
görülmüştür. Aynı dönemde ve aynı bölgede yaşayan toplukların biyolojik benzerliklerinin daha
fazla olduğu bulunmuştur. Bu araştırma ile oluşturulan fenogramlar, Anadolu’da yaşamış bazı
sonucu aynı bölgede ve aynı dönemde yaşayan Anadolu topluluklarının daha yakın biyolojik
olarak ilişkili olduğunu göstermiştir.
Tecrit Altındaki Şempanzelerde Sosyal ve Biyolojik Kökenli Davranışlar
Sema Yılmaz, Derya Atamtürk, İzzet Duyar
İstanbul Üniversitesi
Türkiye’de tecrit altında barınan primat türlerinin davranışlarını anlamayı hedefleyen
çalışmalar mevcut değildir. Bu çalışmada, Türkiye’deki hayvanat bahçelerinde barınan
şempanzelerin sahip oldukları davranış örüntülerinin biyolojik ve sosyal temellerinin gözlem
yoluyla elde edilmesi amaçlanmıştır.
Darıca Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi’nde barınan altı şempanze (Pan troglodytes), sosyal ve
biyolojik kökenli davranışlarının tespit edilmesi amacıyla ad libitum ve odaksal örnekleme
teknikleri kullanılarak gözlemlenmiştir. Bu amaçla hazırlanan etogram 21 farklı davranışla
oluşturulmuştur. Toplanan veriler hem doğal yaşam alanlarındaki şempanzelerin davranış
örüntüleriyle hem de tecrit altındaki primatlarla yapılmış çalışmalarla karşılaştırılarak
değerlendirilmiştir.
İncelenen şempanzelerin üçü rehabilitasyon süreçleri sebebiyle tek başlarına ayrı ayrı
kafeslerde bulundurulduğu için Kafes grubu olarak adlandırılmış, ziyaretçilere açık alanlarda
birlikte barınan diğer üç birey ise Aile grubu olarak kategorize edilmiştir. Tecrit edilmiş bir
şempanze topluluğundan tek başlarına bırakılmaları suretiyle bir kez daha tecrit edilmiş bir
grubun oluşması, çalışmanın ikinci temel çıktısını meydana getirmiştir. Bu sayede tek başına bir
kafeste barınan üç farklı şempanzenin davranışları ile birarada yaşayan üç şempanzenin
davranışsal farklılıkları karşılaştırılmıştır. Altı şempanzenin davranışlarının dağılımı şu
şekildedir: oyun davranışı (% 7,9), insan etkileşimi (% 8,4), aktif (% 11,7), inaktif (% 14),
agonistik davranış (% 1,7), beslenme (% 31,9), anormal davranış (% 5,9), alturistik davranış (%
11,5), ve diğer davranışlar (% 7,2). Bulgularımız literatürdeki diğer hayvanat bahçelerinde
yapılan gözlemlerin sonuçlarıyla paralellik göstermektedir. Aile ve Kafes grupları arasındaki en
önemli farklılık anormal davranışlarda gözlemlenmiştir. Buna göre Kafes grubu bireylerinde
gözlemlenen anormal davranışların Aile grubunun anormal davranışlarından 3 kat daha fazla
olduğu tespit edilmiştir. Doğada ya da tecrit altında topluluk halinde yaşayan şempanzelerin
sosyal ilişkilerinin varlığını gösteren alturistik davranışlar ise kafes grubunda hiç
gözlemlenmemiştir.
Biyolojik Uzaklık Çalışmalarında Kullanılan Ölçülemeyen Özellikleri Verilerinin
Analiz Yöntemleri
Ali Akbaba, Mehmet Sağır
Ankara Üniversitesi
Biyolojik uzaklık; çevresel, genetik ve epigenetik bileşenlere sahip çok etkenli kalıtımın neden
olduğu ölçülen ya da ölçülemeyen iskelet ve diş morfolojilerini kullanarak, geçmiş ya da
günümüz insan popülasyonları arasındaki yakınlığı, çok değişkenli istatistiksel yöntemler
kullanarak belirleyen bir çalışma alanıdır. Ölçülemeyen diş özellikleri kullanılarak yapılan
biyolojik uzaklık çalışmalarında, özelliklerin belirlenmesi ve derecelendirilmesinde gözlemci
farklılığını ortadan kaldırmak ve yapılan çalışmaların sonuçlarını karşılaştırabilmek için Turner
ve arkadaşları (1991) tarafından geliştirilen “Arizona State Üniversitesi Dental Antropoloji
Sistemi” (ASUDAS) kullanılmaktadır. Gözlem içi ve gözlemciler arasında, uyumun sağlanması
için standart bir kaydetme sistemi olan ASUDAS’ın kullanılması ile birlikte elde edilen verilerin
analizleri için de birçok farklı yöntem geliştirilmiştir. Özellikle “R” istatistik yazılımı üzerinde
çalışmakta olan programların sayısı son yıllarda artmakla birlikte “AnthropMMD”, “rASUDAS” ve
“Mahalanobis D 2 ” en çok kullanılan yöntemler arasındadır. Bu çalışmada ölçülemeyen diş
özellikleri verilerinin analizlerinde “AnthropMMD”, “rASUDAS” ve “Mahalanobis D 2 ”
yöntemlerinin nasıl uygulandığını, hangisinin daha uygulanabilir olduğunu ve sonuçlar
açısından ne gibi farklılıkların ortaya çıktığını göstermek amaçlanmaktadır.
Topaklı (Nevşehir), Klazomenai (İzmir), Demir Çelik Limanı (İzmir) ve Batılimanı (İzmir)
popülasyonlarını oluşturan bireylerden belirli sayıda örneklem grupları oluşturarak bu
bireylerin ölçülemeyen diş özellikleri verilerinin “AnthropMMD”, “rASUDAS” ve “Mahalanobis D
2 ” yöntemleri kullanılarak analiz edilmiştir.
Kendi içerisinde de farklı filtrelerin uygulanmasına olanak tanıyan bu analiz yöntemlerinin her
birinde ilgili toplumların biyolojik uzaklıklarına ilişkin farklı grafikler elde edilmiştir. Her bir
yöntemin, uygulanabilirliği ve elde edilen sonuçların değerlendirilmesi açısından avantajları ve
dezavantajları olduğu görülmüştür. Örneklemi oluşturan birey sayısı ve çalışmanın amacı,
kullanılacak yöntemin belirlenmesinde önemlidir.
Kuzey Amerika ve Kuzeydoğu Asya Halklarının İlişkisinin Genomik Açıdan
İncelenmesi
Nefize Ezgi Altınışık, Pavel Flegontov, Piya Changmai, Stephaen Schiffels
Hacettepe Üniversitesi
Asya’dan Amerika kıtasına insanların göçü günümüzden yaklaşık 17 bin yıl önce “ilk yerliler” ile
başlamıştır. Arkeolojik çalışmalar bu dönemden sonra da çeşitli dönemlerde iki kıta arasında
insan hareketliliğinin var olduğunu göstermektedir. Bu büyük göçlerden biri de yaklaşık 5 bin yıl
önce Asya’nın Kuzeydoğu ucundan (Çukotka ve Kamçatka) Amerika’ya geçip daha sonra
Grönland’ı kolonize eden Paleo-Eskimo’ların hareketidir. Bu son göç dalgasına konu olan
toplumun, Asya’daki geçmişi ve Amerika’ya geçişi sonrası bölge toplumlarıyla (Atabaskan,
Yup’ik vd.) ilişkisi bir süredir çeşitli bilimsel disiplinlerin konusu olmuştur. Bu çalışmanın amacı,
Paleo-Eskimo genetik bileşeninin söz konusu bölgede yaşamış ve yaşamakta olan yerli halklarda
ne oranda temsil edildiğini belirleyerek, genetik karışma örüntülerinin anlaşılmasıdır.
İlk olarak, çalışmada kullanılmak üzere radyokarbon analizine göre günümüzden 7020 ila 280
yıl öncesine tarihlenen farklı kültürlere 48 bireyin antik genom verisi 1240K paneli ile
genotiplendi. Bunlar arasından seçilen iki birey shotgun yöntemiyle dizilendi. Üretilen veri,
yayınlanmış antik ve günümüz verileriyle birleştirildi. Biallelik varyantlar halihazırda var olan
ve yeni geliştirilen hesaplamalı genetik araçlar (Chromopainter, qpGraph, rarecoal, vb.)
kullanılarak çok yönlü biçimde incelendi. İstatistiksel sonuçlara uygun olarak geliştirilen
modeller farklı yöntemler ile test edildi.
Temel bileşenler analizi, ender varyant ve haplotip paylaşım analizleri ile bölgede yaşayan antik
ve günümüz toplumlarının, ilk yerliler ile Paleo-Eskimolar arasında doğrusal bir dağılım
gösterdiği saptanmıştır. Buradan hareketle yapılan karışım analizleri, Atabaskan bireylerinin %
5-23 oranında Paleo-Eskimo bileşeni taşıdığı anlaşılmıştır. Rarecoal analizine göre bu karışımın
günümüzden yaklaşık 4400 ila 5000 yıl önce gerçekleştiği tespit edilmiştir. Bununla beraber,
ortaya çıkan modele göre karışma sonrası bu toplumların tekrar Asya’da Çukotka bölgesine
döndükleri, devamında aynı toplumun tekrar Amerika’ya hareket ederek bugünkü Yup’ik, İnuit
gibi toplumları oluşturdukları belirlenmiştir. Sonuç olarak, bu çalışma bölge halklarının
tamamını tek bir genetik model ile açıklayabilen ilk çalışma olmuştur. Hesaplamalı genomik
literatürüne yeni istatistiksel metotlar eklemesi bağlamında, gelecekteki çalışmalara önemli bir
katkı sunması beklenmektedir.
24 Ekim 2019
İNSAN EVRİMİ VE ANADOLU - II Başkan: İsmail Baykara
Coğrafi Bilgi Sistemleri Kullanılarak Geç Acheulian Döneme Ait Gürgürbaba
Tepesi’nde Ele Geçen Buluntuların İncelenmesi ve İnsan Davranışlarının
Yorumlanması
Birkan Gülseven, İsmail Baykara, Serkan Şahin, Berkay Dinçer
Ankara Üniversitesi
2014 yılında Van ili ve çevresinde başlatılan Pleistosen ve Neojen Dönem yüzey
araştırmalarında Gürgürbaba Tepesi Paleolitik Dönem açık alan yerleşim yeri keşfedilmiştir.
Paleolitik Dönem’de yaşamış insan gruplarının yaşamsal aktivitelerinin mekanla ilişkilendirildiği
çalışmalar sınırlı sayıdadır. Bu sebeple Gürgürbaba Tepesi’nde yaşamış insanlarının alan
kullanımını anlamak için ele geçen buluntular Coğrafi Bilgi Sistemleri yardımıyla incelenmiştir.
Bu çalışmanın amacını Gürgürbaba Tepesi’nde iskân etmiş insan gruplarının, obsidyenden
ürettikleri yontmataş aletler geniş bir alana yayılmıştır. Çevreye yayılan bu aletlerin mekân ile
bir ilişkisinin olup olmadığını anlamak ve alan kullanımını incelemek bu çalışmanın amacını
oluşturmaktadır.
Buluntu alanında ele geçen 11116 adet yontmataş alet teknolojik ve tipolojik analizleri
yapılmıştır. Tüm buluntular Dog-Leash Tekniği olarak adlandırılan yüzey araştırması yöntemiyle
incelenmiştir. Bu yöntemle elde edilen yontmataş aletlerin konumları bozulmadan koordinatları
alınmış ve bu sayede Coğrafi Bilgi Sistemlerinden faydalanılabilmiştir. CBS’den faydalanabilmek
için ArcGIS bilgisayar yazılımı kullanılmış ve yoğunluk haritaları oluşturulmuştur. Bu sayede
buluntuların dağılım ve yoğun olduğu bölgeler tespit edilmiştir. Ayrıca her bir yontmataş
Bordes’in (1961) geliştirdiği teknolojik ve tipolojik analize göre incelenmiştir.
Teknolojik ve tipolojik analizleri göz önünde bulundurularak ArcGIS yazılımı kullanılarak
yoğunluk ve dağılım haritaları oluşturulmuştur. Bu haritalar incelendiğinde alanda bazı
bölgelerin belirli aktiviteler için kullanıldığı gözlemlenmiştir. Avcı-toplayıcı insan guruplarının
çevreleri ile olan ilişkilerini anlamaya yönelik yapılan çalışmalar ile yoğunluk ve dağılım
haritaları oluşturularak yapılan çalışmalar incelenmiş ve bu sayede Gürgürbaba Tepesi’nde
yaşamış insan gruplarının atölye alanı keşfedilmiştir.
Yontmataş Alet Üretiminin Başlaması ve Alet-İnsan İlişkisi
Ergül Kodaş
Mardin Artuklu Üniversitesi
Yontmataş aletler insan eliyle üretilmiş olan ilk aletler olmakla birlikte insanoğlunun doğada bulunan
maddeleri yeniden biçimlendirerek kullanmasını, yani doğada bulunan maddelerin doğada
bulundukları halleriyle kullanılmasından çok fiziksel bir değişme uğratılarak kullanmasını ifade
etmektedir. Bu nedenle yontmataş alet üretiminin başlaması ile insansıların nöroanatomik ve
kognitif gelişimleri arasında bağlantıların olduğu öne sürülmektedir. Yontmataş alet üretimin ortaya
çıkması insansıların el ile beyin arasındaki koordinasyonlarının gelişim evrelerinin incelenmesi için
de önem arz etmektedir. Bu bağlamda yapılan araştırmalar Afrika Arkaik Paleolitik Dönem’e ve
öncesine tarihlenen yontmataş aletlerin teknik, metot ve konsept bağlamında önemli değişimler
geçirdiği ve bu durumun da insansıların kognitif değişim ve gelişim evreleri ve ellerin serbest-
kontrollü kullanımı arasında paralel gelişen bir ilişkinin parçası olduğu öne sürülmektedir. Özellikle
yontmataş alet üretiminde teknik boyutta ortaya çıkan değişimlerin insan ve insansıların düşünme,
düşündüğünü yapabilme gibi kavramlarla karşılaştırmalı olarak incelenmesi hem kognitif hem de
teknik bağlamda yeni tartışmalara neden olmaktadır.
Günümüzden yaklaşık 3,3 milyon yıl öncesinden beri üretildikleri bilinen yontmataş aletler
insanoğlunun uzun süren tarihi içerinde hem teknik hem de kognitif bağlamda önemli bir yere
sahiptir. Bu noktada Afrika Alt Paleolitik Dönem erken evresine tarihlenen Kada Gona, Kada Hadar ve
Lokalalei 2C gibi, Doğu Afirka’da bulunan yerleşim yerlerinde tespit edilen yontmataş aletler ve
Kenya’da bulunan Lomekwi 3 yerleşiminde tespit edilmiş olan ve yaklaşık 3,3 milyon yıl öncesine
tarihlenen yontmataş aletler insansıların hem teknik hem de kognitif boyutta göstermiş oldukları
değişim ve gelişim sürecinin incelenmesi için önem teşkil etmektedir. Özellikle yontmataş alet
üretimi için uygulanan üretim yöntemlerinin kognitif bağlamda ortaya çıkan gelişimlere bağlı
olduğunu düşünülmektedir ve konu üzerine yapılan çalışmalar teknik-kognitif karşılaştırmalar
üzerinden yürütülmektedir.
Afrika’da 3,3 milyon yıl öncesine tarihlenen ve bilinçli olarak üretilmiş olan yongaların basit
formüllerin dikkatli bir şekilde uygulanmasına indirgenmiş bir üretim şemasına bağlı olarak
üretildikleri görülmektedir. Buna karşın, homo türünün ortaya çıkmaya başladığı 2,6-2,4 milyon yıl
öncesine tarihlenen yontmataş aletlerin ise kendinden önceki üretim yöntemine göre daha gelişkin
ve karmaşık bir yapı sergiledikleri gözlemlenmektedir. Özellikle bu döneme tarihlenen yongaların
üretimi için yongaların üretildiği çekirdeklerin vurma ve yongalama yüzeylerinin kontrollü olarak
hazırlanmış olmaları ve debitage sırasında çekirdeklerin yongaların kırılmasını kolaylaştırmak için
tekrar tekrar hazırlanmaları, söz konusu yongalama yönteminin kendinden önceki üretim yöntemine
göre daha karmaşık bir yöntemle üretildiklerini göstermektedir. Homo erectus ile birlikte ise daha
karmaşık bir üretim zinciri ile üretilen iki yüzeyli aletlerin ve ardından da ön biçimlendirilmiş yonga
üretiminin (Levallua) ortaya çıkmasıyla beraber yontmataş alet üretim yöntemlerinin metot, teknik
ve konsept olarak farklı bir boyut kazandığını göstermekte ve insansıların kognitif bağlamda
geçirmiş oldukları süreç hakkında detaylı bilgiler vermektedir.
Alt Paleolitik Dönem’in erken evrelerine ve öncesinde tarihlenen yontmataş aletlerin üretim
yöntemlerine genel olarak bakıldığında söz konusu aletlerin üretimi için gerekli olan üretim şeması
ve üretim zinciri, yani düşünsel olarak kurgulanan aletin blok üzerinde fiziksel uygulanma şekli,
insansıların düşünme kapasiteleri, yontmataş aletleri neden ve nasıl ürettikleri sorularının, yani
kognitif ve teknik gelişmişliklerinin, incelenmesine olanak sağlamaktadır.
Çanakkale İli Paleolitik Dönem Yüzey Araştırması
Ece Eren, İsmail Özer, Mehmet Sağır, İsmail Baykara, Berkay Dinçer, Başak Koca Özer,
Serkan Şahin, Öznur Gülhan, Ayşegül Özdemir
Ankara Üniversitesi
İnsan türlerinin bugünkü bilgiler ışığında ilk kez 1,8 milyon yıl önce Afrika’dan çıkıp Dünya’nın
diğer bölgelerine yayılmış olduğu bilinmektedir. İnsan türlerinin bu yayılımlar sırasında takip
ettikleri rotalar ve yerleşim alanlarının tespiti Paleoantropoloji alanındaki en önemli konulardan
biridir. Türkiye konumu itibariyle her dönemde bu göç rotaları üzerinde yer almaktadır. Batı
Anadolu bölgesi, Türkiye’nin Afrika, Avrupa ve Asya kıtaları arasındaki konumu dolayısıyla
Pleistosen dönem insan göçlerinin ve yerleşimlerinin ortaya çıkarılması konusunda önemli bir
bölgedir. Bu amaç doğrultusunda 2014 yılından beri Çanakkale İlinde yüzey araştırmaları
gerçekleştirilmektedir.
Çanakkale ilinde 6 sezondur sürdürülen yüzey araştırmalarında yontmataş alet buluntuları
içeren 60 adet Paleolitik dönem açık buluntu alanı tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra 17 mağara
ve kayaaltı sığınağı gözden geçirilmiş ve bunlar içerisinde yoğun bir insan yerleşimine sahip olan
İnkaya Mağarasında 2017 yılında kazı çalışmaları başlatılmıştır.
2014-2019 yılları arasında Çanakkale ilinde ve İnkaya Mağarası’nda devam eden çalışmalar ile
fosil insanların Anadolu’daki yaşam izlerine ve Avrupa’ya yayılımları sırasındaki izledikleri rota
ve yerleşim alanları hakkında önemli bilgiler elde edilmiştir. Dönem insanları tarafından
yapılmış Alt, Orta ve Üst Paleolitik ve az da olsa Mezolitik dönem yontmataş buluntuları
içerisinde çakmaktaşından üretilmiş çekirdek, yonga, dilgi, kenar kazıyıcı, ön kazıyıcı, keski,
Levallois yonga ve Levallois çekirdekler bulunmaktadır. Çanakkale ilindeki geniş vadiler avcı-
toplayıcı bir yaşam süren dönem insanları için oldukça elverişlidir. Yontmataş alet yapımında
kullanılan hammadde yataklarının dağınık alanlarda bolca bulunması, tatlı su kaynaklarının
bolluğu, buzul dönemlerinde büyük avantaj sağlayacak yer altı sıcak su kaynaklarının zenginliği
gibi faktörler dönem insanlarının bu bölgede yaşayabilmeleri için oldukça önemli kriterlerdir.
Çanakkale İli buluntuları da bize bu yörenin sıklıkla iskan edildiğini göstermektedir.
Batı Anadolu’da Pleistosen Dönem İnsan İzleri: İnkaya Mağarası
İsmail Özer, Mehmet Sağır, İsmail Baykara, Başak Koca Özer, Berkay Dinçer, Naoki
Morimoto, Wataru Morita, Serkan Şahin, Ece Eren, Sercan Acar, Öznur Gülhan, Çağdaş
Erdem, Ayşegül Özdemir, Sibel Önal
Ankara Üniversitesi
2012 yılında başlanılan Muğla ve Çanakkale İlleri Yüzey Araştırması projesi, 8 yıllık arazi
çalışmaları sonucunda tespit edilen 60 açık buluntu alanı ve İnkaya Mağarası ile Batı
Anadolu’daki Pleistosen dönem fosil insanlarına ait önemli kanıtlar sunmaktadır. Bu çalışmada
2016 yılında keşfedilen İnkaya Mağarası’nda 3 sezondur gerçekleştirilen kazı çalışmaları ve elde
edilen bulgular tartışılmaktadır.
Türkiye’de çoğunlukla güney bölgelerde yoğunlaşan Paleolitik dönem araştırmalarına yeni bir
bakış açısı kazandıran İnkaya Kazısı, coğrafi konumu itibariyle Anadolu ile Balkanlar arasındaki
insan göçü hareketlerinin incelenmesinde önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 2017 yılından
beri sürdürülen kazı çalışmalarında çekirdek, yonga, dilgi, ön ve kenar kazıyıcılar, vurgaçlar ve
Levallois aletler tespit edilmiştir. Yontmataş aletlerin tipolojik özellikleri İnkaya Mağarası’nın
Orta Paleolitik döneme ait olabileceğini ortaya koymuştur.
Kazıdan elde edilen yontmataş kanıtların ışığında Çanakkale yöresinde yaşayan Paleolitik
dönem insanlarının İnkaya Mağarasını sıklıkla ziyaret ettikleri ve burayı bir yerleşim alanı
olarak kullandıkları anlaşılmıştır.
24 Ekim 2019
SPOR ANTROPOLOJİSİ Başkan: Ömür Dilek Erdal
Spordan Kaynaklanan Asimetrik Bedenler
Defne Öcal Kaplan
Kastamonu Üniversitesi
Son yıllarda özellikle yüksek performans gerektiren profesyonel sporculukta en iyi olabilmek
için yapılan, spor branşının gerektirdiği fiziksel antrenmanlar sporcuların vücutlarında çok
belirgin postür problemlerine yol açmaktadır. Normal bir insan bedeni sagital düzlemde
incelendiğinde tam olarak simetrik bir yapı göstermezken bunu çıplak gözle görmek çok
mümkün değildir. Eklemler ve bunların hareketliliğini sağlayan kaslar anatomik olarak belirli bir
açı ve düzlemde fonksiyonel olarak çalışabilmektedir. Genellikle inaktif ve masa başı yaşama
atfedilen postür bozukluklarına, bedenin tek taraflı kullanılmasını gerektiren birçok branş
sporcularında da sıklıkla rastlanmaktadır. Özellikle dominant tarafın kullanımını gerektiren spor
branşlarında, eklem ve kas yapılarının kullanılan taraf lehine hipertrofi ve yapısal farklılık
oluştuğu ortaya konulmaktadır. Bu asimetri sonucu oluşan denge bozuklukları ve antropometrik
ölçümlerdeki oransal farklılıklar bedenin duruşunu düzetmek için geliştireceği yeni eğriliklere
yol açmaktadır. Araştırmanın amacı bu eğriliklerin oluşmaması veya giderilebilmesi
konusundaki çözüm önerilerini, yapılan bilimsel çalışmaların ışığında ortaya koymaktır.
Branşa yönelik spor eğitimi kalıplaşmış ve tekrarlanabilir olup otomatik hareketleri bedenin
öğrenmesini içerir. Spor branşlarında motor hareketler farklılık gösterir. Sporda maksimum
verimliliği sağlayabilmek –en iyi olabilmek- için branşa özgü ağır antrenmanlar yapmak, çok
ciddi boyutlarda kuvvet harcanımı gerekmekte ve bu durum anatomik yapının normalin dışına
çıkmasına yol açmaktadır. Çalışmada profesyonel sporcuların postür ve antropometrik oransal
ilişkilerini konu alan ve spordan kaynaklanan asimetrilerin ortaya konduğu güncel çalışmalar
incelenmiştir.
Basketbol, hentbol, raket sporları, okçuluk gibi dominant tarafın kullanımını gerektiren branş
sporcularında yapılan pek çok postür ve antropometrik ölçüm çalışmaları, bu sporcularda
belirgin deformitelerin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu deformiteler zamanla ağrı ve kas-
iskelet sistemi sorunlarına yol açtığı gibi kozmetik görüntünün bozulması yüzünden stres ve
psikolojik problemlere de zemin hazırlamaktadır. İncelenen çalışmalar göstermektedir ki
profesyonel anlamda yapılan antrenmanlar özellikle tek tarafın dominanat olarak kullanımını
gerektiren spor branşlarında ciddi postür bozuklarına ve doğal olarak asimetrik bedenlere yol
açmaktadır. Bu araştırma ile dominant tarafın kullanılmasını gerektiren spor branşlarında
oluşan postür bozukluklarının, kaymaların ve tiltlerin tedavi edilebilmesi ve önlenebilmesi için
uygulanabilecek rehabilitatif egzersizler (dominant olmayan tarafın çalışmasını içeren
antrenmanlar) ve alınması gereken önlemler konusunda farkındalık yaratmak ve çözüm
önerileri sunmak amaçlanmaktadır.
Farklı Branş ve Kategorilerdeki Sivas İli Sporcularının Fiziksel ve Motorsal
Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Sercan Acar, Başak Koca Özer
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Geçtiğimiz yüzyılda dünyada ve ülkemizde spora verilen değerin artması ile özellikle jüvenil
büyüme ve adölesan dönemlerde farklı branşlarda sportif aktivitelerde bulunulması, bireyin
vücut yapısının şekillenmesinde, fiziksel gelişiminde ve motor becerilerinin oluşmasında büyük
rol oynamaktadır. Bu çalışmada, Sivas ilinde yaşayan güreş, hentbol, atletizm, voleybol,
teakwando, futbol ve basketbol branşlardaki erkek ve kadın sporcuların antropometrik
özellikleri, vücut kompozisyonları ve fiziki-motor özelliklerinin belirlenmesi ve performans
göstergeleriyle aralarındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
Bu araştırma, 10-25 yaş arası 402 sporcu (379 erkek- 73 kadın) üzerinde antropometrik
ölçümler (boy, kilo, üstkol ve üstbacak uzunluğu, büst yüksekliği, biceps ve baldır çevresi,
suprailiac, supraspinale, subscapular, biceps ve triceps deri kıvrımı kalınlıkları, yağ ve kas
yoğunlukları) ve performans testleri (flamingo denge testi, disklere vuruş, durarak uzun atlama,
el dinamometresi, 2 kg. sağlık topu fırlatma, 10x5 metre mekik koşusu) alınarak
gerçekleştirilmiştir. Elde edilen verilerin SPSS 20.0 programı yardımıyla tanımlayıcı
istatistikleri, korelasyon ve regresyon analizleri yapılmıştır.
Elde edilen verilere göre, güreş branşında (86 erkek) fiziksel özelliklerin motor özelliklerle
anlamlı şekilde ilişkili olduğu ve bu özelliklerin performans özelliklerini önemli ölçüde etkilediği
anlaşılmıştır. Standardize edilmiş regresyon katsayılarına (β) göre özellikle kas kütlesi ve yağsız
kütle değerleri, tüm yaş grupları için antropometrik karakterler üzerinde istatistiki olarak
anlamlı ilişkiler göstermiştir. Teakwando branşında (23 erkek-20 kadın), sporcular yaş
gruplarına göre kategorize edildiğinde, erkekler ve kadınlar arasında anlamlı bir fark olduğu
tespit edilmiş, erkeklerin özellikle güç gerektiren performans özelliklerinde önemli derecede ön
planda olduğu gözlemlenmiştir. Futbol dalında ise (161 erkek), sporcular yaş kategorilerine
ayrıldığında, özellikle kas kitlesi ve yağsız kitle ile güç gerektiren sağlık topu fırlatma ve sağ ve
sol el ile kavrama testleri arasında pozitif korelasyon saptanmıştır.
Sonuç olarak, her bir branşın ayrı ayrı ön plana çıktığı fiziksel (antropometrik) ve motor
(performans) özelliklerinin olduğu ve özellikle güreş spor dalında Sivas ilindeki sporcuların
performans açısından biraz daha ön planda olduğu gözlemlenmiştir.
Elit Haltercilerin ve Elit Güreşçilerin Somatotip Özellikleri
Berkay Yaşar, Mehmet Sağır
Ankara Üniversitesi
Somatotip insan vücudunu rakamsal derecelendirmeyle açıklayan nicel bir yöntemdir.
Endomorfi (yağlılık), mezomorfi (kaslılık) ve ektomorfi (zayıflık) olmak üzere üç sınıflandırmayı
temel almaktadır. Bu üç bileşene ekti eden en önemli unsurlardan biri bedensel faaliyetlerdir.
Somatotip yöntemi, spor branşındaki başarının elde edilmesi için beden yapısının uygun olması
gerektiğini vurgulamaktadır. Çalışmanın amacı güreşçilerin ve haltercilerin somatotip
profillerini oluşturmaktır. Oluşturulan vücut yapıları temel alınarak erken dönem sporcu
seçimini, spor branşlarının gelişmesini ve spordaki başarının artmasını desteklemek
hedeflenmiştir.
Çalışmaya 21 güreşçi (6 greko-romen, 15 serbest stil) ve 9 halterci olmak üzere toplam 30
bireysel erkek sporcu dahil edilmiştir. Sporcuların hepsi 18 yaş ve üzeri, lisanslı ve müsabıktır.
Örneklemin 28’i aktif, 2’si eski Milli Takım oyuncusudur. Sporcuların Olimpik, Dünya, Avrupa ve
uluslararası düzeydeki turnuvaların herhangi birinde en az bir madalyası bulunmaktadır.
Sporcuların somatotip profillerini belirlenmek için Heath-Carter somatotip metodu
uygulanmıştır. Gerekli olan boy, ağırlık, triceps deri kıvrımı kalınlığı (D.K.K.), subscapular D.K.K.,
supraspinale D.K.K., baldır D.K.K., biceps ve baldır çevresi, diz ve dirsek genişliği Heath-Carter
yönteminin öngördüğü teknikler doğrultusunda alınmıştır. Boy 0.1 mm’ye duyarlı Martin tipi
antropometreyle, ağırlık TANITA SC-330 ile, D.K.K. ölçümleri Harpenden tipi D.K.K. aletiyle,
çevre ölçümleri şerit metreyle, genişlikler küçük çap pergeliyle alınmıştır. D.K.K. değerleri alet
deriye temas ettikten sonra 2-3 saniye beklenmiş, ölçümler 2’şer kez alındıktan sonra
ortalamaları kaydedilmiştir. Antropometrik ölçümlerin hepsi en az kıyafetle (iç giyim) alınmıştır.
Antropometrik değerler Somatotype 1.2.6 programına aktarıldıktan sonra somatotip profilleri
oluşturulmuştur. Sporcuların tanımlayıcı istatistikleri ve t-testi SPSS 20 programı ile yapılmıştır.
Güreşçilerin somatotip ortalaması 3.0-7.1-1.1, (serbest stil 3.0-7.3-1.1, greko-romen stil 3.1-6.7-
1.1) haltercilerin somatotip ortalaması 3.6-7.2-1.1 olarak hesaplanmış, sporcular endomorfik
mezomorf alanda konumlanmıştır. Güreşçilerin ve haltercilerin somatotip bileşenleri arasında
anlamlı bir fark yoktur (p>0.05). Greko-romen stil güreşçilerin, serbest stil güreşçilerin ve
haltercilerin somatotip değerlerinde anlamlı bir fark gözlenmemiştir (p>0.05).
24 Ekim 2019
DEMOGRAFİ Başkan: Fatma Arzu Demirel
1950-2018 Yılları Arasında Türkiye Toplumunun Yaşam Beklentisi Üzerine Bir
İnceleme
Ece Demirelli, Mehmet Sağır
Ankara Üniversitesi
Nüfus, bir ülkede ya da bölgede yaşayan topluluk olarak açıklanmaktadır. Nüfus sayımları ile
yaşayan topluluğun demografik özelliklerinin yanısıra yaşam beklentiside somut olarak ele
alınabilmektedir. Aynı şekilde Antropolojik çalışmalarda da iskelet topluluklarının demografik
özelliklerini şekillendirmek ve anlamak açısından yaşam beklentilerinin belirlenmesi önemli bir
yere sahiptir. Geçmişten günümüze yaşam beklentilerinin belirlenmesi ve değerlendirilmesi
toplumun farklı dinamiklerinin anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Cumhuriyet’in kuruluşunun
ardından 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımına göre Türkiye nüfusunun 13,6 milyon olduğunu,
1950 yılında yapılan nüfus sayımı sonucuna göre de 20,947,188 ve en son olarak 2018 yılında
ise 82,003,882 olarak belirlenmiştir.
Cumhuriyet’ten günümüze gelişen sosyo-ekonomik durum, eğitim düzeyi ve sanayileşme
gözlemlenen sürekli ve hızlı nüfus artışının açıklanmasında önemli bir etken olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yapılan çalışma, Türkiye’nin artan nüfus yapısı belirli yaş grupları dikkate alınarak
bu artışın nedenleri kapsamlı bir literatür çalışması ile araştırılmıştır. Bu sayede, 1950 yılından
günümüze kadar tolumun doğumla birlikte farklı yaş grupların yaşam beklentisindeki
değişimler analiz edilmiş ve eski Anadolu toplumlarının yaşlanma kalitesi ile karşılaştırılmıştır.
Kuşadası Kadıkalesi / Anaia (2016) Geç Bizans Dönemi İnsanlarının
Paleodemografik Yapıları
Gülfem Uysal
Hacettepe Üniversitesi
Kuşadası Kadıkalesi’nde 2016 yılında açılan ve Geç Bizans’a tarihlenen 14 mezardan ele geçen
23 bireyin, yaş, cinsiyet, boy, yaşam uzunluğu, ölüm yaşı ortalamaları, ağız sağlığı ve genel sağlık
durumu gibi demografik verilerinin ortaya konulması çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.
Çalışmanın amacı ise Kuşadası Kadıkalesi’nde yaşamış olan insanlarının tümünün demografik
yapısını ortaya koyabilmek ve Anadolu’da yaşamış olan çağdaşlarıyla karşılaştırma
yapabilmesine olanak sağlamaktır.
Bebek ve çocukların yaş hesaplamalarında uzun kemik ölçüleri (Ubelaker 1978: 70-71, İşcan ve
Loth 1989: 45) ve diş sürme aşamaları (Ubelaker 1978:112) dikkate alınırken, erişkin bireylerde
(WEA, 1980) tarafından kabul edilen kriterler kullanılmıştır. Boy hesaplamalarında, Trotter ve
Gleser (1958), Pearson (1899) ve Sağır (2000)’ın matematiksel formülleri kullanılmıştır.
Patolojik gözlemler makroskopik olarak gerçekleştirilmiş ve Buikstra ve Ubelaker (1994)
kriterleri dikkate alınmıştır.
Kuşadası Kadıkalesi’nden 2016 yılında gün ışığına çıkarılan ve Geç Bizans dönemine tarihlenen
14 mezarda, toplamda 23 birey belirlenmiştir. Topluluğun paleodemografik yapısı, % 39,10 (9
birey) erkek, % 26,08 (6 birey) kadın, % 21,73 (5 birey) çocuk, % 8,70 (2 birey) bebek ve % 4,35
(1 birey) şeklindedir. Olası sosyo-ekonomik ve statü farklılıklarını analiz etmek için mezar tipleri
ve gömü gelenekleri değerlendirilmeye çalışılmıştır. Buna göre; 14 mezardan 7’sinde tekli gömü,
diğer 7’sinde çoklu gömü tespit edilmiştir. Çoklu gömü yapılan 2 mezarda 3’er birey, 5 mezarda
ise 2’şer birey tespit edilmiştir. Patolojik tespitler sonucunda, vücut kemikleri ve kafatasında
öncelikle osteoarthritis, travma, periostitis, osteomyelit, osteocondylitis bulgularına
rastlanmıştır. Topluluğun diş ve ağız sağlığını değerlendirdiğimizde ise, alveol kaybı, çürük, abse
ve aşınma öncelikle göze çarpmaktadır. Kadıkalesi Geç Bizans populasyonunun sadece 2016 yılı
paleodemografik yapılarından yola çıkarak bir genelleme yapmak tam anlamıyla mümkün
olmasa da, topluluğun daha ziyade erişkin bireylerle temsil edildiği ve fiziksel aktivite
yoğunluğuna bağlı hastalıklardan ve ileri yaş nedeniyle ortaya çıkabilen eklem
rahatsızlıklarından muzdarip olduklarını söyleyebiliriz. Ancak üç bireyde belirlediğimiz
endocranial enfeksiyon izleri dikkat çekicidir. Topluluğun, ağız ve diş sağlıklarının da
çağdaşlarına göre kötü olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Popülasyonunda Üç Boyutlu Sacrum Görüntülerinden Cinsiyet Tayini
Öznur Gülhan
Ankara Üniversitesi
Cinsiyet tayini, antropoloji ve adli antropolojik araştırmalarda insan iskelet kalıntılarının
kimliklendirilmesinde kullanılan en onemli yontemlerden birisidir. Yaş, cinsiyet, atasal yakınlık
ve boy uzunlugu analizi ile biyolojik profillerin oluşturulması, iskelet kalıntılarını
kimliklendirme işlemi sırasında ilk ve en onemli adım olarak kabul edilir. Literatürde,
Sacrum’dan alınan metrik ölçümler kullanılarak cinsiyet tayini üzerine yapılan birçok çalışma
vardır ve bu çalışmalar Sacrum’dan alınan metrik ölçümlerin cinsiyet tayininde kullanılmak için
yeterli derecede seksüel dimorfizm sergilediğini göstermiştir. Bununla birlikte, bilgisayarlı
tomografinin bu amaç için kullanılmasının oldukça güvenilir bir yöntem olduğu yapılan
çalışmalar ile kanıtlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, OsiriX yazılımı kullanılarak elde edilen üç
boyutlu bilgisayarlı tomografi görüntü verilerinin analiz edilmesi ile Türkiye popülasyonuna ait
Sacrum’dan cinsiyet tayini için kullanılmak üzere formüller geliştirmektir.
Çalışma kapsamında; İstanbul’da bir araştırma hastanesinden alınan 50 (25 Kadın ve 25 Erkek)
yetişkin bireye ait 3 boyutlu Sacrum rekonstrüksiyonları incelenmiştir. OsiriX programı
kullanılarak elde edilen 3B Sacrum görüntülerinin üzerinden manuel olarak 5 metrik ölçüm
alınmıştır. Beş antropometrik parametre SPSS 21.0 paket programı kullanılarak temel
tanımlayıcı istatistikler ve diskriminant analiz yöntemleri ile değerlendirilmiştir.
Elde edilen sonuçlara göre, tek degişkenli diskriminant analizinde en yuksek dogruluk payı
gosteren degişken % 66 dogruluk oranı ile MDB’dir. MDB’yi % 63 dogruluk oranı ile TDB takip
etmektedir. Bu formuller arasında, üç degişkenin birlikte kullanıldıgı (MDB, TDB ve MTDB)
diskriminant fonksiyonu % 69’luk bir oranda dogruluk saglayan en ayırt edici fonksiyon olarak
bulunmuştur. Bu çalışmada elde edilen bulgular literatürdeki çalışmalarla uyumlu sonuçlar
vermiş ve kullanılan 50 örneklem için Sacrum’un cinsiyet tayini için düşük doğruluk oranı
vermesine rağmen güvenilir bir gösterge olduğu sonucuna varılmıştır. Sonuçlar bu çalışmada
sunulan diskriminant denklemlerinin Kafatası ve Pelvis gibi cinsiyet tayininde daha sık
başvurulan kemiklerin bulunmadığı durumlarda adli cinsiyet tayininde faydalı olacağına işaret
etmektedir. Bu nedenle, Sacrum’dan alınan bu metrik olçumlerin Turkiye’de gerçekleşen kitlesel
olumler sonucunda veya adli olaylar neticesinde meydana gelen felaket kurbanlarını
kimliklendirmede adli antropologlar için cinsiyet tayini belirlemede kullanılabileceği
düşünülmektedir.
Kayalıpınar İnsanlarının Paleodemografik Analizi
İbrahim Sarı, Mehmet Sağır
Ankara Üniversitesi
Antropologlar insan biyolojisi ve kültürel gelişimi içerisinde yer alan bir faktör olarak
populasyonun önemini bilmektedirler. Bu durum demografi alanına olan ilgiyi arttırmış ve
sonuçta nüfus bilimciler tarafından kullanılan teknikler antropolojik çalışmalarda sıklıkla
kullanılmıştır. Antropolojik-paleodemografik araştırma, insan iskeletlerinin açığa çıkmasıyla
başlar. Bireylerin yaş ve cinsiyetleri belirlenir ve veriler yaşam tablosu olarak adlandırılan
tanımlayıcı analitik bir şablon içerisine aktarılır. Yaşam tablosu biyolojik bir populasyonun
yaşam sürecini açığa çıkarmak için hazırlanır ve çok kez populasyon ve kültürel süreç arasındaki
bağlantıyla ilgili olarak daha fazla değerlendirme için temel oluşturur. Bu bağlamda Kayalıpınar
insanlarının paleodemografik analizi büyük bir öneme sahiptir. Bu çalışmanın amacı İç
Anadolu’nun doğusunda yer alan Kayalıpınar insanlarının demografik yapısını ortaya çıkarmak,
bebek-çocuk ölümlülüğünü ve yaşam beklentilerini çağdaşı eski Anadolu topluluklarıyla
benzerlikler ve farklılıklar açısından karşılaştırmak ve verilere bağlı olarak toplum insanlarının
dönem içerisindeki yerini belirlemektir.
Çalışmaya konu olan insan iskeletleri Kayalıpınar arkeolojik yerleşim alanından açığa
çıkarılmıştır. Kayalıpınar Sivas İli Yıldızeli İlçesi’ne bağlı Kayalıpınar Köyü’nde yer alır. İskeletler
Tabaka 1’den ele geçmiştir ve Hellenistik-Erken Bizans’a tarihlenir. Mezarlar basit toprak, lahit,
taş mezar ve çömlek şeklindedir. Mezar hediyeleri az sayıdadır. Populasyon I. Seferihisar
Biyolojik Antropoloji Çalıştayı’nda (2014) alınan karar ile (0-2,5) bebek, (2,5-18) çocuk, (18-30)
genç erişkin, (30-45) orta erişkin, 45 ve üzeri ileri erişkin olacak şekilde yaş gruplarına
ayrılmıştır. Yaş ve cinsiyet belirlenirken Workshop of European Anthropologists (1980)
kriterleri göz önünde bulundurulmuştur. Yaşam tabloları ve eğrileri Ubelaker (1989)’a göre
düzenlenmiştir.
Populasyon 10 bebek, 29 çocuk, 90 kadın, 78 erkek ve 4 cinsiyeti belirsiz erişkin olmak üzere
211 bireyden oluşur. Bebek-çocuk ölüm oranı % 18,48’tir. Her iki cinsiyette orta erişkin sayısı
fazladır. Yaşam beklentisi yeni doğan bir bebek için 6,68 yıl, genç erişkinliğe adım atmış kadın
için yaklaşık 18, erkek için ise 20 yıldır. Ölümler kadınlarda en çok 20-24,9; erkeklerde 35-39,9;
bebek ve çocuklarda ise 4-4,9 ve 2-2,9 yaş aralığındadır. Erkeklerin kadınlara göre daha uzun bir
ömür uzunluğuna sahip olduğu görülmektedir.
Antik toplumlara dair sağlık koşullarını en iyi yansıtan unsurlar bebek-çocuk ölümleri ve yaşam
uzunluğudur. Kayalıpınar bebek ve çocuklarının ölüm oranı (% 18,48) Hellenistik-Roma (%
25,75) ve Anadolu Ortaçağ (% 38,13) topluluklarına göre oldukça düşüktür, bu durum bebek ve
çocukların sağlık durumlarının daha iyi olduğu şeklinde yorumlanabilir. Erişkin ömür uzunluğu
dönem sınırları içerisinde yer almaktadır.
Türkiye’de Yaşlı Nüfus: Mevcut Durum ve Projeksiyonlar Üzerine Bir
Değerlendirme
Ali Rıza Can, İzzet Duyar
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi
Yaşlı nüfusun sayı ve oran olarak son yıllarda pek çok toplumda artış gösterdiği bilinen bir
durumdur. Türkiye de bu artışın gözlendiği ülkeler arasında yer almaktadır. Yaşlı nüfustaki artış
eğilimine yakından bakıldığında toplumlar arasında bazı ortak noktaların olmasına karşın
toplumların kendi dinamiklerinden kaynaklanan farklılıkların da olduğu ifade edilebilir. Söz
konusu farklılıklar toplumların genel nüfusa ve yaş gruplarına özgü sosyal politikaları
belirlemede önem kazanmaktadır. Bu çerçevede, elinizdeki çalışmanın amacı Türkiye’de yaşlı
nüfusun genel nüfus içerisindeki payının değişimini geçmiş, bugün ve gelecek açısından analiz
edip diğer toplumlarla gösterdiği benzerlik ve farklılıkları ortaya koymaktır.
Çalışma, Türkiye’de nüfus sayımlarının başladığı 1935 yılından başlayıp 2018 yılına dek geçen
zaman dilimini konu almaktadır. 1935-2000 yılları arasındaki veriler Genel Nüfus Sayımı
sonuçlarına, 2007-2018 yılları arasındaki veriler ise Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi
sonuçlarına dayanmaktadır. Ayrıca TÜİK tarafından yapılan ileriye dönük nüfus projeksiyonları
da analize dâhil edilmektedir.
1940 yılında yapılan sayıma göre, genel nüfus içerisinde yaşlılar (65+) % 3,5 oran ile temsil
edilirken, 2018 yılında bu oran % 8,8’e yükselmiştir. Nüfus projeksiyonu verileri ise Türkiye’de
yaşlı nüfusun bariz artışlar göstererek 2040 yılında % 16,3 oranına ulaşacağı yönündedir. Yaşlı
nüfus oranının % 7 den büyük olduğu ülkelerin ‘yaşlı ülke veya demografik yaşlanma’ olarak
tanımlandığı günümüz dünyasında, Türkiye demografik olarak “yaşlı toplumlar” skalasının alt
dilimlerinde yer almaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında Türkiye’de yaşlı nüfusun oransal
değerinin 2000 yılına değin çok büyük bir değişim göstermeyip yeni binyılın eşiğinde belirgin
şekilde artış eğilimine girdiği tespit edilmektedir. Karşılaşılan bu tablo, Türkiye’nin genel nüfus
ve yaşlılık politikası ile ilgili bir takım soru(n)ları da beraberinde gündeme getirmektedir.
Çalışmada, Türkiye’de yaşlı nüfusta gözlenen bu değişim ve eğilimlerin nedenleri ve sonuçları
ele alınıp tartışılmaktadır.
24 Ekim 2019
İNSAN BİYOLOJİSİ - II Başkan: Serpil Eroğlu
Kafkasyalı Karaçay-Malkarlar Örneğinde “Etnogenez Süreçlerinin Açıklanmasında
Y-DNA ve Haplogrupların Rolü”
Ufuk Tavkul
Ankara Üniversitesi
Rusya Federasyonu’nun Kuzey Kafkasya Federal Bölgesinde yer alan Karaçayevo-Çerkesya ve
Kabardino-Balkarya adlı cumhuriyetlerde yaşamakta olan Karaçay-Malkarlar tarih, dil ve kültür
açısından bir bütün oluşturmaktadırlar. Yazılı ve sözlü tarih kaynakları onların Kafkasya’daki
varlıkları ve Altay-Sibirya coğrafyasındaki Türk toplulukları ile bağlantıları konusunda yeterli ve
tatmin edici bir bilgi ortaya koyamamaktadır. Dolayısıyla Karaçay-Malkarların etnik bir topluluk
olarak Kafkasya’da ortaya çıkışları ile ilgili tarihi bilgilerin ve verilerin analizi ve açıklaması
yeterli değildir. Yazılı ve sözlü tarih kaynaklarından elde edilen verilerin analiziyle varılan
sonuca göre Karaçay-Malkarlar Hun-Bulgar, Hazar, Kıpçak gibi kuzeyden Kafkasya’ya gelen eski
Türk boyları ile İskit-Sarmat-Alan gibi Hint-Avrupalı kavimlerin ve Kafkasyalı yerli halkların
binlerce yıllık etnik ve sosyo-kültürel etkileşim ve karışımının neticesinde ortaya çıkmış Türk
dilli bir Kafkasya halkıdır. Araştırmanın amacı Karaçay-Malkarların genetik yapılarının bu
sonucu destekleyip desteklemediğini ortaya koymaktır.
Karaçay-Malkar halkının tarihi, sosyo-kültürel ve etnik yapısı konusunda yeterli yazılı kaynak
bulunmaktadır. Genetik yapılarıyla ilgili veriler Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan
Familytree DNA şirketinin Karaçay-Malkar DNA projesinde yer almaktadır. 400 kadar Karaçay-
Malkarlı soya ait Y-DNA ve haplogrup sonuçları burada bulunmaktadır. Tarihi verilerle
haplogrup sonuçlarının karşılaştırılmasının Karaçay-Malkar halkının etnogenez sürecinin
belirlenmesini destekleyeceği düşünülmektedir.
Karaçay-Malkar DNA projesinde yaklaşık 400 soyun 12 farklı haplogruba mensup oldukları ve
SNP sonuçlarına göre bu farklılığın daha da arttığı görülmektedir. Haplogrupların yeryüzündeki
dağılımı, göç yolları ve yerleştikleri coğrafyalar ile ilgili bilgiler Karaçay-Malkar DNA projesi
sonuçlarıyla karşılaştırılarak onların etnogenez süreçleriyle ilgili bilimsel bir sonuca varmayı
mümkün kılmaktadır. Tarihi, sosyolojik, antropolojik ve linguistik verilerin ışığında Karaçay-
Malkar halkının etnogenez süreciyle ilgili teorilerin genetik bilgilerle de desteklendiği ve
doğrulandığı anlaşılmaktadır.
Anadolu’da Baş Biçimlendirme Geleneği: Diakronik Bir İnceleme
Valentina D’Amico, Yılmaz Selim Erdal
Hacettepe Üniversitesi
İnsanoğlu neredeyse Paleolitik çağdan bu yana çeşitli nedenlerle bedenlerini
biçimlendirmektedir. Bedenin biçimlendirmesinin bir yansıması ve yaygın olanı kafaya
uygulananlardır. Anadolu bu uygulamanın en erken, farklı tiplerde ve farklı nedenlerle
uygulandığı bir bölgedir. Anadolu’da baş biçimlendirme araştırmaları mevcut olmasına karşın
çok detaylı değildir. Ayrıca, kafanın bandajla sarılmasından kaynaklanan sirküler modifikasyon
en fazla gözlemlenmekteyken, farklı tipolojiler az bilinmektedir. Mevcut çalışmada, Anadolu’daki
yayınlanmış örnekler bu çalışma kapsamında incelen yeni örnekler diyakronik bir şekilde
dikkate alınararak baş biçimlendirme geleneğinin kökeni yayılımı ve tipolojileri açısından ele
alınması amaçlanmaktadır.
Neolitik’ten günümüze dek yerleşmelerden ele geçen insan iskeletleri makroskopik açıdan
incelenmekte; baş biçimlendirmesinin diakronik değişimi ele alınmaktadır.
Anadolu’da baş biçimlendirmesi Neolitik’ten beri bilinen istemli bir uygulama olarak karşımıza
çıkmaktadır. Etnografik araştırmalar bu geleneğin yalnızca geçmiş toplulukların değil, günümüz
geleneksel topluluklarda da uygulanmış olduğunu göstermektedir. Bu bilgiler önemli ölçüde
yuvarlak (sirküler) tipteki baş biçimlendirmeyle ilişkilidir. Anadolu’da sirküler kafa
biçimlendirmesinin sık gözlemlenmiş olmakla birlikte, bebeğin sırtüstü beşiğe yatmasıyla
gerçekleşen tabular (dikey) baş biçimlendirmesi ve özellikle kafa arkasının yassılaşmasının da
istemli bir uygulama olarak çok eskiden beri uygulanan bir gelenek olduğu bulgulanmıştır. Bu
çalışmada, prehistorik dönemlerde yaygın olan ve belirgin şekilde göze çarpan baş
biçimlendirmesi örneklerinin sirküler deformasyonlarca temsil edildiği belirlenmiştir. Zamanla
birlikte sirküler kafa biçimlendirmesinin sıklığı azalırken, kafa arkasının yassılaşması ile kendini
gösteren tabular tipteki baş biçimlendirme daha yaygın görülmektedir. Bazı örneklerde ise her
iki tip bir arada görülmektedir. Bütün bu verilerde baş biçimlendirmesinin zamanla şiddetinin
azaldığını, çeşitlendiğini, farklı tekniklerin bir arada uygulandığı bir biçime dönüştüğü
gözlemlenmiştir.
Resuloğlu (Çorum) İskeletlerine Ait Uzun Kemiklerin Kesitsel Geometrik Analizi Belkıs Abufaur, Derya Atamtürk, İzzet Duyar İstanbul Üniversitesi
İskeletlerde uzun kemiklerin kesit analizlerinin incelenen toplumun davranış ve yaşam örüntülerini ortaya çıkardığı anlaşıldığından bu yana iskelet biyolojisinin önemli çalışma alanlarından biri olmuştur. Bu çalışmada, Resuloğlu (Çorum) Erken Tunç Çağı topluluğuna ait uzun kemiklerin kesitsel geometrik analizi yapılmıştır. Bu dönemde yaşayan insanların maruz kaldıkları yükün bedenin hangi bölgesinde yoğunlaştığı, cinsiyetler arasında iş yükünün farklılık gösterip göstermediği, çoğunlukla hangi fiziksel aktivitelerin yapıldığı gibi sorulara cevap aranmıştır.
Analizler 13 femur, 19 humerus ve 4 tibia olmak üzere toplamda 36 uzun kemik üzerinde gerçekleştirilmiştir. Uzun kemik diafizlerinin kesit görüntüleri bilgisayarlı tomografi yardımıyla alınmıştır. Kesitlerde çekme-basma ve eğilme-burulmaya karşı gösterilen dayanıklılık değerleri hesaplanmıştır.
Araştırma bulguları, Resuloğlu sakinlerinde kemiklere binen yükün alt ekstremitelerde yoğunlaştığını ortaya koymuştur. Bu durum, Resuloğlu insanlarının uzun mesafe yolculuklarını içeren bir yaşam şekli ve geçim ekonomisine sahip oldukları anlamına gelmektedir. Ayrıca Resuloğlu bireylerinin sahip oldukları yaşam şeklinin cinsiyetler arası iş bölümü ve sağ-sol kol/bacak kullanımı açısından belirgin farklılık göstermediği yönündedir. Resuloğlu bireylerine ait bulgular diğer çalışmaların sonuçlarıyla karşılaştırıldığında üst ekstremite irilik ve dayanıklılığının dünyada görülen temporal değişimle orantılı olarak azaldığını göstermektedir. Alt ekstremitelerde ise irilik ve dayanıklılığın karşılaştırılan gruplara göre daha fazla olması, Resuloğlu insanlarının alt ekstremitelere daha fazla yük bindiren hareketler yaptığını ortaya koymuştur.
Deri Rengi Varyasyonu Üzerine Spektrofotometrik Bir İnceleme Ali Metin Büyükkarakaya Hacettepe Üniversitesi
İnsan deri rengi varyasyonu günümüze değin ırk ve ırkçılıkla ilgili araştırmanın önemli bir konusu olmuştur. Deri renginin alt yapısını oluşturan evrimsel süreçler birçok açıdan aydınlatılmış olmakla birlikte deri rengi varyasyonu üzerine çalışmalar önemini korumaktadır. İnsan fenotipik karakterleri açısından biyolojik çeşitliliği önemli bir yansıması olması yanında konunun sağlıkla olan ilişkisi bu açıdan değerlendirilebilir. Deri renginin ölçümünün birden fazla yolu bulunmaktadır. Dermatolojik olarak belli bazı yöntemlerle eritem ve melanin indeksleri yanı sıra Munsel, Fitzpatrik skalalarının kullanımı bunlar arasında yer alır. Son birkaç on yıldır ise spektrofotometrik cihazların kullanımıyla birlikte deri renginin ölçümü farklı açılardan değerlendirilebilmektedir. Bu çalışmada spektrofotometrik yöntemin deri rengi varyasyonu incelemesindeki belli veriler eşliğinde incelenmek amaçlanmıştır.
Yürütülen araştırmada 15 erkek ve 15 kadın bireyde (N=30) deri rengi X-Rite marka bir spektrofotometre kullanılarak, eritem ve melanin indekslerle ilişkilendirilen bazı parametreler ölçülmüştür. Ölçümler alın ve üst kol iç bölgelerinde gerçekleştirilmiştir. Rengin üç boyutlu koordinat sisteminde ifadesi ile ilişkili L*, a* ve b* değerleri kaydedilmiş, erkek ve kadın bireylerde ayrıca ve tüm grup içinde ortalamalar hesaplanmıştır. Cinsiyetler arasında ve grup olarak farklı coğrafyalarda yürütülmüş çalışma sonuçları ile birlikte değerlendirilmiştir.
Bekleneceği üzere, L* değerlerinin aynı cinsiyet içinde alın kısmında daha düşük olduğu, kadınlarda ise L* değeri ortalamasının erkeklere göre daha yüksek olduğu saptanmıştır. Eldeki sonuçlar spektrofotometrik yöntemin çeşitli dezavantajları bulunmakla birlikte üretilen değerlerin deri rengi varyasyonu araştırmasındaki kullanışlılığına işaret etmektedir.
24 Ekim 2019
PALEOPATOLOJİ Başkan: Ali Metin Büyükkarakaya
Mardin Çevresinde Yapılan Dara ve Aktaş Mevkii Kazıları Paleopatolojik
İncelemesi
Ayşe Acar
Mardin Artuklu Üniversitesi
Geçmiş dönemlerdeki insanların hastalıkları ve bu hastalıkların etiyoloji hakkında bilgi
edinebilmek için iskelet kalıntıların üzerinde paleopatolojik incelemeler yapılmaktadır.
Çalışmanın amacı, Mardin çevresinde yapılan Dara Antik Kent ve Midyat Aktaş Mevkii
kazılarından elde edilen insan kemiklerinin paleopatolojik olarak karşılaştırılmasıdır.
2016 yılında Mardin ili, Artuklu İlçesi, Dara mahallesinde yapılan kazı ve 2013 yılında Mardin ili,
Midyat İlçesi, Aktaş mahallesinde yapılan kazı sonucunda elde edilen insan kalıntıları
makroskobik olarak paleopatolojik açıdan değerlendirilmiştir. Yetişkin ve çocuk bireylerde diş,
çene ve vücutta oluşan patolojiler ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Dara Antik Kent kazısından 102 adet (44 adet bebek ve çocuk, 58 adet yetişkin) birey, Aktaş
Mevkii kazısından ise kafatası bulgularına göre 76 adet (4 adet bebek ve çocuk, 72 adet yetişkin)
birey tespit edilmiştir. Dara Antik Kent kazısında çocuk, kadın, erkek ve cinsiyeti bilinmeyen
bireylere ait üst ve alt çenedeki 106 adet diş incelenmiş ve 7 adet patolojik lezyon
tanımlanmıştır. Bu patolojiler apse, çürük, diş taşı ve hiperdontidir. Aynı toplumun vücuttaki
patolojileri 3 adet kemikte keskin bir aletle yapılmış kesi izi, 1 adet bireyde kafatasında
trepenasyon, 3 adet bireyde yanlış kaynamış kemik, 2 adet kemikte enfeksiyona bağlı
dejenerasyon tespit edilmiştir. Aktaş Mevkii kazısında çocuk, kadın, erkek ve cinsiyeti
bilinmeyen bireylere ait üst ve alt çenedeki 632 adet diş incelenmiş, 14 adet diş çürüğü, 21 adet
apse, 251 adet antemortem diş kaybı, 3 adet hiperdonti tespit edilmiştir. Aynı toplumun vücut
patolojileri, kırık, arthiritis, osteofit, enfeksiyonel travma, Schmorl nodülü ve sakralizasyon
tespit edilmiştir. Mardin çevresinde yapılan iki kazının yakın dönemlerde olması karşılaştırmalı
analizi değerlendirme açısından fayda sağlamaktadır. Toplumların geçirmiş oldukları hastalıklar
her iki toplumda da benzerlik göstermektedir.
Yoncatepe (Van) İskelet Topluluğunda Osteoartritin (Dejeneratif Eklem Hastalığı)
İncelenmesi
Alaz Deniz Peker, Derya Atamtürk, İzzet Duyar
İstanbul Üniversitesi
İnsan iskelet kalıntılarında osteoartriti konu alan çalışmalar, hastalığın etiyolojik karakterinden
hareketle toplulukların fiziksel aktivite örüntüleri ve yaşam biçimleri hakkında ipuçları
verebilmektedir.
Bu çalışmada, Urartu dönemine tarihlendirilen Yoncatepe Kalesi ve Nekropolü (Van) kazılarında
çıkarılmış iskelet materyalini oluşturan 119 yetişkin bireye ait 13 farklı sinovial eklem grubu
osteoartrit açısından incelenmiştir.
İncelemelerimiz sırasında nekropoldeki iki adet mezarda gerçekleşen çökmeler sonucu Urartu
dönemi iskeletleriyle karışmış olan ve yakın döneme ait olduğu belirlenen ikinci bir iskelet
grubunun varlığı tespit edilmiştir. Zaman içerisinde bireylerin eklem sağlığında bir değişim olup
olmadığını ortaya koymak amacıyla yakın dönem bireyleri de çalışmaya dâhil edilmiştir.
Çalışmanın bulgularına göre postkranial eklemlerde osteoartritin en fazla görüldüğü eklem
bölgeleri Urartu dönemi bireyleri için sırasıyla vertebralar (% 13,05), diz (% 8,38) ve dirsek (%
7,10) olarak belirlenmiştir. Aktüel bireylerde ise en yüksek prevalans dirsek (% 9,09), diz (%
6,00) ve vertebral eklemlerde (% 5,26) tespit edilmiştir. Yoncatepe iskelet topluluğunda
osteoartrit örüntülerinin ve dolayısıyla yaşam biçimlerinin her iki dönemde de benzer olduğu
anlaşılmıştır. Bunun yanında ekstremite eklemlerinin sağ-sol açısından farklılık göstermemesi
ve “ileri derece oteoartrit”in düşük oranda görülmesi, toplulukta primer osteoartrit tipinin daha
ağır bastığına ve yaşın etiyolojik açıdan fiziksel aktiviteden daha önemli bir faktör olduğuna
işaret etmektedir. Topluluk geneli için osteoartrit prevalansı Urartu dönemi iskeletlerinde %
6,21, yakın döneme ait iskeletlerde ise % 3,44’tür. Yoncatepe insanları osteoartrit açısından
çağdaşları olan diğer Eski Anadolu topluluklarından daha düşük değerlere sahiptir. Bu durum
Yoncatepe iskelet topluluğunun (her iki dönem için de) oldukça genç nüfuslu olması dolayısıyla
eklem tahribatına yol açan fiziksel aktivitelerin doğurduğu mekanik stresten çağdaşları kadar
etkilenmediğini akla getirmektedir.
Van Kalesi Höyüğü 2013-2014 Yılları İskeletlerinde Gözlenen Travmalar
Hayrunnisa Özalper, Zehra Özbulut
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Van Kalesi Höyüğü’nden 2013 ve 2014 yıllarında çıkarılan insan kemiklerinde gözlenen
travmalar çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Van Kalesi Höyüğü Orta Çağ’ın son evresinden
başlayarak Yakın Çağ’a kadar tarihlendirilen bir mezarlık alanına sahiptir. Mezar ve ölü gömme
tiplerinde farklılığın olmaması ve mezar buluntularının bulunmaması nedeniyle mezarlık alanı
geniş bir tarihlendirmeyi kapsamaktadır. Van Kalesi Höyüğü toplumunun yaşam tarzlarının
belirlenmesinde travma çalışmaları önemli bir yer tutmaktadır. Van Kalesi Höyüğü toplumunda
gözlenen travmaların şiddete mi bağlı yoksa günlük aktiviteler veya bir hastalık sonucunda
oluşan travmalar mı olduğunun belirlenmesi çalışmanın amacını oluşturmaktadır.
2013 ve 2014 yıllarında Van Kalesi Höyüğü’nden elde edilen iskeletler Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a
kadar tarihlendirilmektedir. Çalışma kapsamında 2013 yılına ait 43 birey ve 8 izole birey ve
2014 yılına ait 56 birey ve 21 izole birey olmak üzere toplam 128 birey kafatası ve vücut
travmaları açısından değerlendirmeye alınmıştır. Yaş tayini ve cinsiyetleri yapılan bireyler de
gözlenen travmalar bölgelerine göre kayıt altına alınmıştır. Ayrıca, röntgenleri de çekilmiştir.
Van Kalesi Höyüğü toplumunda 21 bireyde travma olgusu tespit edilmiştir. Travmalar
kafatasında çökme kırıkları olarak gözlenirken uzun kemiklerde daha çok düşmeye bağlı kırıklar
olarak gözlenmektedir. Ayrıca, uzun kemik kırılmaları bazı bireylerde enfeksiyona neden
olmuştur. Kesici, delici veya ateşli silah yaralanmalarına bağlı travmalar materyal üzerinde
tespit edilememiştir. Sonuç: Van İli’nin iklimsel ve coğrafik koşullar dikkate alındığında
bireylerin düşme ve çarpma gibi nedenlerden kaynaklı travmalara sahip oldukları
düşünülmektedir. Toplumdaki bireylerin günlük aktivitelerini yerine getirirken düşme ya da
darbe sonucunda travmalara maruz kaldıkları düşünülmektedir. Travmaların genellikle erişkin
bireylerde ve daha çok erkeklerde gözlenmesi bu düşüncemizi desteklemektedir.
Kyme’den Bir Çolağın Paleopatolojik Açıdan İncelenmesi
İsmail Dinçarslan, Simge Dinçarslan, Yılmaz Selim Erdal
Ankara Üniversitesi
İzmir-Çanakkale yolu üzerinde, Aliağa'nın 6 km güneyinde Çakmaklı köyü yakınında
bulunan Kyme antik kentinin güney nekropolünün bazı kısımları İzmir Demir Çelik ve Batılimanı
kurtarma kazıları ile ortaya çıkarılmıştır. Kazı alanında, MÖ 7-1. yüzyıllar arasına tarihlendirilen
yaklaşık 800 mezar açılmıştır. Bu mezarlardan ele geçen iskelet serisinden 745 birey
tanımlanabilmiştir. Bu bireylerden 568’inin yaşı, 467’sinin ise cinsiyeti tahmin edilebilmiştir.
Antik dönem için 15 yaş altı bireylerin oranının beklenin oldukça altında olduğu iskelet
serisinde, 15 yaş üstü bireylerin sayısı 680’dir. Erişkinlerin ölüm yaşı ortalaması yaklaşık 35
yıldır. Erkek ve kadın bireyler arasında ise ölüm yaşı ortalaması açısından önemli bir fark vardır
(Erkeklerde yaklaşık 37 kadınlarda ise 32,5 yıl). Bu demografik profili sergileyen iskelet
popülasyonundaki 271 mezar numaralı bireyin sağlık durumu ve bunun iskelet sistemine
yansımaları çalışmamızın konusunu oluşturmaktadır. Çalışmamızın amacı ise “antik çağ” da
yaşamış engelli bir bireyin, yaşam öyküsüne ilişkin ipuçlarına ulaşılmasıdır. Bu bağlamda, 271
mezar numarasıyla etiketlenen mezardan ele geçen ve 45-50 yaşlarında bir kadına ait olduğu
düşünülen iskelet kalıntıları çalışma materyalimizi oluşturmaktadır.
Paleopatolojik açıdan gözle görülebilir dokusal ve morfolojik özellikleri dikkate alınarak
incelenen bireyin yetişkinlik öncesi dönemde sol ön kol baş (proximal) kısmında meydana gelen
kırıklı bir travmadan kaynaklanan bir enfeksiyonun veya osteomyelitin septik artrite yol açmış
olabileceği düşünülmüştür. Eklemlerdeki sinovyal zar ve sinovyal sıvının bakteriyel, viral ya da
fungal etkenlerle oluşan iltihabi durumu olarak tanımlanan septik artrit tıbbi literatürde,
mortalite ve morbiditesi yüksek önemli bir sağlık sorunu olarak kabul edilmektedir. Bu
durumun tedavisine ilişkin günümüzde dahi tam bir fikir ve uygulama birliği bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, antik dönemdeki tedavi olanaklarının kısıtlılığı da göz önüne alındığında, bireyin her
ne kadar yaşam mücadelesini kazanmış olsa da hayatının önemli bir kısmını önemi sağlık
sorunlarıyla mücadele ederek geçirdiği anlaşılmaktadır. Diğer taraftan bu sağlık sorunlarının
ilerleyen yaşla birlikte vücudun belli bölgeleri, özellikle de alt ve üst uzuvlarda önemli derecede
hareket kısıtlılığı ve vücudun tarafları arasında asimetriye neden olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca,
kazı alanındaki diğer birçok gömüde ele geçen zengin ve kıymetli mezar buluntularının aksine
bu bireye ait mezardan herhangi bir buluntunun ele geçmemiş olması da bireyin toplumsal
statüsüne ilişkin önemli bir ipucu sağlamaktadır.
24 Ekim 2019
BÜYÜME VE GELİŞME Başkan: Sevda Özütürker
Okul Öncesi Dönem ve Okul Çocuklarının Büyüme-Gelişme Profillerinin
Oluşturulması: Ankara Üniversitesi 2017 Yılı Bilimsel Araştırma Projesi Sonuçları
Başak Koca Özer, Neriman Aral, Müdriye Yıldız Bıçakçı, Seda Gülsüm Gökmen, Cansev
Meşe Yavuz, Sibel Önal, Ece Özdoğan Özbal, Ayşegül Özdemir, Sebahat Aydos
Ankara Üniversitesi
Büyüme ve gelişme, fiziksel, davranışsal, bilişsel ve duygusal değişim sürecinin bebeklikten
çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten erişkinliğe bir bütün olarak ele alındığı, çocuk
gelişimi, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, eğitim bilimleri, tıbbi bilimler ve dilbilim gibi
disiplinlerin ortak çalıştığı bir alandır. Projenin amacı, okul öncesi ve okul dönemi çocuklarının
büyüme ve gelişim düzeylerinin değerlendirilmesidir.
Bu amaçla Ankara İlinde bulunan okulöncesi (3-5 yaş), ilk ve orta öğretim (6-17 yaş)
kurumlarında eğitim gören 2,427 çocuk ve adölesan üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmada
farklı sosyo-ekonomik düzeyden aile onamları alınan bireylerden antropometrik tekniklerle boy,
ağırlık, uzun kemik uzunlukları, kemik genişlikleri, çevre ölçümleri ve kas, yağ vb. rezervlerinin
hesaplanması için deri kıvrım kalınlıkları ve biyoimpedans ölçümleri uluslararası standart
protokoller doğrultusunda alınmıştır. Büyüme eğrileri cinsiyet ve yaşa göre oluşturulmuş,
çocukların beslenme durumları belirlenmiş ve beslenme durumunun antropometrik
değişkenlerle ilişkisi ortaya konulmuştur. Ayrıca 24 saatlik besin tüketimleri ve sıklığı
belirlenmiş, beslenme alışkanlıkları ve fiziksel aktivite de göz önüne alınarak günlük enerji alımı
saptanmıştır. Okulöncesi, ilk ve ortaöğretim dönem çocukların Gelişim İndeksi çocukların motor,
dil ve kavram gelişim değerlendirme araçları yardımıyla oluşturulmuştur. Çalışmada çocukların
farklı gelişim alanlarını değerlendirmek amacıyla 3-13 yaş aralığındaki çocuklar için Alpern
(2007) tarafından geliştirilen Aral ve arkadaşları (2015) tarafından geçerlik-güvenirlik çalışması
yapılan “Gelişimsel Profil 3-Ebeveyn Formu” (Developmental Profile, DP 3), 14-17 yaş arası
çocukların arkadaş ilişkilerini belirlemek amacıyla Karen (2002) tarafından geliştirilen Akran
İlişkileri Ölçeği kullanılmıştır.
Çalışmamız sonucunda erken çocukluk döneminde ağırlık ve boy değerleri özellikle 3 ve 4 yaşta
cinsiyetler arasında anlamlılık göstermektedir. BKE z-skorları, WHO standartlarına göre
değerlendirildiğinde, çocukların % 0.6’sının ağır malnütrisyonlu, % 1.5’inin düşük ağırlıklı, %
11.1’inin fazla kilolu ve % 4’ünün ise obez olduğu sonucuna varılmıştır. Çocuk gelişimi açısından
Gelişim İndeksi yaşa ve cinsiyete özgü olarak değerlendirilmiş; araştırma sonucunda cinsiyetin
3-5 yaş arası çocukların bilişsel gelişim, iletişim becerileri ve genel gelişim boyutlarında anlamı
farklılığa neden olduğu; çocukların genel gelişimlerinin ve alt boyutlarının yaşa göre doğrusal
bir şekilde ilerlediği; 14-17 yaş arası çocuklarda arkadaşlık ilişkileri bağlamında cinsiyetin
arkadaşlık ilişkilerinde anlamlı bir farklılığa yol açtığı ve kız ergenlerin arkadaşlık ilişkilerinin
erkek ergenlere göre anlamlı düzeyde yüksek olduğu sonuçlarına ulaşılmıştır. Elde edilen
sonuçlar doğrultusunda ailelere, eğitimcilere ve araştırmacılara öneriler sunulmuştur.
6-17 Yaş Arası Çocuk ve Adölesanlarda Öğün Sıklığının ve Öğün Atlamanın
Beslenme Durumu İle Bazı Antropometrik Değişkenler Üzerindeki Etkisi
Cansev Meşe Yavuz, Başak Koca Özer
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Beslenme alışkanlıkları ve diyet örüntüsü, çocukluk ve adölesan dönemde yerleşmekte ve bu
alışkanlıklar yetişkinlik döneminde de devam edebilmektedir. Bu nedenle özellikle büyüme ve
gelişme döneminde bireylerin beslenmelerine ilişkin özellikleri belirlemek, önlemlerin alınması
açısından oldukça önemlidir. Ankara’da yaşayan 6-17 yaş arası okul çocukları ve adölesanlar
üzerinde gerçekleştirilen bu araştırmanın amacı, bireylerin genel beslenme alışkanlıklarını
belirlemek, öğün sıklığı ve öğün atlamanın beslenme durumu ve antropometrik değişkenler
üzerindeki etkisini saptamaktır.
Ankara’da öğrenimlerine devam eden 6-17 yaş arası 1568 çocuk ve adölesan araştırmaya dahil
edilmiştir. Bireylerden boy ve ağırlık ölçüleri International Biological Program doğrultusunda
alınmış, beslenme alışkanlıkları ve makro besin öğelerinin tüketimi 24 saatlik geriye dönük
hatırlatma yöntemini içeren bir anket ile belirlenmiştir. Bireylerin zayıflık, fazla kiloluluk ve
obezite durumu Dünya Sağlık Örgütü’nün z-skorları kesim noktalarına göre değerlendirilmiştir.
Çocuk ve adölesanların yağ kitlesi ve yağ yüzdesi, vücut kompozisyonu analiz cihazı TANITA SC
330S ile saptanmıştır.
Araştırma bulgularına göre, örneklemin % 0.7’si çok düşük kilolu, % 2.2’si düşük kilolu, % 64.4’ü
normal, % 19’u fazla kilolu, % 11’i obez, % 2.7’si ise morbid obezdir. Bireylerin % 41’inin günlük
enerji alımı, % 10.3’ünün ise protein alımı yetersizdir. Cinsiyetler arasında günlük enerji, protein
ve karbonhidrat tüketimi anlamlı farklılık göstermektedir (p<0.001). Günde ≤3, 4 ve ≥5 tüketilen
öğün sayısına göre yağ kitlesi (p<0.001) ve yağ yüzdesi (p<0.05) değerleri anlamlı derecede
farklıdır. Benzer şekilde öğün sıklığına göre makro besin öğelerinin günlük alımı anlamlı farklılık
göstermektedir (p<0.001). Ayrıca, sabah kahvaltısını atlayan bireylerin atlamayanlara göre daha
yüksek ağırlık, yağ kitlesi (p<0.001) ve BKE (p<0.05) değerlerine sahip olduğu belirlenmiştir.
Öğün sıklığının ve sabah kahvaltısını atlamanın beslenme durumu, BKE, ağırlık, yağ kitlesi ve yağ
yüzdesi üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bu nedenle çocuk ve adölesanlara doğru beslenme
alışkanlıkları kazandırmak oldukça önemlidir.
Adölesanlarda Boy ve Ağırlık Özbildirimleri İle Fiziki Ölçümlerinin
Karşılaştırılması
Sibel Önal, Ayşegül Özdemir, Başak Koca Özer
Ankara Üniversitesi
Literatürdeki çalışmalara baktığımızda, boy ve ağırlığa ilişkin veriler yüz yüze görüşme, anketin
postayla gönderilmesi, internet üzerinden yapılan anketle veya telefonla sorgulama gibi farklı
biçimlerde elde edilebilmektedir. Ancak bahsi geçen bu antropometrik ölçümler bireylerin
beden algılarından büyük oranda etkilenebilmektedir. Ülkemizde adölesanlar üzerinde
özbildirime dayalı boy ve ağırlık ölçülerinin doğruluk ve geçerliliğini konu alan çalışma sayısı
oldukça sınırlı olduğu bilinmektedir. Çalışmanın amacı, adölesanlarda özbildirime dayalı boy ve
ağırlık ölçülerinin doğruluğunun tespitidir.
Araştırma Ankara İlinde farklı sosyo-demografik yapıya sahip liselerde öğrenim gören 14-17 yaş
arası 356 öğrenci (133 erkek ve 233 kız) üzerinde gerçekleştirilmiştir. Boy ve ağırlık değerleri
her bir bireye anket yoluyla sorularak özbildirimleri kaydedilmiş, ardından antropometrik
olarak ölçülmüştür ve aradaki farklılık istatistiki olarak analiz edilmiştir.
Özbildirimden ve antropometrik ölçümlerden elde edilen sonuçlara göre erkeklerde ortalama
boy 0.22 cm kızlarda 0.91 cm fazla, ağırlık ise erkeklerde 0.20 kg fazla ve kızlarda 0.80 kg düşük
bildirilmiştir. Kızlar erkeklere nazaran ağırlıklarını daha düşük ve boylarını daha yüksek olarak
bildirme eğilimindedirler. Araştırma örnekleminde yer alan bir grup lise öğrencisinin çalışma
tarihinden hemen önce beden eğitimi ve spor dersi kapsamında fiziki testlere tabi tutulmuş
olmaları, bu grubun özbildirim değerlerinde yüksek doğruluk oranı ile sonuçlanmıştır. Ders
müfredatı kapsamında düzenli fiziki ölçümlerin yapılması adölesanlarda vücut boyutlarına dair
farkındalık yaratmakta, diğer örneklem grubunda ise ölçüm ve özbildirim sonuçları arasında
belirgin istatistiki farklılıklar ile sonuçlanmaktadır (p<0.05). Bu açıdan vücut boyutlarının
büyük değişim gösterdiği adölesan dönemde beden eğitimi ve spor derslerinin hem beden
algısında önemli rol oynadığı hem de vücut ağırlığı ile boy uzunluğunun doğru olarak
bilinmesinde önem taşıdığı, periyodik olarak fiziki ölçümlerin yapılmadığı diğer adölesanlarda
ise özbildirim doğruluk oranının oldukça düşük olduğu ve ülkemizde özbildirime dayalı
herhangi bir araştırma yaparken bu metodolojiden kaçınılması gerektiği kanısındayız.
Farklı Sosyo-ekonomik Koşullarda Büyüyen Yetişkin Kadınlarda Menarş Yaşı ve
Boy Uzunluğu
Gamze Sönmez, Yılmaz Selim Erdal
Hacettepe Üniversitesi
Endüstrileşme ve II. Dünya Savaşı sonrası iyileşen beslenme, sağlık ve bakım koşulları birçok
toplumda boy uzunluğunu pozitif etkileyerek, ortalamada sistemli olarak artışa neden olmuştur.
Diğer yandan ise iyileşen yaşam koşulları, büyüme temposunu hızlandırmış ve kız çocuklarında
menarş yaşı ortalaması düşmüştür. Literatürde boy uzunluğu ve menarş yaşı arasında bir ilişki
olduğu düşünülmekte ancak bu ilişkinin nasıl ve ne derece bir seyir gösterdiği tam olarak
bilinmemektedir. Bu çalışmada hem farklı sosyal ve ekonomik koşulların menarş yaşı üzerindeki
etkisini anlamak hem de menarş yaşı ve boy uzunluğu arasındaki ilişki çözümlenmeye
çalışılmıştır.
Bu amaç ile Samsun’da yaşayan farklı sosyo-ekonomik düzeylerde büyüyen 20-45 yaş arası 272
kadın seçilmiş ve hatırlatma yöntemiyle menarş yaşları belirlenmiştir. Hatırlatma yönteminin
doğası gereği yaşlarını hatırlamayan bireyler olmuş, bu nedenle ancak 263 bireyin menarş
yaşları değerlendirilmiştir. Ayrıca Anthropometric Standardization Reference Manual (ASRM) ve
International Biological Programme (IBP)’ nin öngördüğü teknikler doğrultusunda, Martin Tipi
Antropometre ile bireylerden Boy Uzunluğu (mm) ölçüsü alınmıştır.
Araştırma bulgularına göre örneklem grubunun yaş ortalaması 34’tür. Kadınların menarş yaşları
9 ile 19 arasında değişmektedir. Menarş yaşı Üst SED’de 12,7 (n:101), Alt SED’de 13,3 (n:97) ve
ağır çalışma koşullarında çalışan Alt SED’de (n:69) ise 13,3 olarak saptanmıştır. Bu üç grubun
menarş yaşının ortalamaları ve boy uzunluğu arasında farklar istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuştur (p<0,005). Yapılan analizler sonucunda menarş yaşı ve boy uzunluğu farklı sosyo-
ekonomik düzeylerde farklılık göstermektedir. Üst sosyo-ekonomik gruba ait bireylerde menarş
yaşı ortalaması görece daha düşüktür. Menarş yaşı 9-10 yaş gibi çok erken olan bireylerde boy
kısadır. Ancak ilerleyen yaşlarda menarş olan bireyler arasında üst sosyo-ekonomik gruplarda
boy uzunluğu her zaman daha fazladır. Genel olarak değerlendirildiğinde sosyo-ekonomik
düzeyi ne olursa olsun “çok erken” yaşta menarş gören bireyin boy uzunluğu daha düşük; daha
geç yaşta menarş gören bireyde ise dezavantajlı koşullar altında büyümesine rağmen daha
yüksektir. Bu sonuç menarş yaşı ve boy uzunluğu arasındaki ilişkinin, beslenme kadar etkili
olmasa da, mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.
Kırşehir İli Adölesanlarının Menarş Durumunun Belirlenmesi
Duygu Hilal Akça, Başak Koca Özer
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Menarş, adölesan dönemde büyüme ve gelişmenin önemli değişkenlerinden biridir.
Popülasyonlar arasında farklılık göstermekte ve çeşitli faktörler nedeniyle seküler değişime
uğramaktadır. Bu çalışmayla, ülkemiz adölesan dönem kız çocuklarında güncel mernarş
başlangıç yaşının tespit edilmesi, ilişkili faktörlerin tespiti ve seküler değişimin
değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Araştırma, Kırşehir İli Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı ilk ve orta dereceli okullarda öğrenim
gören 9-18 yaş grubu 1,212 kız öğrenci üzerinde kesitsel yöntemle gerçekleştirilmiştir.
Öğrencilere mevcut menarş durumlarını belirlemeye yönelik sorular içeren bir anket
uygulanmıştır. Ayrıca öğrencilerin annelerine menarş başlangıç tarihleri ve sosyo-ekonomik
durumları ile ilgili bir anket uygulanmıştır. Öğrencilerin menarş yaşları geçmişe dönük
hatırlatma (Recall) ve mevcut menarş durumunun sorulması (Status-Quo) yöntemleri ile,
annelerin menarş yaşları ise geçmişe dönük hatırlatma (Recall) yöntemi ile hesaplanmıştır.
Analizler sonucunda öğrencilerin yaş ortalaması 13,59 yıl olarak bulunmuş, status-quo
yöntemine göre % 61,8 (n= 738)’inin adet görmeye başladığı, % 38,2 (n= 456)’sinin ise henüz
adet görmediği saptanmıştır. Menstürel döngü başlangıç tarihine göre menarş yaş ortalamasının
12,24 yıl olduğu tespit edilmiştir (n= 671). Öğrencilerin anne menarş yaşlarının ortalamasının
12,83 yıl olduğu hesaplanmıştır (n= 458). Yapılan korelasyon analizine göre anne ile kızlarının
menarş yaşı arasında anlamlı bir ilişki mevcuttur (p<0,001). Araştırma sonuçları bazı gelişmiş
ülkelerde menarş yaşının durağanlaştığını, hatta sabitlendiğini rapor etmekte, birçoğunda ise bu
gelişimin oldukça yavaşlamış olduğunu vurgulamaktadır. Ancak ülkemizde, bölgesel
farklılıklarla birlikte son 50 yılda pozitif yönde seküler değişimin devam ettiği gözlenmektedir.
Bölgesel farklılıkların oldukça yüksek olduğu ülkemizde fiziki antropolojik çalışmaların lokal
çalışmalarla desteklenmesinin büyük önem taşıdığı kanısındayız.
24 Ekim 2019
ZOOARKEOLOJİ - I Başkan: Can Yümni Gündem
Antropolojik Çalışmalarda Hayvan Modelleme- Florozis Örneği
Ramazan Türkekul, Seda Karaöz Arıhan, Serkan Yıldırım, Okan Arıhan, Gökhan Oto, Suat
Ekin, Damla Yıldız
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Kemiklerimizin ve dişlerimizin yapısında eser element şeklinde bulunan flor, yeterli alındığında
koruyucu, akut ya da kronik olarak fazla alımında patolojilere sebep olmaktadır. Florozis
hastalığı, sadece modern toplumlarda değil, aynı zamanda eski uygarlıklarda da önemli bir
sorundur. Kazılardan elde edilen iskeletler üzerinde florozis olgusu ile karşılaşılmıştır. Florozis,
makroskopik olarak da gözlemlenebilirken aynı zamanda iz element analizleri ile de bu birikim
ortaya konulabilmektedir. Hayvanlar, deneysel toksisite çalışmalarında insan biyolojik araştırma
modeli olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada; sıçanlar üzerinde farklı doz ve sürelerde flor
uygulamasının kilo kaybı, lokomotor aktivitede olası değişiklerin izlenebilmesi, flor birikiminin
kemik ve diş dokularındaki olası etkileri deneysel hayvan modeli ile ortaya konulmaya çalışılmış
ve antropolojik bakış açısı ile değerlendirme yapılmıştır.
Yapılan araştırmada, 150-200 gr ağırlığında yetişkin erkek Wistar-albino cinsi sıçanlar
kullanılmıştır. Toplamda 56 adet sıçan kontrol, akut ve kronik olmak üzere 7 farklı gruba
ayrılarak farklı dozlarda ve farklı sürelerde flor maruziyeti sağlanmıştır. 1 litrelik suyun içine 5
mg, 15 mg ve 50 mg NaF çözündürülerek 5, 15 ve 50 ppm F¯ solüsyonları günlük olarak
hazırlanmıştır.
Çalışmada kullanılan sıçanlar ağırlık kaybı açısından değerlendirilmiştir. Bu amaçla 1-30-60-90.
günlerde gruplar arasında kilo kaybı açısından anlamlı bir fark gözlenmedi. Rotarod lokomotor
testi florun lokomotor aktiviteyi doza ve zamana bağlı olarak azalttığını göstermiştir. Femur
kemiğinin (trabeküler doku) baş kısmının yanı sıra boynun (kortikal doku) önemli bir flor
birikimi alanı olduğu görülmüştür. Aynı zamanda, kaburga kemiği, flor birikiminin önemli bir
alanı olarak belirlenmiştir. Bu nedenle, flor birikimi açısından dikkat çekici bir doku olarak
sunulabilmektedir. Işık mikroskobu ile yapılan değerlendirmede femur kemik dokusunda epifiz
büyüme plakasında ve kemik trabeküllerinde ciddi incelme tespit edilmiştir. Tüm bu verilerin
Eski Anadolu toplumları açısından florozis ile ilişikli iskelet materyali çalışmalarında göze
alınmasının önemli olduğu kanaatindeyiz.
Bu araştırma Van YYÜ BAP tarafından YYU-BAP-SYL-2017-5953 nolu proje olarak
desteklenmiştir.
Maydos Kilisetepe Höyüğü Tunç Çağı’nda Tespit Edilen Kemikli Balık Kalıntıları
Aylin Badem, Can Yümni Gündem, Göksel Sazcı
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Maydos Kilisetepe Höyüğü; 200x180 m. büyüklüğü ve deniz seviyesinden 33 m. Yüksekliğiyle
Gelibolu Yarımadası’nın en büyük höyüklerindendir. 2010 yılında Doç. Dr. Göksel Sazcı
tarafından başlatılan ve günümüze kadar devam eden çalışmalar sonucunda höyüğün Erken
Tunç Çağı III döneminden Osmanlı Dönemi’ne kadar yerleşim gördüğü anlaşılmıştır. Maydos
Kilisetepe Höyüğü’nde 2012 yılında Dr.Öğr. Üyesi Can Yümni Gündem tarafından başlatılan
arkeozooloji çalışmalarında memeli hayvanların yanı sıra, Erken Tunç Çağı’ndan Son Tunç
Çağı’na kadar olan tabakalarda tespit edilmiş kemikli balık kalıntılarının türlerinin tespit
edilmesi, bu türlerin beslenme ekonomisindeki yeri ve öneminin araştırılması amaçlanmıştır.
Tunç Çağı’nda Çanakkale Boğazı’nda yaşayan ve boğazdan geçiş yapan türler hakkında bilgi
almak, bu türlerin olası avlanma yöntemlerini araştırmak bir diğer önemli husustur.
Araştırmanın materyalini Maydos Kilisetepe Höyüğü’nün Tunç Çağı tabakalarında tespit edilen
kemikli balık kalıntılarından oluşmaktadır. Bu araştırmada Can Yümni Gündem’in 2015 yılında
yayınlamış olduğu makalesinde geçen ve arkeozooloji çalışmalarında temel metot olarak
kullandığı “Görsel Tanımlama Metodu” kullanılmaktadır.
Yapılan çalışmalar sonucunda, Tunç Çağı’nda Maydos Kilisetepe Höyüğü’nde kemikli
balıklardan; 6 familya, 12 tür ve 12 cins tespit edilmiştir. Bu türler; Naucrates ductor (Klavuz
Balığı), Dicentrarchus labrax (Levrek), Liza ramada (İnce Dudaklı Kefal), Mugil cephalus (Has
Kefal), Mugil spp. (Kefalgiller), Pomatomus saltatrix (Lüfer), Euthynnus alletteratus (Yazılı
Orkinos), Thunnus thynnus (Orkinos), Thunnus spp. (Orkinosgiller), Pagellus bogaraveo
(Mandagöz Mercan), Pagellus erythrinus (Kırma Mercan), Pagellus spp., Pagrus pagrus (Mercan),
Sparus aurata (Çipura), Spondyliosomo cantharus (Iskatari) ve Sparidae (İzmaritgiller) tespit
edilmiştir. Bu türler içerisinde Maydos Kilisetepe Höyüğü’nde yaşamış toplumların besin
ekonomisinde en çok Sparidae ve Scombridae türlerinin hâkim olduğu tespit edilmiştir. Tespit
edilen bu türlerin, Çanakkale Boğazı’nda yaşayan veya geçiş yapan türlere ait olduğu tespit
edilmiştir. Maydos Kilisetepe Höyüğü’nün konumu Çanakkale Boğazı ve Kilye Koyu’na olan
yakınlığı deniz avcılığı stratejilerinde önemli bir etkendir. Yerleşimde hem pelajik hem de
demersal türlerin bulunması sadece kıyısal balık avcılığının değil, denize açılarak büyük
organizasyonlar gerektiren deniz avcılığının da yapıldığını göstermektedir.
Höyüktepe İlk Tunç Çağı Yerleşmesinde Hayvan Kullanımı
Dilber Sağdıç
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Hayvan kemiklerinin incelenmesi ile hayvansal proteinin beslenmedeki payı, hayvan kesim
teknikleri, kesilen hayvanların kullanılan kısımlarının saptanması ve kazı yerlerinde bulunuş
durumları ile de toplumun yaşayışı, beslenme koşulları ve teknolojileri hakkında bir fikir
edinilebilir. Höyüktepe hayvan kemikleri üzerinde yapılan zooarkeolojik çalışma ETÇ
toplumunun beslenme ekonomisinin detayları hakkında önemli ve ayrıntılı verilere ulaşmayı
mümkün kılmaktadır.
Kütahya il sınırları içerisinde yer alan Höyüktepe yerleşiminde Geç Doğu Roma (GDR), Orta Tunç
Çağı (OTÇ) ve Erken Tunç Çağı (ETÇ) tabakalarının olduğu belirlenmiştir. ETÇ II döneminde,
höyüğün sadece üst kısmında ve doğu yamaçlarında yerleşilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Araştırma kapsamında, en eski kültür evresini oluşturan ETÇ I- II, 2015 yılı kazı çalışmaları
sırasında toplanan hayvan kemikleri üzerinde analiz çalışmaları yürütülmüştür. Kemikler,
zooarkeolojik araştırma yöntemleri esas alınarak incelenerek, tür, yaş, cinsiyet ve morfolojik
özelliklerine göre sınıflandırılarak değerlendirilmiştir.
On yedi farklı plan kareden toplanan hayvan kemiklerinin 1428 tanesi incelenmiştir. Bunlardan
420 tanesinin tür tespiti yapılmıştır. Geriye kalan 1008 tanesi ise karakteristik bölümleri eksik
ve küçük parçalar halinde ele geçtiğinden, kesin olarak türü belirlenememiş ve kemiklerin cidar
kalınlıkları göz önüne alınarak büyük memeli ve orta memeli olarak ayırt edilmiştir. I. ve II.
tabakalarda en çok tüketilen hayvan grubunu % 29,52 oranıyla koyun ve keçiler
oluşturmaktadır. Koyun ve keçilerden sonra en çok tercih edilen ikinci hayvan türü ise (%
26,43) domuzlardır. Sığırlar % 20,95’lik oranla tercih sırasına göre yerleşmenin üçüncü türünü
oluşturur. Yerleşmede ETÇ II de evcil hayvanların yanı sıra yabani türler içinde % 10,71oranıyla
kızıl geyik, karaca ve alageyikler oluşturmuştur. ETÇ II’ye tarihlenen I. ve II. tabakalarından elde
edilen hayvan kemikleri besin ekonomisinde evcil hayvanların baskın olduğunu ve yerleşmede
en çok tüketilen hayvan türünü koyun ve keçiler oluşturduğunu göstermiştir. Yabani hayvanlar
sayıca az olup, av hayvanları arasında geyikgillerin sayısı dikkat çekicidir. Dolayısıyla beslenme
ekonomisine av hayvanlarının katkısı oldukça azdır.
24 Ekim 2019
DENTAL ANTROPOLOJİ Başkan: Serkan Şahin
Isparta Yalvaç Bizans Dönemi Diş Varyasyonları
Derya Eryılmaz, Fatma Arzu Demirel
Burdur Mehmet Akif Üniversitesi
Isparta İli Yalvaç İlçesi’nde 2013 ve 2014 yıllarında gerçekleştirilen kurtarma kazılarında
saptanan ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen mezarlardan ele geçirilen 51 adet iskelet ve yol
tahribatından ele geçen 1 kadına ait iskelette çevresel ve kalıtsal nedenlerden kaynaklanan ve
popülasyonların birbirleriyle benzerlik ve farklılıklarını gösteren 15 adet diş varyasyonu tespit
edilmiştir. Bu çalışma, arkeolojik toplumlarda nadir rastlanan olgular olan diş varyasyonları ile
ilgili bilgi verilmesi ve ilgili verilerden yola çıkarak topluluğun yaşam kalitesi açısından diğer
Bizans dönemi Anadolu topluluklarından belirgin bir fark gösterip göstermediğini saptamak
amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Bu çalışmanın materyalini Isparta İli Yalvaç İlçesi’nde 2013 ve 2014 yıllarında gerçekleştirilen
kurtarma kazılarında saptanan ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen mezarlardan ele geçirilen 51
adet iskelet ve yol tahribatından ele geçen 1 adet kadına ait iskelet oluşturmaktadır. Toplulukta
erişkin yaş altı 2 bebek (% 4), 2 çocuk (% 4) ve 2 adölesan (% 4) ve 45 adet (% 88) erişkin birey
bulunmaktadır. Toplulukta 16 kadın, 23 erkek ve 9 adet de cinsiyeti belirlenemeyen erişkin
birey bulunmaktadır. Ayrıca yol tahribatından ele geçmiş erişkin bir kadına ait olan bir adet
iskeletin dişinde görülen varyasyon da bu çalışmaya dahil edilmiştir. Mevcut iskeletlerde üst
çeneye ait 274, alt çeneye ait 316 toplam 590 adet daimi ve 14 adet süt dişi olmak üzere toplam
604 adet diş bulunmaktadır. Bu bireylere daimi dişlerden üst çeneye ait 94, alt çeneye ait 61
olmak üzere toplam 15 adet dişte varyasyonlar tespit edilmiştir. Bu dişlerden maxillaya ait olan
5 tanesi izole şekilde ele geçirilmiştir. 150 adet diş ise alveollerinde korunmuş şekildedir.
Mevcut iskelet topluluğundan ele geçen iskeletlerin incelenmesi sonucunda bu toplulukta
gömülü diş, mikrodonti, kürek-şekilli kesici diş, pozisyon sapması, dilaserasyon, kök eğriliği,
talon tüberkülü, mandibular torus, çıkmamış kalıcı diş başlıkları altında toplanabilir. Diş
varyasyonları, çevresel ve kalıtsal nedenlerden kaynaklanmakta ve popülasyonların birbirleriyle
benzerlik ve farklılıklarını göstermektedir. Ayrıca fiziksel ve kültürel çevrenin etkileri
konusunda bilgi verme potansiyeline sahiptir. Bu toplulukta, diş varyasyonlarının yanı sıra,
postkraniyal iskeletlerde de iskelet gruplarında kalıtsal ve biyolojik yakınlıkların
belirlenmesinde kullanılan epigenetik karakterler oldukça sık gözlemlenmiştir. Buna göre,
topluluğun nispeten kapalı bir grup olması muhtemel görünmektedir.
Çürük Sıklığının Sınıflaması Üzerine Bir Deneme
Meliha Melis Koruyucu, Yılmaz Selim Erdal
Hacettepe Üniversitesi
Diş çürüğü, karbonhidratlı besinlerin fermantasyonu sonucu ağız içi pH derecesinin düşmesine
neden olan organik asitlerin diş dokularını demineralize etme süreci olarak tanımlanmaktadır.
Tüketilen besin türleri ile sıkı ilişkisi sebebiyle diş çürükleri, eski insan topluluklarının beslenme
alışkanlıklarını, özellikle de diyetlerindeki karbonhidrat ve protein dengesini belirlemede
oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Anadolu eski insan topluluklarında diş çürüğünü ele alan
birçok çalışma bulunmasına rağmen çürük sıklıklarıyla ilgili değerlendirmelerde herhangi bir
standardın olmadığı dikkat çekmektedir. Benzer sıklıklara sahip olan topluluklardan bazılarının
çürük sıklığı “yüksek” olarak değerlendirilirken diğerlerinin ise “düşük” olduğu belirtilmektedir.
Bu bağlamda, hangi değerin “düşük” hangisinin “yüksek” olduğunu anlamak için bir standarda
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmanın amacı, çürük sıklığının sınıflaması konusunda bir
standardizasyon belirlemeye çalışmaktır.
Çanak Çömleksiz Neolitik dönemden Yakınçağ’a kadar uzanan bir zaman diliminde Anadolu’da
yaşamış eski insan topluluklarına ait çürük sıklıkları değerlendirilmiş, çürük sıklıkları farklı
yöntemlerle derecelerine göre sınıflandırılmıştır.
Anadolu eski insan topluluklarına ait en düşük ve en yüksek çürük sıklıkları belirlenerek
ortalama bir değer tespit edilmiş, en yüksek değerin ilk ve son %10’luk kısımları sırasıyla en
düşük ve en yüksek değerler olarak kabul edilmiştir. Geri kalan %80’lik kısım ise eşit şekilde üçe
bölünerek çürük sıklıkları kademeli olarak “çok düşük”, “düşük”, “orta”, “yüksek” ve “çok
yüksek” olarak sınıflanmıştır. Bu çalışma sonucunda önerilen sınıflamanın Anadolu’da yaşamış
eski insan topluluklarına ait çürük sıklıklarının “düşük” , “orta” ya da “yüksek” olarak
değerlendirilmesine ilişkin bir standardizasyon sağlayacağı düşünülmektedir. Dahası, önerilen
bu sınıflama ile elde edilecek standardizasyon, toplulukların karbonhidrat mı yoksa protein
ağırlıklı mı beslendikleri konusunda daha sağlam değerlendirmelerde bulunulmasını, dolayısıyla
beslenme alışkanlıklarının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Kureyşler Barajı Kurtarma Kazıları Geç Doğu Roma İskeletlerinde Diş ve Çene
Patolojileri
Selcen İlbey, Ahmet Cem Erkman
Ankara Üniversitesi
Geç Doğu Roma Dönemine tarihlendirilen Attepe ve Dereköy iskeletlerine ait dişler, diş ve çene
patolojileri yönünden incelenmiştir. Bu çalışmada; diş çürüğü, apse, aşınma, periodontal
hastalıklar, diş taşı, hypoplasia ve antemortem diş kaybı (AMDK) gibi patolojik lezyonlar
araştırılarak her iki topluluğa ait beslenme, ağız hijyenleri, sosyo-ekonomik durumları, stres
göstergeleri gibi yaşam şekillerini anlamaya yönelik çıkarımlar yapılmıştır. Amaç: Attepe ve
Dereköy topluluklarında diş ve çene patolojilerine bakılarak toplulukların beslenme profilleri,
geçirdikleri olası hastalıklar ve günlük aktivitelerle olan ilişkilerinin ortaya konulması
amaçlanmıştır. Elde edilen sonuçlar Anadolu’da yaşamış eski insan topluluklarıyla
karşılaştırılarak aralarındaki benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmuştur.
Bu çalışmada Kütahya ilinde bulunan ve Geç Doğu Roma Dönemine tarihlendirilen Attepe
popülasyonundaki 34 erişkin bireye ait 447 daimi diş ve Dereköy popülasyonundaki 17 erişkin
bireye ait 270 daimi diş incelenmiştir. Diş çürüklerinin tespitinde Brothwell (1981) ve Hillson
(2005), diş taşı derecelendirmesinde Brothwell (1981) ve Hillson (1996), diş aşınma
derecelendirilmesi Bouville vd. (1983), apse oluşumu, hypoplasia, AMDK ve periodontal
hastalıkların belirlenmesinde Brothwell (1981)’den yararlanılmıştır. Daimi dişlerde
gözlemlenen patolojik oluşumların cinsiyet ve yaşa bağlı istatistiksel değerlendirmeleri için SPSS
23 programı kullanılmıştır. Diş patolojileri arasındaki ilişkinin istatistiksel olarak analizi için Ki-
Kare (Chi-Square) testi kullanılmış ve korelasyon analizi yapılmıştır.
Attepe topluluğundaki diş patoloji oranları 447 daimi diş ve 618 soket üzerinden
değerlendirilmiştir. Çürük % 13.77, apse % 0.81, periodontal hastalıklar % 68.18, diş taşı %
13.07, hypoplasia % 17.98 ve AMDK % 22.33 oranındadır. Dereköy topluluğunda ise 270 daimi
diş ve 298 soket üzerinden değerlendirilerek; çürük % 12.88, apse % 2.01, periodontal
hastalıklar % 80, diş taşı % 3.83, hypoplasia % 23.28 ve AMDK % 5.37 oranında bulunmuştur.
Her iki topluluğun da aşınması derecesi 3 ve 4 ölçeğindedir. Attepe ve Dereköy topluluklarındaki
diş ve çene patoloji verileri, bu toplukların kısmen tarıma kısmen de hayvancılığa dayalı bir
sosyo-ekonomik yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Hypoplasia patolojisinin düşük
oranlarda ve hafif şiddette seyretmesi yetişkin bireylerin erken çocukluk dönemlerinde daha az
fizyolojik strese maruz kaldıklarını işaret etmektedir. Her iki toplulukta da belirli patoloji
oranlarında cinsiyete ve yaşa bağlı farlılıklar tespit edilmiştir. Bulgular çağdaşları olan diğer Eski
Anadolu Topluluklarıyla karşılaştırıldığında ağız ve diş sağlıklarının iyi durumda olduğu ve
yeterli besin tükettikleri gözlemlenmiştir.
Bir Stres Göstergesi Olarak Lineer Mine Hipoplazilerinin Kütahya Domaniç
İskeletlerinde Değerlendirilmesi
Sevgi Tuğçe Gökkurt
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Disiplinler arası bir çalışma konusu olan stres, incelenen topluluklarda biyolojik tepkiler
hakkında genellemelerden, sosyal çevreleri sağlığa bağlayan araştırmaların birçoğunu içeren
geniş bir alana yayılmıştır. İskelet çalışmalarında değerlendirilen ve stres göstergelerinden
yalnızca bir tanesi olan lineer mine hipoplazileri; sağlık sorunları, yaşam standartları, yetersiz
beslenme ve hastalık gibi pek çok faktöre bağlı olarak oluşabilmektedir. Dolayısıyla toplumların
yaşam koşulları, çevre ile ilişkisi ve hayat standartları ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Bu
çalışmadaki temel amaç, Domaniç insanlarının büyüme-gelişme sürecini etkileyen stres
faktörlerinin şiddetleri, yaşandığı dönemler ve etkileri açısından değerlendirilmesidir. Bu sayede
topluluğun bebek ve çocukluk döneminde maruz kaldıkları olumsuz koşullar değerlendirilerek
topluluğun büyüme çalışmalarına katkı sağlanması amaçlanmıştır.
Bu amaç doğrultusunda Domaniç ilçe merkezindeki Hisar Mahallesi’nde yer alan ve MS 4-5. Yy’a
tarihlendirilen Anıtsal Tonozlu Mezar Odasına ait toplam 506 daimi diş lineer mine hipoplazileri
kapsamında değerlendirilmiştir. Lineer mine hipoplazilerin şiddetlerin Brothwell (1981)’in
sınıflandırmasına göre değerlendirilmiştir. Her bir bant sayısı çalışma formunda not edilerek
tekrarlanma sıklıkları belirlenmiştir. Belirlenen lineer mine hipoplazilerinin mine-sement
sınırından defekte olan uzaklığı belirlenerek çalışma formuna not edilmiştir. Biyolojik yaşlar,
Reid ve Dean (2000;2006)’ın veri setleri esas alınarak hesaplanmıştır.
Değerlendirilen 506 daimi dişin % 17,19’unda lineer mine hipoplazisi tespit edilmiştir. Tespit
edilen lineer mine hipoplazilerinin beş banda kadar örneklerinin gözlendiği; ancak ağırlıklı
olarak lineer hipoplazilerin % 58,6’sının tek bant olarak gözlendiği belirlenmiştir. Ayrıca şiddet
derecelerine göre sınıflandırıldığında lineer mine hipoplazisi tespit edilen dişlerin % 72,4’ünün
hafif dereceli olduğu gözlenmiştir. Biyolojik yaş verileri ise hipoplazilerin yoğun olarak 4-4,5 ve
5-5,5 yaş aralıklarında yaşandığı sonucunu vermektedir.
Konu ile ilgili literatür göz önüne alındığında bu dönemlerin yeni kontaminasyon ortamlarına
maruz kalma, sosyalleşme ve çevresel faktörler sonucu hastalık riskinin arttığı bir sürece işaret
ettiği bilinmektedir. Dolayısıyla belirlenen stres süreçleri sosyalleşmeye bağlı olarak
açıklanmaktadır. Ayrıca topluluk içinde ağırlıklı olarak gözlenen hafif dereceli hipoplazi şiddeti
ve tek bant düzeyinde gözlenen tekrarlanma süreci bu dönemin ağır tahribatlar yaratmadığı
görüşünü desteklemektedir.
24 Ekim 2019
GÖMÜ GELENEKLERİ Başkan: Kameray Özdemir
Güneydoğu Anadolu’da Orta PPNB Dönem Ölü Gömme Adetleri: Boncuklu Tarla
Örneği
Ergül Kodaş
Mardin Artuklu Üniversitesi
Yukarı Dicle Havzası Neolitikleşme süreci üzerine olan bilgilerimiz Ilısu Barajı inşaat çalışmaları
sırasında tespit edilen ve kazısı yapılan yerleşim yerleri sayesinde gidererek artmaktadır. Bu proje
kapsamında Mardin Dargeçit İlçesi’ne bağlı, Ilısu Barajı’na ismini de veren, Ilısu Köyü sınırları
içerisinde tespit edilen ve kazısıdevam etmekte olan Boncuklu Tarla yerleşim yeri de Yukarı Dicle
Havzası Çanak-Çömleksiz Neolitik Dönem kronolojisi ve kültürleri üzerine önemli bilgiler
vermektedir. Bu bağlamda Boncuklu Tarla’da açığa çıkarılan çok sayıdaki insan kalıntısı Yakındoğu
Neolitik Dönem ölü gömme geleneklerinin incelenmesi için yeni bilgiler vermesi açısından ayrı bir
öneme sahiptir. Ölü gömme adetleri açısından bakıldığında ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde
bulunan Orta PPNB Dönemi yerleşimlerinde çok az sayıda tespit edilen iskelet kalıntıları ile temsil
edilmektedir. Bu döneme tarihleneniskelet kalıntıları çoğunlukla Çayönü’nde açığa çıkarılan Kafataslı
Bina’da ve Nevali Çori, Akarçay Tepe, Mezraa Teleilat ve Cafer Höyükte evlerin içerisinde açığa
çıkarılan kısıtlı sayıdaki insan kalıntıları ile sınırlıdır. Yakındoğu’da Orta PPNB Dönem ölü gömme
adetlerine genel olarak bakıldığında ise kendi içerisinde bölgesel olarak çeşitlilik gösterdiği
görülmektedir. Bu bağlamda, Boncuklu Tarla’da tamamı evlerin içerisinde bulunan mezarlar
Yakındoğu’da Çanak-Çömleksiz Neolitik Dönem B evresi ölü gömme adetlerinin incelenmesi için en
önemli veri kaynaklarından birini oluşturmaktadır.
2017 kazı çalışmaları sırasında yerleşim yerinde Orta PPNB Dönem tabakalarında açığa çıkarılan,
100’e yakın yetişkin ve çocuk bireyin gömüldüğü, mezarların tamamı mekân içi gömü niteliğindedir.
Söz konusu mezarlarda tespit edilen insan kalıntıları içerisinde birincil gömülere ait olanlar
çoğunlukta olmakla birlikte ikincil gömülerin ve hatta kafatası kültüne ait olabilecek izole
kafataslarının bulunduğu mezarlar da tespit edilmiştir.
Yerleşim yerinde tespit edilen mezarlarda tekli, ikili, üçlü gömüler yoğun olmakla birlikte yedi ve
daha fazla bireyin gömüldüğü çoklu mezarlar tespit edilmiştir. Söz konusu mezarlardaki bireylerin
bir bölümünün anatomik pozisyonlarını daha sonradan yapılan gömüler nedeniyle tamamen veya
kısıtlı olarak kaybetmiş oldukları görülmektedir. Bunun yanı sıra bazı mezarlarda izole kafataslarının
olması ikincil gömü geleneğinin önemli bir parçası olan kafatası kültünün uygulanmış olduğunu
kanıtlamaktadır. Mezar hediyeleri için yaş ve cinsiyetbağlamında henüz net bir farklılık tespit
edilmemiş olmamakla birlikte 1-5 yaş arası çocuklara ait olan mezarlarda diğer mezarlara oranla
daha fazla süs eşyası (boncuk) bulunmaktadır. Yerleşim yerinde yapılan kazılar ve elde edilen bilgiler
de Güneydoğu Anadolu Neolitikleşme süreci üzerine hem, kültürel, sosyal ve inançsal hem de
kronolojik anlamda çok önemli sonuçlar vermekte ve yeni bilimsel çalışma alanlarına ve yorumlara
zemin hazırlamaktadır. Yerleşim yerinde tespit edilen mezarların ölü gömme adetleri bağlamında
göstermiş olduğu çeşitlilik ve mezarların bulunduğu alanların köy-mekan organizasyonu içerisindeki
dağılımları hem ölü gömme adetleri hem de yerleşimin Orta PPNB Dönemde sahip olduğu köy-mekan
organizasyonları hakkında önemli bilgiler vermektedir ve bölgenin Orta PPNB Dönem ölü gömme
adetleri üzerine yapılacak olan antropolojik ve arkeolojik çalışmalara yeni bir dinamik katmaktadır.
The Neolithic Human Burials from Tappeh Sang-e Chakhmaq, Iran
Yuko Miyauchi
University of Tsukuba, Japan
Tappeh Sang-e Chakhmaq is situated in Northeastern Iran, at the southeastern foot of the Alborz
Moutain range. Within the several mounds consisting the site, two main prehistoric mounds;
West Tappeh (7200-6600 cal BC) and East Tappeh (6300-5200 cal BC), were excavated in 1971,
1973, 1975, and 1977. From this site, more than140 individuals were excavated from the
settlement. As new methods have developed since the excavation, and more sites has been
excavated from the region, re-examination of these materials will give valuable insights to the
burial practice in this region. This study will re-examine the human remains and burial practice
of Tappeh Sang-e Chakhmaq.
The material is human remains excavated from Tappeh Sang-e Chakhmaq during1971 to 1975.
This study will proceed with the following steps; (1) estimation of preservation status, (2) age-
at-death estimation, (3) sex estimation (adults only), (4) observation of pathological features,
(5) comparing the burial features.
Within the 124 individuals from Tappeh Sang-e Chakhmaq, 102 were subadults (under 20
years) and 22 were adults (over 20 years). Furthermore, around 80 % of these subadults were
perinatal/neonatal or foetal. The oldest subadult was 6-7 years old. There was no difference in
age-at-death distribution between West and East Tappeh. However, some difference in burial
practice between West Tappeh and East Tappeh was observable. Some of the subadults and
adults showed pathological features. The age-at-death distribution from Tappeh Sang-e
Chakhmaq indicates high perinatal/neonatal mortality. Furthermore, the number of subadults
are significantly larger than adults, and there is no individual between 7 to 20 years, which
suggests that there was difference in burial location between subadults and adults. Although
there are some differences, the burial practice was common between West and East Tappeh.
Hasankeyf Höyük’teki Ölü Gömme Uygulamaları
Megumi Tashiro, Osamu Kondo, Yutaka Miyake
Hacettepe Üniversitesi
Ölü gömme geleneği yerleşik yaşamla birlikte insan topluluklarının en fazla ilgilendiren
ritüellerden biri olmuştur. Gömü sonrası ölü gömme uygulamaları arasında kemiklerin
boyanması, özellikle Yukarı Dicle bölgesinde görülen bir uygulamadır. Bu çalışmada iskeletlerde
saptanan kırmızı ve siyah boyaların uygulanma biçimi ele alınmaktadır. Hasankeyf Höyük’teki
iskeletler üzerinde saptanan boyaların ölüler üzerinde nasıl uygulandığının belirlenerek,
Neolitik dönemde, Hasankeyf Höyük’te defin ve defin sonrası işlemlerin yeniden
yapılandırılması amaçlanmaktadır.
Bu çalışmada Hasankeyf Höyük’ten gün ışığına çıkartılan 133 iskelet makroskobik olarak
incelenmiştir. Mezarlar ele geçtiği mekandaki konumları, mezar eşyalarının ile ilişkileri, alandan
elde edilen veriler, fotoğraflar aracılığı ile incelenmiştir.
Hasankeyf Höyük'ten çıkan 133 iskelet içinde %30 iskelet üzerinde kırmız ve siyah boyalı
iskeletler bulunmuştur. Boyalarda bant ve çizgi şeklindedir ve iskelet üzerine doğrudan
boyanmışlar. Mezardan çıkan boyalı iskeletler, çoğullarda birincil mezar durumdadır. Boyalı
iskeletlerde yaş ve cinsiyetin eğilimi yoktu. Boyalı iskeletlerin mezarında çok zengin mezar
eşyaları mevcut değildir.
Hasankeyf Höyük’te Neolitik döneminde görülen özel mezar töreni olarak boyalı iskeletler
bulunmaktadır. Fakat kafatasının alınması (skull removal), sıvalı kafatası ya da kafatası gömüleri
(skull cash) gibi ikincil mezar uygulamaları yoktur. İskeletler çoğunlukla birincil mezar durumda
ele geçmiş ve bant ya da çizgi gibi belirgin boya şekilleri kalmıştı. O nedeniyle Hasankeyf
Höyük’te insanlar öldüğü zaman tam iskeletleşme olmadan önce cenaze tören bitmemiş,
iskeletleşme tam bittiği zaman kemik üzerine boya konulduğu belirlenmiştir. Boyalı iskelet
yapımı amacı, cenaze töreni tam bitirmiş yani ölüm işareti olarak kullanıldığı sonucuna
ulaşılmıştır.
Ionia Bölgesinde Kremasyon Uygulaması
Pelin Taş Kuşçu, Celal Şimşek
Ankara Üniversitesi
Anadolu’da genel olarak bilinen iki gömü uygulamasından söz etmek mümkündür. Bunlardan
ilki, ölünün beden bütünlüğünün korunarak toprağa veya mezar yapısına gömüldüğü
inhumasyondur. İnhumasyon gömüler basit toprak mezardan anıt mezara kadar her türlü alana,
görece kolay ve zahmetsiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu sebeple geniş bir mekân ve zaman
aralığında uygulandığını söylemek mümkündür. Bir diğeri ise, yakılarak beden bütünlüğünün
kısa zamanda yok olmasını amaçlayan kremasyondur. Gerek kazı alanlarından ele geçen
kalıntılarda gerekse Antik döneme ait edebi eserlerde kremasyonun yoğun olarak kullanılan bir
ölü gömme biçimi olduğu görülmektedir. Kremasyonun ne zaman ortaya çıktığı, nasıl
uygulandığı ve amaçları konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ancak antropolojik ve
arkeolojik kalıntılar, kremasyonun yalnızca bir gömü biçimi olarak değil, aynı zamanda bir
‘gelenek’ olarak ele alınması gerektiğine işaret etmektedir. Bu çalışmada, Ionia Bölgesindeki
yakarak gömme uygulaması, arkeolojik buluntular ve paleoantropolojik veriler kapsamında ele
alınacaktır. Bu çalışma, Antik Dönem’de Ionia Bölgesindeki kremasyon geleneğinin ortaya çıkışı
ve gelişimine yer vermeyi amaçlamaktadır.
Çalışmada, nekropol kazıları yapılan veya mezarlarla ilgili çalışmaların yer aldığı kentlerden
Baklatepe, Panaztepe, Miletos, Erythrai, Teos, Klazomenai, Symrna, Phokaia, Kolophon ve Notion
kentlerindeki kremasyon uygulamaları ele alınacaktır. Çalışmanın metodunu literatür taraması
oluşturmaktadır.
Ionia Bölgesinde kremasyon geleneği, ilk olarak Geç Tunç Çağı’nda görülmeye başlamıştır. En
erken Baklatepe ve Panaztepe yerleşimlerinde karşımıza çıkan kremasyon mezarlar, birincil ve
ikincil tipteki yakma biçimleriyle temsil edilmektedir. Protogeometrik ve Geometrik Dönem’le
birlikte, kremasyon Ionia kentlerinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Bunun en güzel örneği
Klazomenai’de görülmektedir. Hellenistik ve Roma Dönemi’ndeki kremasyonlar ise Phokaia,
Miletos ve Ephesos kentlerindeki mezarlarla temsil edilmektedir.
Ionia Bölgesindeki gömü biçimlerini ise inhumasyon ve kremasyon oluşturmaktadır. Her iki
gömü biçiminin de, Geç Kalkolitik Dönem’den itibaren uygulandığı görülmektedir.
Protogeometrik Dönem’in sonları ve Geometrik Dönem’in başlarında kremasyon hızla
yaygınlaşmıştır. Arkaik Dönem’de ise inhumasyonun yavaş yavaş kremasyonun yerini aldığı
görülmektedir. Bu durum, lahit mezarların popülerlik kazanması ile bağlantılı olarak
değerlendirilebilir. Klasik, Hellenistik ve Roma Dönemlerinde de, her iki gömü tipi bir arada
uygulanmaya devam etmiştir.
Eski Azerbaycan Yoplumlarında Ölü Gömme Gelenekleri ve Anadolu Etkisi
Ulkar Allahverdiyeva
Ankara Üniversitesi
Toplumlarda zamanla gelişen mezar kavramının çeşitli kültürlere ve dönemlere göre
farklılaşmasıyla, farklı mezar tipleri meydana çıkmış ve toplumların ölü gömme geleneklerinin
sosyokültürel yapılarını ve ölüme bakış açılarını anlamak için incelenmeye ve değerlendirilmeye
başlanmıştır. Bu çalışmada Anadolu ve Azerbaycan’ın Geç Tunç-Erken Demir devrine ait ölü
gömme gelenekleri göz önünüde bulundurularak, bu konu üzerinde karşılaştırmalar yapılmıştır.
Her iki bölgedeki ölü gömme biçimleri ele alındıktan sonra, aynı zaman dilimi içindeki
farklılıklar ve birbirleriyle olan benzerlikleri karşılaştırılarak aralarında kültürel bağ ve
etkileşim olup olmadığı tartışılmıştır.
Azerbaycan nekropolislerinden elde edilen veriler, diğer bölgelerdeki mezar veya mezarlıklarla
ölü gömme adetleri açısından ve mezar hediyeleri baz alınarak karşılaştırılmış, mezarların kronolojik durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Karşılaştırmalar yapılırken coğrafi ve
kronolojik kıstaslar göz önünde tutulmuş, diğer bölgelerde saptanan paralel uygulamalar ve örnekler de göz önünde tutularak bir çerçeve oluşturulmuştur.
Çalışmada her iki bölgedeki gömme biçimleri ele alındıktan sonra, aynı zaman dilimi içindeki
farklılıklar ve birbirleriyle olan benzerlikleri karşılaştırılarak aralarında kültürel bağ ve
etkileşim olup olmaması öğrenilmiştir. Her iki bölgede benzer ve farklı mezar türlerine
rastlanılmıştır. Örneğin, küp mezarlarda yön birliği olmaksızın çift küp mezarlar Anadolu
bölgesinde uygulanırken, Azerbaycan’da ikinci ürün olarak küp değil, diğer bir seramik ürünü
kullanılmıştır. Buna karşın her iki bölgede de içerisinde gömü olmaksızın çeşitli sebeplerle başka
alanlarda ölmüş / kaybolmuş bireyler için yapılmış simgesel mezarların da yapıldığı
gözlenmiştir.
24 Ekim 2019
ZOOARKEOLOJİ - II Başkan: Handan Üstündağ
Derekutuğun Madenci Yerleşim Yerinin Tunç Çağlarında Beslenme Alışkanlıkları
Can Yümni Gündem, Sultan Sarı
Batman Üniversitesi
Çalışmanın konusu Derekutuğun’da çıkarılan hayvan kemiklerinin incelenmesi ve bu veriler
ışığında günümüz Çorum’da Tunç Çağında yaşamış madenci topluluğunun bilinmeyen beslenme
alışkanlıklarını ortaya koyup, bölgedeki diğer aynı dönemsel yerler ile karşılaştırmaktır.
Çalışmanın amacı ise Derekutuğun’da yaşamış madencilerin besicilik ve beslenme
alışkanlıklarını ortaya koymak olarak ifade edilebilir.
Derekutuğun Kazılarından Tunç Çağlarından çıkarılan hayvan kemikleri. Görsel tanımlama
metotları ışığında malzeme incelenmiş ve veri bankasına girilmiştir. Bu metotları kısaca burada
tekrarlamak gerekirse; hayvan kemiklerinin türleri belirlenmiş, adet olarak sayılıp
gruplandırılmış, insanların et ihtiyaçlarına katkılarını hesaplayabilmek için tanımlanan ve
tanımlanamayan bütün hayvan kemiklerinin dijital terazide ağırlıkları alınmıştır. Ölçümleri
alınabilen hayvan kemiklerin ölçülmüş ve hayvanların kesim yaşlarını anlayabilmek için hem
eklem durumları hem de diş yüzeyi aşınması seviyeleri hesaplanmıştır. Patolojik ve insan
modifikasyonları (kasaplık, yanık izleri, vb.) fotoğraflanıp, not edilmiştir. İncelenen malzeme
grubu daha sonra bölgede bulunmakta olan dönemsel yerleşim yerleri ile karşılaştırılmıştır.
Derekutuğun’da tespit edilmiş evcil ve yabani türler: Farklı adetlerde tanımlanmış evcil türler;
köpek, koyun, keçi, domuz, sığır ve eşek/katır. Az sayıda tanımlanan yabani türler ise ağırlıklı
olarak geyik türleridir. Derekutuğun’da tespit edilen türler bize tipik bir İç Anadolu Tunç Çağı
yerleşimi faunası sunmaktadır. Derekutuğun’da en çok beslenen hayvan koyundur ama et
ihtiyacı üç ana tür eşit düzeyde karşılamaktadır; sığır-domuz-koyun. Özellikle İTÇ-III Döneminde
Derekutuğun’daki beslenme alışkanlığı ile diğer yerleşimler farklılık gösterir. Eşek mi yoksa
katır mı sorusuna tam cevap bulunamamış olsa dahi; bu bize bakır cevherinin çıkarıldığı ve
işlendiği Derekutuğun’un çok önemli bir ticaret ağının başlangıç noktası olduğunu
göstermektedir.
Ritüel Uygulamaların Zooarkeolojik Açıdan Ele Alınması: Tatıka Erken Tunç (I-II)
Çağı Örneği
Derya Silibolatlaz Baykara
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Zooarkeoloji bilimi, kısaca arkeolojik alanlardan bulunan hayvan kemik kalıntılarını
incelemekte, faunayı tanımlamakta, insanın çevresiyle ve hayvanlarla arasındaki ilişkinin
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu çalışmada, Tatıka Erken Tunç Çağı I-II (ETÇ I-II) mezarlığı ve
mezarlarla ilişkili yapılardan ele geçen hayvan kemiği kalıntıları yardımıyla, ölü gömme ve anma
ritüellerinin daha iyi anlaşılması hedeflenmektedir. Ilısu ve HES Projesi inşaat sahasındaki
kurtarma kazılarından bir tanesi olan Tatıka, Dicle vadisinin doğu kıyısında yer alır. Mimari
kalıntılardan anlaşıldığı kadarıyla Tatıka’da ölü ritüellerine ilişkin uygulamaların yapıldığı
belirtilmiştir.
Çalışma kapsamında, ölü yemeği artığı olan hayvan kemiği kalıntıları tanımlanmıştır. Böylece,
geçmiş dönem Tatıka halkı tarafından hangi hayvan türlerinin ölü gömme ve anma törenlerinde
sıklıkla tercih edildiği ortaya çıkarılmıştır. Üç kazı sezonunda (2013-2016 yılları) toplam 1542
kemik, diş ve boynuz kalıntılarına ulaşılmıştır. Toplanan 1471 kemiğin cins ve tür bazında
tanımlanması yapılmış olup, 71 tanesi orta boy ve büyük boy memeliler grubuna dahil edilerek
tanımlanamayan grubu oluşturmuştur. Hayvan kemiği kalıntılarına bakıldığında evcil memeli
grubunun faunada oldukça baskın olduğunu görmekteyiz, bunun yanında az sayıda yabani
hayvan da tespit edilmiştir. Bu çalışmalar yapılırken cins / tür tanımlaması yapılamayan ancak
boyutlarına göre sınıflandırılan orta ve büyük boy memeli grubu hesaplamaya katılmamıştır.
Genel olarak faunaya baktığımızda koyun / keçi, domuz ve sığır en çok ele geçen hayvan
grubunu oluşturmaktadır. Yaban hayvanlarından ise en çok geyikler tercih edilmiştir. Yaban
hayvanları grubu evcil memelilere göre daha az çeşitlilik göstermektedir.
Anadolu’daki zooarkeolojik çalışmaları incelediğimizde hayvancılık yapan toplumların
ekonomilerinin çoğunlukla koyun, keçi, sığır ve domuza bağlı olduğu görülmektedir. Genel
olarak bu çalışma kapsamında incelenen arkeolojik ritüel alanlarında da faunanın benzer olduğu
gözlenmiştir. Sıklıkla koyun, keçi, sığır ve domuz gibi temel besin kaynaklarının ölü gömme
törenlerinde tercih edilmesindeki amaç, ölen kişinin ruhunun diğer dünyada da bu hayvanlarla
beslenmesi olabilir. Arkeolojik ritüel alanlarından ele geçen hayvan kemiklerinin yoğunluğunu
ve çeşitliğini anlamak, düzenli olarak yapılan ölü anma törenlerini anlamak için oldukça
önemlidir. Kemikler üzerindeki kesim ve yanık izleri ise kurban edilen hayvanlar için yapılan
uygulamaları aydınlatmaktadır. Bunlar mezarlık alanında kurbanın parçalanıp tüketilmesi,
orada haşlanarak yenmesi ve kalıntıların mezarlık alanlarına bırakılması, özel kuyulara
gömülmesi veya mezara özenle yatırılmaları şeklinde olabilir. Hangi hayvan türü seçilirse
seçilsin buradaki amaç ölen kişi için tanrıya sunulan hediye olmuştur ve bu hediye ölü ruhunun
diğer dünyadaki yaşamı için hizmet etmektedir. Geyiklerin ve yeni doğan koyun / keçilerin en
çok bebek mezarlarından gelmesi bu mezarlara diğer yetişkin mezarlarından farklı uygulamalar
yapıldığını göstermektedir. Bebek ve çocuk mezarlarında yenen ölü yemeklerinin ölümden
sonraki yaşamla ilgili olabileceği gibi, yaşayan bebeklerin korunması için de uygulanıyor
olmasını akla getirmektedir.
Tek Türlü Değil, Çok Türlü Bir Dünyadır: Zooarkeoloji’de Antrozoolojik
Yaklaşımlar
Abu Bakar Siddiq
Mardin Artuklu Üniversitesi
Zooarkelojik yorumlamalarda bütünsel bir yöntem uygulaması çalışmanın konusunu
oluşturmaktadır. Çalışma, arkeofaunaların incelenmesinde insan merkezli düşüncelerin aksine,
çok türlü bir dünya düşüncesi önermeyi amaçlamaktadır.
Çalışmanın temelinde, geçmiş insanlarla diğer hayvanların ilişkisini anlamak için günümüzde
ortaya çıkan Antrozoolojik düşünceler vardır. Zooarkeolojik çalışmaların amaçlarının yanı sıra
etnografik verilerin yardımıyla insanlar ile diğer türlerin soyut ilişkileri de incelenmiştir.
Hem tarih öncesi hem de tarihi yerleşmelerden elde edilen hayvan kalıntıları, çoğu zaman çeşitli
aletler ve objeler gibi yalnızca insanlar tarafından kullanılan doğal bir kaynak olarak
yorumlanmaktadır. Bu durum, insan ve diğer hayvanlar arasında soyut ilişkileri geçerek yalnızca
somut ilişkilerin kaydedilmesine yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla zooarkeoloji’deki bu bakış
açısı, günümüz dünyası üzerinde ‘Antroposen’ dönemin olumsuz etkilerini daha da
güçlendirmeye teşvik etmektedir. Fakat etnografik kaynaklar ile birlikte hem doğa tarihi hem de
hayvan davranışlarına baktığımızda, insan dâhil tüm hayvan türlerinin etkileyici ve son derece
birbirine bağlı ilişkilerde olduğu görünmektedir. Bu durum insan merkezli “hayvansal topluluk”
bakış açısının aksine, diğer türlerle doğadaki bir tür olan “insan”ların ilişkisinin yeniden
incelenmesi ihtiyacını oluşturmaktadır. Paleontoloji, paleoantropoloji ve zooarkeoloji dâhil
olmak üzere, doğa tarihini inceleyen bilim dallarının temel amacı, insanoğlunun yaşamını
sürdürmek için daha uygun bir dünya düzenine destek sağlamaktadır. Fakat temel fark şu ki,
paleontoloji, doğa tarihi çalışmalarında bir birey olarak tüm türlere aynı önemi verirken,
paleoantropoloji ve zooarkeoloji ile birlikte, antropolojinin tüm dalları yalnızca insanı merkeze
alarak sorunsalları oluşturmaktadır. Öte yandan Antrozooloji, hem insan hem de diğer
hayvanların etkileşimlerini incelenmekte, iki taraflı ‘ilişki’lere odaklanmaktadır. Bu nedenle,
insanoğlunun oluşumu, gelişimi ve bu gelişiminde diğer hayvanların rollerini incelemek için,
zooarkeoloji’de çok türlü bir dünya düşüncesiyle birlikte insan-hayvan arasındaki iki taraflı
ilişkilerin incelenmesi son derece önem arz etmektedir. Bu biçimli düşüncelere odaklanarak
yöntem ve yorumlamaları oluşturması sayesinde, zooarkeoloji ‘Antroposen’in olumsuz etkilerini
azaltarak yaşamakta olan uygun bir dünya oluşumuna yardımcı olacaktır.
Anadolu’nun Demir Çağı Zooarkeolojisi
İlkem Gürgör, Derya Dilibolatlaz Baykara, İsmail Özer
Ankara Üniversitesi
Bu çalışmanın konusunu, Anadolu Demir Çağı arkeolojik alanlarından elde edilen zooarkelojik
verilerin değerlendirilmesi oluşturmaktadır. M.Ö. II. binyılın ikinci yarısından itibaren demirin
yavaş yavaş yaygınlaşan kullanımı ve M.Ö. IX. yy. sonlarında artık tüm silah ve aletlerin
yapımında demirin kullanımı tartışmasız bir üstünlük sağlamıştır. Demirin yaygın kullanımı
Anadolu’da Tunç Çağlarını sona erdirmiştir. Demir Çağı’nda Anadolu’da Balkanlar ve Ege
Adalarından gelen yoğun göçler sebebiyle 400 yıl süren kaos ortamına sebep olmuştur. Bu
süreçte Anadolu’da yıkım ve buna bağlı olarak kültürel değişimler olmuştur. Bu yaşanan değişim
o kadar şiddetli olmuştur ki ilkel yaşama dönüş ve siyasi çöküşler yaşanmıştır. Bu çalışmanın
amacı, Anadolu’da Demir Çağı’nda ortaya çıkarılan zooarkeolojik buluntulardan yola çıkarak
dönem insanlarının yaşayış biçimleri hakkında bilgi sahip olmaya çalışmaktır. Özellikle Erken
Demir Çağlar’ında yaşanan toplumsal gerilemenin izleri yapılan bu çalışma sayesinde daha iyi
anlaşılması hedeflenmiştir.
Zooarkeolojik açıdan çalışılan ve özellikle Orta ve Doğu Anadolu’da bulunan 22 arkeolojik alan
değerlendirilmiştir. Zooarkeolojik veriler, dönem boyunca evcil hayvan türlerinin değişmediğini
ancak türlerin sayısında bölgesel olarak farklılık gösterdiğini ortaya oymuştur. Özellikle ikincil
ürünlerinden fayda sağlanan ve ekonomik açıdan önemli olan hayvanların, Demir Çağ
toplumlarının sosyoekonomik durumlarını yansıtması açısından önemli olduğu anlaşılmaktadır.
25 Ekim 2019
GENEL KONULAR Başkan: Defne Öcal Kaplan
Ankara-Gençlik Parkı Örneği Üzerinden Lunaparklarda Oyunsallık Üzerine Bir
Deneme
Ümmühan Berna Küçükoğlu
Ankara Üniversitesi
Bu çalışmanın konusunu, bir maddi kültür alanı olarak kabul edilen lunaparklara özgü oyun
oynama biçimleri ve oyun oynama pratikleri oluşturmaktadır. Lunapark oyuncakları dolayımıyla
deneyimlenen oyun pratikleri, oyunsallık ve bu pratikler etrafında anlam kazanan bir çok
kavram-heyecan, korku, performans, tehlike, boş zaman, toplumsal cinsiyet, çalışma-oyun zıtlığı,
beden, algı, uzam, kaybolmak, kapalı kalmak, lunatizm- tezin sorunsalı kapsamında
incelenmiştir. Çalışmanın amacı, lunaparklara özgü oyun oynama ve oyunsallık kavramlarına
dair çözümlemeler geliştirmek ve bu çözümlemeler sonucunda lunaparklardaki oyun oynama
biçimlerine dair kategoriler elde etmek ve çıkarımlarda bulunmaktır.
Çalışma, Ankara Gençlik Parkı’ndaki Lunaparkta katılımcı-gözlemci olarak gerçekleştirilen alan
araştırmasına dayanmaktadır. Araştırmacı fenomenolojik bir yaklaşım kullanarak kendi oyun
deneyimleri üzerinden lunapark uzamını betimlemiş ve yorumlamıştır.
Lunaparktaki temel oyun oynama biçimi oyun teorisyeni Roger Caillois’nın oyunlar arasında
yaptığı ayrım üzerinden (vertigo, temsil, şans, rekabet) “ sıradan algı üzerinde tahribat yaratan
kısa süreli fiziksel etkinlikler ” olarak tanımlanabilecek vertigo oyun kategorisine tekabül
etmektedir. Vertigo oyun kategorisinin yanı sıra; Lunaparktaki oyun oynama biçimleri analitik
olarak üç ayrı kategori altında toplanmıştır. Bu kategorilerden biri oyuncu sayısı ve insanlarla
olan ilişki ile alakalıdır: Kimi oyunlar aile, arkadaş, sevgili gibi birden fazla kişi ile grupça
oynanırken kimi oyunlarda oyun yalnız başına deneyimlenir. İkinci kategori ise oyuncak-oyuncu
ilişkisi ile ilgilidir ve oyuncakların çalışma mekanizmalarına bağlı olarak oyuncuların
oyuncaklarda ne kadar süre hangi bedensel konumlarda bulunduğuna işaret eder. Her
oyuncakta oyuncuların bedenleri, oyuncaklar ve çevre ile kurulan görme, dokunma, işitme gibi
deneyimler farklılaşır (çarpışarak, oturarak, ayakta, görme alanı açık ya da daralmış, el ele
tutuşarak, ayaklarını sallayarak, kusarak, baş aşağı, sallanarak gibi). Lunaparklara özgü üçüncü
oyun oynama biçimlerine dair kategori, oyun esnasında tek başına ya da birlikte deneyimlenen
korku, gülme, kahkahalar atma, küfürler savurma, çığlık atma, ağlama, dalga geçme, sevinç, hayal
kırıklığı ya da kazanma ve ya kaybetme duyguları gibi ruh halleri ile ilgilidir.
Mapuçe Yerli Ayinlerinde Kültürel Olgu Olarak Melezlik
Deniz Karaevli
Ankara Üniversitesi
Bu çalışma Güney Amerika yerli halklarından Mapuçelerin geleneksel ayinleri Nguillatun’un
tarihi süreçte farklılaşmasını ve ayin bağlamının kültürel kimlik ifadesi olarak melezlik kavramı
üzerinden tartışılmasını konu almaktadır. Nguillatun günümüzde Şili ve Arjantin ülkelerinin
orta-güney kesiminde farklı bölgesel kimliklere sahip Mapuçe toplulukları tarafından
gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Nguillatun; “toprak” «Mapu» ve “insan”ın «che» karşılıklı
ilişkisine dayanan ve karşılıklı alışveriş, teşekkür etme-isteme, verme-isteme diyaloğundan
kaynaklı bir ayindir. Çalışmanın amacı, kültürel olgu olarak melezlik kavramının karmaşıklığını,
öznel ve toplumsal bağlamlarla ilişkisi üzerinden incelemektir.
2014-2015 yılları arasında Şili’de katılımlı gözleme dayanan tez araştırmasının bir sonucu olan
bulgular bu çalışmada sunulmaya çalışılacaktır.
Tarihi süreçteki güç ilişkilerinden ayrı düşünülemeyen Nguillatun; bugün de Mapuçe
toplumunun en önemli kimliksel ifadelerinden biri olarak devamlılığını sürdürmektedir.
Misyonerlik faaliyetleri ve bağımsızlık hareketleri ile farklı ilişkiler kurmuş olan farklı Mapuçe
toplulukları, Mapuçe toprak egemenliğinin kaybı konusunda da farklı süreçler deneyimlemiştir.
Mapuçe dinindeki değişimler ve ayinlerinin Hıristiyanlık ve farklı kültürlerin bileşenlerinden ne
derece etkilenmiş olduğuna bakıldığında değişkenlik gösteren bir melezlik olgusundan söz
etmek gerektiği görülmektedir. Nguillatun, bölgesel Mapuçe kimliklerinin tarihi süreçte
çatışmadan uzlaşmaya farklı bağlamlarda, Kilise-devlet gibi farklı güç unsurlarıyla girmiş
oldukları ilişkiler doğrultusunda olduğu kadar, ayin liderlerinin kişisel uygulamaları
doğrultusunda da farklılaşabilmektedir. Nguillatun, Hıristiyanlık ve diğer kültürel bileşenlerin
etkilerini değişken ölçülerde yansıtan ya da hiç yansıtmayan farklı uygulamalara tabidir. Farklı
Mapuçe toplulukları arasındaki dini ve kültürel melezlik süreçlerinin ve bu süreçlerin
Nguillatun’a yansıma biçimlerinin çok sesliliği, her bir ayinin kendi kapsamında
değerlendirilmesini öngörmektedir. Bu noktada Nguillatun, kimi zaman geçirmiş olduğu
dönüşümlere rağmen, kimi zaman bu dönüşümlerle birlikte Mapuçe toplumunun kimlik inşa
sürecinin en önemli kültürel ve dini ifadelerinden biri olmaya devam etmektedir. Nguillatun
bağlamında Mapuçe halkı tarafından deneyimlenen kimlik inşa süreci, her bir ayin bağlamının
tekilliğine ek olarak, ayin katılımcılarının bireysel yorumlama süreçlerinin muhtemel
farklılıklarının da göz önünde bulundurulmasıyla genelleştirilebilirliğini yitirir görünmektedir.
Geometrik Morfometrik Yöntemi Kullanılarak Pelvis İskeletinden Cinsiyet Tayini
Ece Sinanoğlu
Ankara Üniversitesi
Havuzdere Köyü içerisindeki nekropol alanından çıkarılan 28 erkek ve 25 kadın bireye ait
coxalar üzerinde çalışılmıştır. Geometrik morfometrik yöntemin avantajlarından faydalanarak,
coxalar üzerinde cinsiyet analizi yapılmış, örneklerin lateral ve medial olmak üzere iki farklı
yönden fotoğrafları çekilmiştir. Lateral görünümden 22, medial görünümden 20 olmak üzere 44
farklı anatomik nokta belirlenmiştir. Çalışmamızın amacı; hem kadın ve erkek coxae iskeletleri
arasındaki, cinsiyet farklılığının varlığını geometrik morfometrik yöntemle bilgisayar ortamında
kanıtlamak hem de iki cinsiyet arasındaki varyasyon yüzdelerine ulaşmaktır. Çalışmamızda
ayrıca sağ ve sol coxalar arasındaki farklılıklarda araştırılmıştır.
Fotoğraflama işlemi 30XWIDE lensli OLYMPUS marka fotoğraf makinesiyle gerçekleştirilip,
makine sabit bir tripod üzerine yerleştirildikten sonra işlemler yapılmıştır. Bütün örneklerin
fotoğraflama sırasında aynı pozisyonda olması sağlanmıştır. Noktalama işlemi ise tpsDig2
programında gerçekleştirilmiştir. Anatomik noktaların konumlandırılmasında herhangi bir hata
oluşmaması için noktalama işlemleri aynı araştırmacı tarafından yapılmış, istatistiki
değerlendirmeler ise MorphoJ ve Past programları kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Coxae’nın lateral açıdan değerlendirilmesinde ilk 18 temel bileşen şekil varyasyonlarının %
95’ini göstermiş, 2 erkek ve 1 kadın iskeleti % 95’lik güven aralığının dışında yer almıştır.
Coxae’nın medial açıdan değerlendirilmesinde ise ilk 18 temel bileşen şekil varyasyonlarının %
95’ini göstermiş, 1 erkek iskelet % 95’lik güven aralığının dışında kalmıştır. Sonuç: İskeletlerin
lateral açıdan görünümlerine, diskriminant ve kanonik diskriminant analizi uygulandığında
cinsiyetlerin birbirlerinden net bir şekilde ayrıldığı gözlemlenmektedir. Ayrıca uygulanan
istatistiki analizlerde cinsiyetler arasında anlamlı bir farka ulaşılmıştır (p<0.05). Medial açıdan
görünümlerine diskriminant ve kanonik diskriminant analizi uygulandığında kadın ve erkek
bireylerin birbirlerinden net bir şekilde ayrıldığı gözlemlenmektedir. Uygulanan istatistiki
analizlerde de cinsiyetler arasında anlamlı bir farka ulaşılmıştır (p<0.05). İki görünümde de
crista iliaca cinsiyetler arasındaki farkı analiz edebilmek adına etkili bir bölgedir. % 95 oranında
doğruluk oranı içermektedir. Ancak beklenilenin aksine sağ ve sol iskeletlerde bireyler arasında
ve büyük sciatic notch üzerinde cinsiyetler arasında anlamlı bir farklılığa ulaşılamamıştır
(p>0.05).
Üç Boyutlu Pelvis Görüntülerinden Alınan Metrik Ölçümlerde Gözlemciler Arası
Uyumun Değerlendirilmesi
Öznur Gülhan, Hakan Mutlu, Ece Eren
Ankara Üniversitesi
Yaş, cinsiyet, atasal yakınlık ve boy uzunluğu analizi ile biyolojik profillerin oluşturulması iskelet
kalıntılarını kimliklendirme işlemi sırasında ilk ve en önemli adım olarak kabul edilir. Yakın
zamana kadar, anatomik olarak bozulmuş iskelet kalıntılarından biyolojik kimlik oluşturmanın
en yaygın yolu kemikleri doğrudan analiz edebilmek için maserasyon prosedürlerini
uygulamaktı. Ancak bu süreç oldukça zaman alıcı olabilmekle birlikte birçok etik sorunu
beraberinde getirmektedir. Bu sebeple, son dönemlerde yapılan çalışmalar göstermiştir ki
bilgisayarlı tomografi (BT) görüntülerinin kullanımı, iskelette herhangi bir tahrip yaratmaksızın,
felaket kurbanlarını kimliklendirme çalışmalarında önemli bilgiler edinilmesini sağlamaktadır.
Adli antropologlardan yapmış oldukları çalışmaların sonuçlarını mahkemede savunmaları
istenebileceği için herhangi bir kriminal vaka için kullanmış oldukları yöntemlerin Daubert
standartlarında tekrarlanabilir ve güvenilir olmasını kanıtlayabilmeleri oldukça önemlidir. Bu
nedenle doğru ve hassas bir yöntem oluşturmakla birlikte gözlemciler arası uyumun
değerlendirilmesi de oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı, farklı tecrübe seviyelerine sahip 3
gözlemci tarafından 3 boyutlu Pelvis görüntülerinden elde edilecek ölçümlerin doğruluğunun ve
gözlemciler arası uyumun değerlendirilmesidir.
Çalışma kapsamında; İstanbul’da bir araştırma hastanesinden alınan 20 yetişkin bireye ait 3
boyutlu Pelvis rekonstrüksiyonları incelenmiş ve farklı uzmanlık derecesine sahip 3 gözlemci
tarafından bağımsız olarak 3B Pelvis görüntülerinin üzerinden manuel olarak 5 metrik ölçüm
alınmıştır. Gözlemciler arası ölçüm hatası, teknik ölçüm hatası (TEM) kullanılarak hesaplanmış
ve Pelvis ölçümlerinin güvenilirliği, intraclass korelasyon katsayısı (ICC) ile değerlendirilmiştir.
Elde edilecek olan bulgular yeni bir ölçme yöntemi olarak üç boyutlu Pelvis görüntülerinden
metrik ölçümler alınarak cinsiyet tayininin yapılmasının güvenirliğine ilişkin bilgi sağlayacaktır.
Bu anlamda çalışmanın literatüre önemli bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Daha önce
yapılan diğer araştırmalar bilgisayarlı tomografi görüntülerinin kullanılmasının biyolojik profil
oluşturulmasında geleneksel yöntemlere göre doğruluk ve tekrarlanabilirliği artırdığını
göstermiştir. Bu sebeple, adli antropologların modern iskelet verilerinin referans veritabanlarını
kullanmaya devam etmeleri çok önemlidir, böylece yöntemler ve yazılım paketleri dünya
çapındaki değişen popülasyonlara ayak uydurabilir. Ancak, bu verilerin güvenilirliği belirlenmeli
ve en iyi uygulamayı sağlamak için tüm antropologlar tarafından kullanılan veri toplama
protokolleri standartlaştırılmalıdır.
25 Ekim 2019
ARKEOMETRİ Başkan: Başak Boz
Konik Işınlı Bilgisayarlı Tomografi Kullanılarak Cinsiyetin Belirlenmesinde
Mandibular Koronoid Çıkıntı Yüksekliğinin ve Sigmoid Çentik Açısının
Değerlendirilmesi: Pilot Çalışma
Gülsün Akay, Kahraman Güngör
Gazi Üniversitesi
Bu çalışmanın amacı, sigmoid çentik açısı ve mandibular koronoid çıkıntı yüksekliğini, adli
antropolojik çalışmalara katkıda bulunmak amacıyla cinsiyetin öngörülmesi için olası bir araç
olarak analiz etmek ve iskeletsel Angle sınıflandırmasına göre ölçümler arasında fark var mı
değerlendirmektir.
Yaşları 15 ile 38 arasında değişen toplam 45 bireyin (22 Kadın, 23 Erkek) konik ışınlı bilgisayarlı
tomografi görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Üç boyutlu görüntülerde mandibular
koronoid çıkıntının yüksekliği ve sigmoid çentik açısı ölçümleri yapıldı. Ölçümlerin ortalama
değerleri, standart sapmaları hesaplandı. Angle iskeletsel sınıflandırmasına (Sınıf 1,2 ve 3) ve
cinsiyete göre mandibular koronoid çıkıntı yüksekliği ve sigmoid çentik açısı değerlendirildi. Sağ
ve sol ölçümleri arasındaki uyum, sınıf içi korelasyon katsayıları kullanılarak analiz edildi.
Çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması 26.3 idi. Erkeklerde sigmoid çentik açısının
ortalaması 93.81 (± 8.89) iken kadınlarda bu açı 95.76 (± 9.2) olarak hesaplandı. Mandibular
koronoid çıkıntının yüksekliği ise kadınlarda ortalama 11.46 (± 2.7) mm iken erkeklerde 12.74
(±3.3) mm olarak ölçüldü. Angle Sınıf 3’de koronoid yükseklik ölçümleri, Sınıf 1 ve 2’ye göre
daha büyük değerler elde edilirken, sigmoid çentik açısı belirgin olarak daha küçük gözlendi. Sağ
ve sol ölçümler arasındaki farkı değerlendirmede sınıf içi korelasyon katsayı sigmoid çentik açısı
için 0.58, koronoid çıkıntı yüksekliği ölçümleri için 0.79 olarak bulundu. Erkeklerde mandibular
koronoid çıkıntının yükseklik ölçümleri kadınlara göre daha büyükdeğerler göstermiştir Konik
ışınlı bilgisayarlı tomografi görüntüleri, mandibulanın ölçümleri ile ilgili değerli bilgiler
sağlayabilir ve antropoloji ve adli tıptaki araştırmalar için güvenilir bir yöntem olabilir.
Prehistorik ikiztepe Topluluğunun Sütten Kesme Sürecinin Sabit İzotop
Analizleriyle Yeniden Değerlendirilmesi
Kameray Özdemir, Yılmaz Selim Erdal, Yu Itahashi, Banjamin Irvine
Hacettepe Üniversitesi
İnsan büyüme ve gelişiminin önemli bir parçası olan sütten kesme, katı gıdaların diyete
girmesinin ardından emzirmenin sona ermesi olarak tanımlanır. Sütten kesme süreci, genellikle
bütünsel şekilde incelenen bir konudur. Arkeolojik topluluklarda bebek beslenmesi ve sütten
kesme örüntüleri ile ilgili önceki araştırmalar stres göstergelerinin değerlendirildiği geleneksel
osteolojik teknikleri kullanmıştır. Bunula beraber, arkeolojik toplumlarda, sütten kesme süreci,
kararlı izotop ve eser element analizleri gibi biyomoleküler metotlar kullanılarak da
incelenebilir. Bu çalışma, prehistorik İkiztepe topluluğu üzerinde daha önceden kemiğin
inorganik kısmının element (kalsiyum ve stronsiyum) birikimi analiz edilerek gerçekleştirilmiş
olan sütten kesme sürecinin belirlenmesi çalışmasının ortaya çıkardığı sonuçlarının, kemiğin
organik kısmından elde edilen karbon ve azotun sabit izotop oranlarının analiz sonuçlarıyla
karşılaştırılmasını ve yeniden değerlendirilmesini amaçlamaktadır.
30 yetişkin yaş altı bireyin femurundan alınan parçanın kullanıldığı element analizleri kütle
spektromere tekniği (ICP-MS) kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Sonrasında, otuz birey arasından
seçilen 15 bireyin kaburga kemikleri üzerinde karbon (C) ve azotun (N) sabit izotop oranlarının
belirlenmesi çalışmasında yürütülmüştür. Analizler izotop oranı kütle spektrometresi (IR-MS)
tekniği kullanılarak yapılmıştır.
Bebek ve çocukların δ 13 C değerleri ‰ -19,7 -‰ -18,5 arasında değişirken δ 15 N değerleri ‰
10,8 ile ‰ 12,4 arasında dağılmaktadır. Yapılan çalışma İkiztepe Topluluğunda sütten kesme
sürecinin 1-2 yaş arasında başladığını ve 2-3 yaş arasında sonuçlandığını ortaya çıkarmıştır.
Azot izotop oranlarının ortaya çıkardığı sütten kesme süreciyle ilgi örüntü element analizi
sonuçlarıyla örtüşmüştür. Elde edilen bir diğer sonuç 1 yaş altı bebeklerin beslenmesinin
nerdeyse bütünüyle anne sütüne dayandığıdır. Bununla beraber, WARN hesaplama sonuçları,
bebeklerde kemiğin yeniden yapılanma hızının, sütten kesme yaşını hesaplarken bir “gecikme”
oluşturabileceğini bize düşündürtmüştür. Dolayısıyla, sadece incelenen bu toplulukta değil, tüm
tarih öncesi topluluklarda sütten kesmenin başlama yaşının yeniden gözden geçirilmesi
gerekliliği ortaya çıkmıştır. Gömü sonrası değişimlerin elementlerin biyojenik birikimini
değiştirdiği yönündeki eleştirilere rağmen, iyi korunmuş iskelet serileri üzerinde yürütülecek
element analizi çalışmalarının güvenirliğini hala daha koruduğunu söylemekte mümkündür.
An Integrative Approach to Examining Staple Finance in the Early Bronze Age of
Anatolia Adjacent Regions
Benjamine Irvine
British Institute at Ankara
This talk will focus on a developing hypothesis with which to assess staple finance (i.e. arable
agriculture and animal husbandry) in the late 4 th - early 2 nd millennia BC of the Greater Near
East. This was initially defined as a ‘subsistence package’ for the Early Bronze Age (EBA) of
Anatolia and adjacent regions. The goal is to provide information on staple finance economical
models during this dynamic period of human history in this pivotal region of the Near East.
Utilising a holistic approach to drawtogether multi-faceted approaches and sources of
information in an integrative manner to provide a larger scale overview of dietary habits and
subsistence practices.
Stable isotope analysis (δ 13 C, δ 15 N, and δ 34 S) of animals and humans from four Anatolian
ca. EBA populations (İkiztepe, Titriş Höyük, Bademağacı, and Bakla Tepe). This primary isotope
data has been evaluated in conjunction with previously published data including isotopic,
archaeobotanical, and archaeozoological data from the Early-Middle Bronze Age of the Greater
Near East.
The results from the stable isotope research, in conjunction with other published isotope data,
indicated that there was, what could be defined as, an ‘EBA isotope signal’ for these sites in
comparison to earlier and later populations. The conclusions of the research suggests that there
was a narrowing in the range of isotopic values, likely resulting from an increased specialisation
and intensification in arable agriculture from a diverse range in the Late Neolithic and
Chalcolithic to a monotonous and specialised range of cultivated domestic plants in the EBA.
Furthermore, livestock management also became a specialised and intensive endeavour.
Anadolu’nun İlk Sakinlerinde Gündelik Aktivite ve Hareketlilik
Demet Delibaş, Yılmaz Selim Erdal
Hacettepe Üniversitesi
Kemikler dışarıdan gelen fiziksel baskıyı, belli sınırlar içerisine karşılayabilecek şekilde
yapılarını değiştirme esnekliğine sahiptir. Bu değişim göstergelerinden birisi de kütlesi artan
kasların tutunduğu bölgenin yüzey alanını arttırmak için bu alanlarda meydana gelen kemiğin
yeniden yapılanmasıdır. İskelet kalıntılarında yeniden yapılanmanın gelişim derecelerinin
makroskobik olarak incelenmesiyle geçmiş toplumların üzerindeki fiziksel yük ve harekete özel
kasların tutunma bölgelerindeki gelişmişlik derecesine ve şekline bağlı olarak hareket modelleri
tahmin edilmektedir. Yerleşik hayata yeni geçmiş olan ve avcı toplayıcı yaşam biçimine sahip ilk
köylerin sakinlerinin üzerindeki gündelik yaşamın gerekliliği olan fiziksel baskının ne kadar
olduğu ve bu fiziksel baskının insan vücudunu nasıl etkilemiş olduğu bilinmemektedir. Bu
çalışmanın amacı, yerleşik hayata geçmiş avcı-toplayıcı-balıkçı toplumların gündelik
hayatlarındaki fiziksel baskı ve hareket modelleri üzerinden yaşam biçimlerinin nasıl olduğunu
belirlemektir.
Bu çalışma için Diyarbakır ilinin Bismil ilçesinde bulunan Akeramik Neolitik Dönem yerleşimi
olan Körtik Tepe’nin en erken yerleşim tabakasından başlayarak açığa çıkarılmış olan insan
iskelet kalıntılarından bir kısmı Hawkey ve Merbs’in geliştirdikleri teknikle incelenmiştir. Üst
üyelerde ikisi ligament, 20’si kas tutunma alanı olmak üzere 22 tutunma alanı, alt üyelerde ise
20 kas tutunma alanı incelenmiştir.
Genel olarak toplumsal düzeyde kas/ligament tutunma izlerinin gelişim dereceleri oldukça
zayıftır. Bununla birlikte az sayıdaki bireyde kas/ligament tutunma alanlarının diğerlerine
oranla daha gelişkin olduğu görülmektedir. Cinsiyetler karşılaştırıldığında ise kadınlar ve
erkekler arasındaki gelişim farkı omuz ve üst kolda, alt kol ve alt üyelere oranla erkekler lehine
daha belirgindir. Aynı zamanda kasların önemli bir kısmında hafifçe de olsa erkeklerde daha
yüksek gelişim gözlenmiştir. Körtik Tepe insanlarının günlük yaşamlarında yoğun fiziksel
baskıya maruz kalmadığı belirlenmiştir. Kas tutunma alanları gelişimi, kaynaklara ulaşmaları
kolay olan verimli bir alanda yaşayan avcı-toplayıcı-balıkçı yaşam tarzına uygun bir biçimde
şekillenmiştir.
25 Ekim 2019
PALEOPATOLOJİ Başkan: Derya Silibolatlaz Baykara
Aşıklı Höyük İnsanlarında Yaralanmalar ve Olası Nedenleri
Ömür Dilek Erdal
Hacettepe Üniversitesi
Eski insan topluluklarının içinde bulundukları ekolojik ortama adaptasyonları ve yaşam biçimi
hakkında ip uçlarının elde edilmesinde ele alınan konulardan birini de travmalar
oluşturmaktadır. Dışarıdan gelen darbeler sonucunda kemiğin bütünlüğünü kaybetmesi olarak
tanımlanan travmalar, gündelik aktiviteler sırasında çarpma, vurma, düşme gibi nedenlerden
kaynaklanabileceği gibi grup içi ya da dışı kavgadan/şiddetten de kaynaklanabilmektedir.
Neolitik Dönem’de, insanların görece barışçıl bir topluluk olduğu belirtilse de, farklı
yerleşimlerden iskelet kalıntılarında tespit edilen lezyonlar topluluk içerisinde ya da gruplar
arasında şiddetin olabileceğini işaret etmektedir. Bronz Çağı’nda birçok arkeolojik merkezde
savaş izleri mevcut olmakla birlikte, Anadolu’da şiddetin ne zaman başladığı önemli bir sorun
oluşturmaktadır. Neolitik Dönem iskeletlerinde şiddete ilişkin bulgulardan bahsedilmekle
birlikte, verilerin oldukça sınırlı olması travmaların yorumlanmasında diğer bir sorunu
oluşturmaktadır. Bu çalışma Aşıklı Höyük Neolitik insanlarında tespit edilen kafatası ve gövde
yaralanmalarının olası nedenleri hakkında ip uçları elde edebilmek için yapılmıştır.
Aşıklı Höyük’ten 1989-2017 yılları arasında gün ışığına çıkarılan toplam 93 birey bu
araştırmanın materyalini oluşturmaktadır. Travmalar makraskobik ve radyolojik analizlerle
incelenmiştir. Kemiğin kendini yenileme sürecinin olup olmamasından hareketle,
yaralanmaların perimortem olup olmadığı tanımlanmaya çalışılmıştır. Kafatası travmaları,
depresyon biçimli ve kesici, delici, küt silah yaralanmaları olmak üzere sınıflandırılarak ele
alınmıştır. Gövde yaralanmalarında ise, kemiğin morfolojik değişimi göz önünde
bulundurulmuştur.
Erişkin ve çocukları içeren 59 birey kafa travması açısından incelenmiş ve bunların % 18,6’sında
yaralanma tespit edilmiştir. Gruplar arasındaki farklılık istatistiksel açıdan anlamlı
bulunmamıştır. 71 birey ise gövde yaralanması açısından incelenmiş ve %19,7’sinde travma
gözlemlenmiştir. Gövde yaralanmaları açısından ise gruplar arasındaki farklılık anlamlı
bulunmuştur. Bu farklılıkta çocuklarda yaralanmanın olmamasının etkili olduğu belirlenmiştir.
Elde edilen verilerden hareketle, Aşıklı insanlarının yaralanmalarının vurma, çarpma ve düşme
gibi günlük aktivitelerden kaynaklandığı ifade edilebilir. Ancak, iki bireyin vücut kemiklerine
saplanmış olarak tespit edilen ok ucunun varlığı, yaralanmaların tek nedeninin günlük aktivite
olamayacağını işaret etmektedir. Gruplar arasında bir savaştan bahsetmek mümkün olmamakla
birlikte, Aşıklı’da bireyler arasında şiddetin olduğu söylenebilir.
Dereköy ve Attepe (Geç Doğu Doma) İnsanlarının Paleoantropolojik Analizi
Serkan Şahin
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Bu çalışmada, Kureyşler Barajı Kurtarma Kazıları’ndan çıkarılan Geç Doğu Roma Dönemi Attepe
ve Dereköy iskeletlerinin paleodemografik yapısı ve paleopatolojik olguları incelenmiştir.
Çalışmanın amacı Dereköy ve Attepe toplumlarının patolojik olarak incelenmesi ve elde edilen
verilerin diğer Anadolu toplumlarıyla karşılaştırılması sonucunda toplumun sağlık yapısının
belirlenmesidir.
Kureyşler Barajı Kurtarma Kazıları esnasında ortaya çıkarılan Dereköy Nekropolü’nde bulunan
29 mezardan çıkarılan 32 birey ve Attepe yerleşim yerinde bulunan 46 mezardan elde edilen 53
birey bu çalışmanın materyalini oluşturmaktadır. İskeletlerinin cinsiyet tahmini yapılırken Bass,
White, Brothwell, İşcan ve Steyn kriterleri göz önüne alınmıştır. Yaş tahminin de ise bebek ve
çocuklarda diş sürmesi için Ubelaker, genç erişkinlerde epifizyal yaşlandırma için Brothwell,
erişkinlerde symphysis pubisten yaşlandırma için Todd ve auricular yüzeyde yaşa bağlı
değişimleri için Lovejoy, claviculanın gövde ortası kesiti için Kaur ve Jit, costae’nin sternal
uçlarındaki değişim için İşcan ve Steyn, humerus ve femur’un proksimal kesitlerinden yaş
tahmini için Szilvassy ve Kritscher, dental aşınma kullanılarak yapılan yaş tahmini için Brothwell
ve kompleks yaşlandırma için Workshop of European Anthropologist’de yer alan kriterler
kullanılmıştır. Paleopatolojik lezyonlar belirlenirken Aufderheide ve Rodriguez-Martin, Mann ve
Hunt, Ortner, Buikstra ve Ubelaker, Brickley ve Ives, Lovell, Brothwell ve Roberts ve
Manchester’da belirtilen tanımlamalardan yararlanılmıştır.
Her iki toplumdaki erişkin bireylerin yoğun günlük aktiviteleri arasında kol ve bacak gücüne
dayalı, yüksek çaba gerektiren ağır yük kaldırma ve taşıma faaliyetlerine ait izler
gözlemlenmiştir. Bu bağlamda karşılaşılan travma izleri de muhtemelen günlük aktiviteye ait bir
durum olmalıdır. Her iki toplumda da demir eksikliği nedeniyle oluşan anemiye diğer
toplumlara göre daha az rastlanmış ve diğer toplumlara göre daha iyi durumda oldukları
görülmüştür. Bulgular her iki toplumun da hayvansal gıdalar içeren bir diyetlerinin olduğunu ve
beslenme yapılarının göreceli olarak iyi olduğunu göstermektedir. Paleodemografik verilerdeki
bebek-çocuk ölüm oranları ise hızlı seyreden enfeksiyonel hastalıkları akla getirmektedir. D
vitamini eksikliğine bağlı lezyonların görece az olması bireylerin güneş ışığından yeteri kadar
faydalandığını ve beslenme düzeylerinin yeterli seviyede bulunduğunu düşündürmektedir.
Bütün bu bulgular Dereköy ve Attepe toplumlarının kısmen tarıma kısmen hayvancılığa
dayalıbir sosyo-ekonomik yapıya sahip olduğu, beslenme açısından göreceli olarak iyi durumda
bulunduğu ve diğer Anadolu toplumlarıyla karşılaştırıldığında nispeten daha hijyenik yaşam
koşullarına sahip muhtemel köy toplulukları olduklarını işaret etmektedir.
Malatya Ortaçağ Topluluklarının Antropolojik Analizi
Merve Göker, Ömür Dilek Erdal
Hacettepe Üniversitesi
Malatya, Verimli Hilal bölgesinde bulunması ve Fırat Nehri’ne yakın konumu itibariyle eski
dönemlerden bu yana stratejik öneme sahip olmuştur. Arslantepe ve diğer prehistorik
höyüklerde yapılan arkeolojik kazılarla gerek bölgenin gerekse Anadolu’nun erken dönemlerine
ışık tutulurken; insan iskelet kalıntılarıyla toplulukların yaşam biçimleri hakkında ipuçları elde
edilmiştir. Arkeolojik ve antropolojik çalışmalar, bölgenin prehistorik dönemleri hakkında
birçok veri sağlamasına karşın, Ortaçağ verilerinin oldukça sınırlı olması önemli bir sorun olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, Malatya bölgesinin Anadolu Ortaçağ toplulukları içerisindeki
yeri hakkında ipuçları elde edilmesi oldukça önemlidir. Çalışma, Malatya’da bulunan Cafer
Höyük ve Değirmentepe Ortaçağ insanlarının demografik ve sağlık yapıları ile gömü
uygulamaları hakkında ipuçları elde ederek, bölge insanının yaşam biçimi ve Anadolu
toplulukları arasındaki yerini belirleyebilmek amacıyla yapılmıştır.
Araştırmanın materyalini Cafer Höyük’ten 54; Değirmentepe’den 73 olmak üzere toplam 127
birey oluşturmaktadır. Demografik yapının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için toplulukların
sağlık yapıları da ele alınmış ve insan iskelet kalıntıları makroskopik yöntemler kullanılarak
analiz edilmiştir. Ulaşılan demografik veriler, kazı raporlarında yer verilen bilgilerle
sentezlenerek toplulukların gömü uygulamaları hakkında da ipucu elde ediliştir.
Her iki toplulukta da yüksek oranda bebek ölümlerine rastlanmıştır. Bu oranlar doğumu takip
eden ilk ay içerisinde Cafer Höyük’te % 42,9 iken, Değirmentepe’de % 50’ye dek varmaktadır.
Sağlık yapıları açısından topluluklarda osteoartrit ve osteoporoz ön plana çıkmaktadır ve yaşlı
bireylerde sıklıklarının arttığı gözlemlenmiştir. Gömü uygulamaları açısından ise Cafer Höyük
topluluğunda mezar hediyelerinin çokluğu dikkat çekmiştir. Cafer Höyük ve Değirmentepe
topluluklarının demografi, sağlık yapıları açısından benzerlik gösterdiği, dolayısıyla Ortaçağ’da
bölgede kültürel yapı ve yaşam biçimi açısından sürekliliğin olduğu söylenebilir. Her iki
toplulukta yüksek oranda seyreden bebek ölümleri sütten kesme ve enfeksiyonlar gibi çevresel
koşullarla ilişkilendirilmiştir. Anadolu Ortaçağ topluluklarının gömü hediyelerine bakıldığında
oldukça az ya da olmadığı görülmektedir. Ancak, mezar hediyelerinin çokluğu ve zenginliği
açısından Cafer Höyük diğer Anadolu topluluklarından farklılık göstermektedir. Söz konusu bu
kültürel farklılıkta, yerleşimin ticaret yolu üzerinde olmasının etkili olduğu düşünülmektedir.
Kyme’den Bir Tüberküloz Örneği
Simge Dinçarslan, İsmail Dinçarslan, Yılmaz Selim Erdal
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Aliağa ağır sanayi bölgesindeki bazı şirketlerin arazilerinde yapılan kazılarda, bu alanın M.Ö. 11.
yüzyılın ortalarında, bugün Nemrut olarak adlandırılan körfezin kıyısında kurulmuş ve 12 Aiol
kentinin en büyüğü olan Kyme’nin güney nekropolü olduğu anlaşılmıştır. İzmir Demir Çelik ve
Batılimanı arazilerinde yapılan kazılarda yaklaşık 800 mezar açığa çıkarılmıştır. Bu mezarlardan
ele geçen iskeletler incelenmiş, bebek ve çocuk sayısının eski toplumlar için beklenenden az
olduğu, kadın erkek sayısının birbirine yakın olduğu ve bireylerin ortalama yaşam sürelerinin
dönem ortalamalarının altında olduğu belirlenmiştir. Bol ve kıymetli mezar hediyelerine ve çok
çeşitli mezar tiplerine rastlanan nekropolde Hellenistik döneme ait bir kiremit mezardan demir
strigilis ve diadem parçaları ile birlikte açığa çıkarılan İDÇ M396 numaralı birey paleopatolojik
açıdan incelenmiştir. Genel gözlemde bireye ait kemiklerde rastlanan izlerin tüberküloz olma
ihtimali araştırılmıştır.
Bireye ait tama yakın kafatası, bazı uzun kemikler, bazı parmak kemikleri, pelvis parçaları,
omurlar ve kaburgaların bir kısmı bulunmaktadır. Makroskobik incelemelerde bahsi geçen
iskelet elemanlarının temsil ettiği kısımların çoğunda enfeksiyon izine rastlanmıştır.
Bireyin uzun kemiklerinde subperiostal oluşumlar, omurlarında osteoporoz ve litik lezyonlar
görülmektedir. Bireyde çoğunlukla toraks içi hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkan ve el ve ayak
parmaklarında çomaklaşma, uzun kemiklerde yeni kemik oluşumu ve eklem iltihabı ile
karakterize bir sendrom olan Hypertrophic osteoarthropathy de gözlemlenmiştir. Ayrıca
endocranialde saggital sütur boyunca parietallerde yoğun, frontal ve oksipitalde seyrek olmak
üzere devam eden “yılan biçimli dallar”a benzer bir lezyona rastlanmıştır. Çalışmacılar, “serpens
endocrania symmetrica” (SES) adını vermeyi tercih ettikleri bu lezyonun, endocranial
alanlardaki farklı renklenme, kemiğin renginin solması, doku değişimi ve labirent benzeri
yapıyla karakterize olduğunu belirtmişlerdir. Bu lezyonun da özellikle toraks içi enfeksiyonları
işaret ettiği söylenmektedir. İDÇ M396 numaralı bireyin iskeletinde tüberküloz izlerine
rastlanmış, bu lezyonlar ve ilişkilendirildikleri hastalıklar da göz önüne alınarak iskeletin bir
tüberküloz örneği olabileceği önerilmektedir.
19. Yüzyıl Van Kalesi Höyüğü’nden Çıkarılan Bebek ve Çocuk Kemiklerinin Harris
Çizgilerinin Belirlenmesi
Yasemin Bakıray
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Konu, Van Kalesi Höyüğü’den elde edilen Orta Çağ ve Yakın Çağ Dönemi’ne ait bebek ve çocuk
kemiklerinde Harris çizgilerinin belirlenmesidir. Ülkemizde Harris çizgileri üzerinde çalışma
yapan araştırmacılar ve yayınlar sınırlıdır. Bu çalışmalar Paleoantropoloji’nin bir disiplini olan
paleopatoloji açısından önemlidir. Orta Çağ ve Yakın Çağ Dönemi’ne ait olduğu düşünülen Van
Kalesi Höyüğü’nden ele geçen bebek ve çocuk kemikleri üzerinde gözlenen Harris çizgileri tespit
edilerek o dönemde bu alanda yaşamış olan bebek ve çocukların maruz kaldıkları stresi ve
büyümelerindeki gelişim bozukluklarının ve farklılıkların açığa çıkarılacaktır. Ayrıca, Harris
çizgilerine ilişkin yapılan çalışmalar ile dönemsel olarak karşılaştırılacaktır. Böylece, farklı
toplumlarda gözlenen bebek ve çocukların büyüme ve gelişmelerinde ne tür farklılıklar olduğu;
aynı veya farklı strese dayılı olup olmadığı ortaya çıkarılacaktır.
Tez materyalini Van Kalesi Höyüğü’den elde edilen Orta Çağ ve Yakın Çağ Dönemi’ne ait bebek
ve çocuk kemikleri oluşturmaktadır. Van Kalesi Höyüğü’nden 106 adet bebek ve çocuk
iskeletinden sağlam durumda olanlardan 40 tanesi değerlendirmeye alınmıştır. Bireylerin yaş
belirlemeleri uzun kemiklerden ölçümler alınarak ve dişlere bakılarak hesaplanmıştır. 14 yaş
üstü bireyler bu çalışmada değerlendirmeye alınmamıştır. Harris çizgisi belirlemede klasik
yöntem olan röntgen çekimlerine ek olarak CT çekimleri yapılmıştır.
Röntgen ve CT görüntülerinden elde edilen verilere göre 40 bireyden 24 tanesinde Harris
çizgilerine rastlanmıştır. En fazla Harris çizgisi VK15950 numaralı bireyde gözlenmiştir (8 adet
peoksimal; 5 adet distal). Van Kalesi Höyüğü Eski Van Şehri’nden çıkarılan ve Ortaçağ ve Yakın
Çağ’a tarihlendirilen bebek ve çocuk iskeletlerinde çok sayıda Harris çizgisine rastlanmıştır.
Bunun nedeni, o dönemde yaşanan savaşın beraberinde getirdiği olumsuzlukların tamamının
gelişim çağındaki bebek ve çocuklara yansıyan etkileridir. Harris çizgisi belirlemede klasik
yöntem olan röntgen çekimi dışında daha net sonuçlar bulmak adına bu çalışmada CT de
denenmiştir. Ancak yapılan denemelerde CT ile net sonuçlar elde edilememiştir.
VII. Biyolojik Antropoloji Sempozyumu 23 - 25 Ekim 2019 - Ankara
Farabi Fuayesi 24 Ekim
2019 POSTER BİLDİRİLER
Başkan: Seda Karaöz Arıhan
1
Alaybeyi Höyük Sığır – Toplum İlişkisi
Abu Bakar Siddiq, Çağdaş Erdem
Mardin Artuklu Üniversitesi
Erzurum Alaybeyi Höyük toplumları üzerinde, yerleşimde yer alan sığırların somut ve soyut
etkilerinin taranması çalışmanın konusunu oluşurmaktadır. Çalışmanın amacı ise Alaybeyi
Höyük kurtarma kazılarından elde edilen zooarkeolojik kalıntılar ışığında, Alaybeyi insanları ile
yerleşmede yer alan sığırlar arasında kurulan somut ve soyut bağlantıları inceleyerek Alaybeyi
kültürü içinde oluşan sığır-insan etkileşimini anlamaya çalışmaktır.
Faunanın ilk zooarkeolojik analizi, 2016-2017 yıllarında Alaybeyi Höyük kurtarma kazı
çalışmasından gün ışığına çıkarılmış zooarkeolojik kalıntılardan yapılmıştır. Toplamda 4591
kemik ve kemik parçası kaydedilmiş ve bunların 2569'u cins veya tür düzeyinde tanımlanmıştır.
Zooarkeolojik analizi için nicel araştırma yöntemleri uygulanmış, Alaybeyi Höyük’teki sığır-insan
ilişkilerinin olası yönlerini anlamak için de nitel bir yaklaşım izlenmiştir.
Toplam 976 örnek (NISP % 37.95’si) sığır kalıntıları (Bos taurus) olarak belirlenmiştir.
Bunlardan Mandibula, tespit edilen toplam sığır kemikleri arasında en yüksek oranı (% 12,71)
içermektedir. Pelvis ise, % 10,56 oranında mandibula kemiklerini takip etmektedir. Ayrıca çok
fazla miktarda kafatası kemiği ve uzun kemikler mevcuttur. Humerus, radius, femur ve tibia
kemikleri sırasıyla % 9.73, % 7.79, % 4.71 ve % 5.43 olarak tanımlanmıştır. Öte yandan, phalanx
I, II ve III'ün yanı sıra metapodial kemikleri de önemli miktarda göze çarpmaktadır. Bu
istatistiksel verilere ek olarak sığır kalıntıları üzerinde özellikle metal satır kesim izleri ile
birlikte aşırı yük taşımanın sonucu meydana gelen patolojik izlere de rastlanmaktadır. Ayrıca
sığır kalıntılarının içeresinde çok sayıda parçalı vertebrae ve costae kemiklerinin olduğu tespit
edilmiştir. Hayvan kalıntıları arasında yüksek orandaki sığır kalıntısı, Alaybeyi toplumlarının
geçimlerinin, küçükbaş hayvanlarının aksine sığır pastoralizmine bağlı olduğuna işaret
etmektedir. Patolojik izler, muhtemelen tarım, taşıma ve ulaşım faaliyetlerinde sığırların tercih
edildiğini anlatmaktadır. Kalıntıların arasında önemli miktarda hemen hemen her çeşit kemiğin
yer alması, yerleşme alanı içerisinde ya da çok yakın alanlarda sığırlar üzerine kasaplık
işlemlerini göstermektedir. Aynı zamanda izlenen kesim işlemleri, uzmanlaşmış kasaplık
uygulamalarının varlığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak çok parçalı kemik kalıntıları,
Alaybeyi halkı tarafından kemik iliği tüketimine işaret etmektedir.
2 Anadolu Miyosen Dönem Bovidlerinin Paleobiyocoğrafyası ve
Paleoekolojisi
Ali Taş
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Anadolu Miyosen dönem bovid ailesinin paleobiyocoğrafyası ve paleoekolojisi herhangi bilimsel
bir analiz ya da metot ile detaylı bir biçimde bugüne kadar yeterli düzeyde sınanmamıştır. Bu
çalışmanın temel amacı Anadolu Miyosen dönem lokalitelerine ait bovid ailesine ait cins ve tür
bilgilerinin analiz edilmesidir. Ayrıca bu çalışmanın Anadolu’nun biyostrtigrafik, paleocoğrafik,
paleoekolojik ve paleoklimatolojik problemlerinin çözülmesine katkılar sağlayacağı
düşünülmektedir.
Anadolu’da 22 lokaliteden 53 adet, İran’da 2 lokaliteden 19 adet ve Yunanistan’da ise 30
lokaliteden 52 adet bovid cins ve türü analiz edilmiştir.
Anadolu-İran-Yunanistan provinsindeki lokalitelerden elde edilen verilere göre 8 farklı bovid
cins ve türünün ortak olduğu görülmüştür. Yoğun Avrasya bovid fosil kayıtları, evrimsel
değişimin nedenlerini ele almak için uygun bir deneysel çerçeve sunmaktadır. Potansiyel olarak
bovidlerle ilgili zamansal veya mekânsal detaylar gerçek evrimsel değişimin bir kaydını
tutmaktadır, ancak sadece istatistiksel durumlar evrimsel açıklamaları daraltabilmektedir. Bu
bağlamda bovid paleo-biyolojisini paleo-iklimsel modellemelerin sonuçlarıyla birbirine
bağlamak daha iyi sonuçlara ulaşmada etkili olmaktadır. Bovidlerin yaşam süresi boyunca uzun
göç mesafelerini kat edebilmesi bovidlerin evrilmesi ve aynı zamanda da göç faktörlerinin eş
zamanlı olabilmesine olanak sağlamıştır. Anadolu, bulunduğu coğrafik konumu nedeniyle
memeli göçlerinde önemli bir rol oynamıştır. Bu memeliler içinde özellikle primat takımıyla aynı
paleoebiyocoğrafyayı paylaşan bovidlerin morfolojik özellikleri paleoekolojiyi anlamada önemli
ipuçları vermiştir.
3 Ankara İlinde Yaşayan 6-17 Yaş Okul Çocuklarında Boy Uzunluğu, Ön Kol
ve Alt Bacak Uzunlukları İle Oranlarının Değerlendirilmesi
Ayşegül Özdemir, Başak Koca Özer
Ankara Üniversitesi
Erken çocukluk döneminden adölesan dönemin sonuna kadar erkek ve kız çocuklarda büyüme
farklı tempolarla devam etmekte ve bu süreçte alt ve üst ekstremite segment boyut ve
oranlarında değişiklikler meydana gelmektedir. Allometrik büyüme çalışmalarının konusunu
oluşturan bu alan büyüme ve gelişmenin değerlendirilmesi açısından önem taşımakla birlikte,
ülkemizde bu çalışmaların azlığı dikkat çekmektedir. Çalışmamızın amacını okul çocuklarında
boy uzunluğu, alt segment büyüme durumlarını değerlendirmek ve geçmişten günümüze
ülkemizde yapılan çalışmalar ile karşılaştırarak çocuklardaki alt segment büyüme trendini
ortaya koymak oluşturmaktadır.
Çalışmamız Ankara ilinde yaşayan 6-17 yaş arası 1,484 (761 erkek ve 723 kız) birey üzerine
gerçekleştirilmiş kesitsel modelde bir çalışmadır. Çalışma kapsamında bireylerden boy
uzunluğu, ön kol ve alt bacak uzunluk ölçümleri standart protokollere uygun olarak ölçülmüş ve
tibioradial endis hesaplanmıştır.
Boy uzunluğu, ön kol uzunluğu ve alt bacak uzunluk değerleri 9-11 yaşlar arasında erkek ve kız
çocuklarda yakın değerler gösterirken, 11 yaştan sonra erkek çocuklarda ortalama değerlerin
daha yüksek olduğu görülmektedir. 15 yaştan itibaren boy uzunluğu, önkol ve alt bacak
uzunluğu değerlerinin cinsiyetler arasında anlamlı farklılık gösterdiği görülmüştür (p<0.001).
Ön kol uzunluğu ve alt bacak uzunluğu değerlerinin boy uzunluğu ile pozitif korelasyona
sahiptir. Tibioradial endis yalnızca 12 yaşta cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlıdır
(p<0.05). Çalışmamız sonucunda boy uzunluğu, önkol ve alt bacak uzunluklarında özellikle 15
yaştan sonra seksüel dimorfizmin belirgindir. Tibioradial endis değerlerinde 12-14 yaş arasında
kız çocuklarında büyüme atılımına bağlı olarak oranların erkek çocuklarından daha yüksek
olduğu belirlenmiştir. Sonuçlar, geçmiş yıllardaki araştırma sonuçlarıyla karşılaştırıldığında,
antropometrik değerlerde artış ve oranlarda da farklılaşma olduğu saptanmıştır.
4 Barajlar Sonrası Yeni Yerleşim Yerlerinde Sosyokültürel Sorunlar: Ilısu
Köyü Örneği
Ayşenur Öz, Ergül Kodaş
Mardin Artuklu Üniversitesi
Bu çalışma barajlar sonrası göç eden insanların yaşamlarında meydana gelen sosyal- kültürel
değişimlerin incelenmesi amacıyla Ilısu Barajı inşaatı sırasında yer değiştiren Ilısu Köyü üzerine
yapılmıştır. Bu bağlamda Eski ve yeni yaşam alanının söz konusu köy halkının yaşam modelleri
üzerinde göstermiş olabileceği ekonomik ve sosyo-kültürel değişimlerin incelenmesi
amaçlanmıştır. Bu çalışma Ilısu köylülerinin eksi geleneksel yaşam modeline ait olan evlerin,
ortak yaşam alanlarının, tarımsal ve hayvansal üretim faaliyetlerinin yeni köy yerleşkesi ile
beraber ortaya çıkan yeni yaşam modelleri ile birlikte ortaya çıkan farkların tespitini ve
nedenlerinin belgelenmesini amaçlamaktadır. Özellikle baraj inşaatı ile beraber eski Ilısu
Köyü’nden, yeni Ilısu Köyü’ne göç eden köylülerin yaşamlarındaki sosyal ve kültürel yönde nasıl
bir değişime uğradığını gözlemlenmesi amaçlanmıştır.
Mardin ili Dargeçit ilçesi sınırlarında bulunan Ilısu Köyü çevresinde yapılan Boncuklu Tarla
kazıları sırasında terk edilen eski Ilısu Köyü ve DSİ tarafından inşa edilen yeni Ilısu Köyü
yerleşke alanlarını karşılaştırılmış ve bu bağlamda her iki köyde de yaşamış olan bireylere yeni
ve eski yaşam alanları arasındaki sosyo-kültürel ve ekonomik değişimler hakkında sorular
sorulmuştur. Bu bağlamda 2017 yılında yaklaşık 6 aylık bir süre boyunca köylülerle görüşülmüş
ve alan çalışması yapılmıştır. Hatta Boncuklu Tarla kazılarında çalışan Ilısu Köyü mensupları
yaklaşık 3 ay boyunca her gün düzenli olarak, ilk etapta çalışma ile ilgili bilgi vermeden,
gözlemlenmiş ve onlarla yeni ve eski yaşam alanları arasındaki farklar üzerine konuşmalar
yapılmıştır (Ayşenur Öz tarafından).
Baraj inşaatı ile birlikte Ilısu Köyü halkının ekonomik bağlamda ortaya çıkan köklü değişimleri
ve yeni köyün inşasıyla birlikte ortaya çıkan yaşam alanları köylülerin kendi arasındaki sosyal
ilişkileri köklü bir şekilde etkilediği gözlemlenmiştir. Özellikle köylülere yeni yapılan evlerin
tamamı aynı plan üzerinden inşa edilmiştir ve evlerin tamamı arasında büyük bahçe duvarları
bulunmaktadır. Köy meydanı veya evler arasında ortak kullanım alanı bulunmamaktadır.
Eskiden ortak kullanılan tandır ve benzeri ortak işlikler artık kullanılmamaktadır. Bu bağlamda
kadınlar kadınların gündelik yaşamlarında sosyal ilişkilerin zayıfladığı ve eski köy
geleneklerinin ve bireysel ilişkilerin zayıfladığı gözlemlenmiştir, ve köyde yaşayan kadınlar da
bu doğrultuda cevaplar vermiştir. Bilhassa geçici mevsimlik iş imkanı sağlayan baraj inşaat
süreci hayvancılığın ve tarımsal üretimin giderek önem kaybetmesine neden olduğu
gözlemlenmektedir. Bu bağlamda köyde yaşayan yetişkin erkek bireyler ve genç erkek bireyler
eskiye oranla rölatif bir zenginlik yaşadıklarını yeni sosyal ilişkiler kurduklarını bildirmektedir.
Bu durum yetişkin kadın bireylerin bildirmiş olduğu duruma ters düşmektedir. Ilısu Barajı ve
Hes projesi kapsamında eski Ilısu Köyü’nden yeni inşa edilen Ilısu Köyü’ne yapılan göç özellikle
ekonomik bağlamda kendisini hissettirmekte, özellikle daha fazla ücret ve bunu getirisi olan yeni
araçlar ve daha az ekonomik sorun olduğu gözlemlenmektedir. Bu bağlamda ekonomik olarak
daha rahat olan erkek bireyler kendilerini daha iyi ve mutlu hissederken eski yaşam alanlarında
mevcut olan ortak alanların ve işliklerin artık olmamasından ve evler arasında keskin duvarların
olmasından dolayı kadınların daha fazla eve kapandığı ve sosyal ilişkilerinin zayıfladığı
gözlemlenmektedir.
5 Eski Anadolu Toplumlarında Kremasyon Uygulamalarının Günümüz
Tekniklerine Göre Yeniden Değerlendirilmesi
Ceylan Demirhan
Ankara Üniversitesi
Ölüm sonrasında cesedin yakılarak gömülmesi geleneği çok eski zamanlardan beri uygulanmaktadır.
Yakarak ruhun temizlenip, bedenin arındırılması düşüncesi her dönemde kendini göstermiştir.
Dünden bugüne var olan kültürel değişimler ve bilgi birikimi kremasyona da yansımış ve yeni
boyutların kazanılmasına olanak sağlamıştır. Ölü yakıldıktan sonra tamamen küle dönüşmemektedir.
Yakılmış cesetlerin urnelere konulması için urnelerin ağzı genişletilir veya arta kalan kemikler
kesilerek kolaylıkla kaplara konulması sağlanırdı. 1873 yılında Prof. Bruno Brunetti tarafından
geliştirilen kremasyon fırını sonrasında, kremasyon geleneği zamanla krematoryum denilen yerlerde
gerekli işlemlerin ardından kremasyon fırını içerisinde gerçekleştirilip, geriye kalan 2,5-3 kg
ağırlığındaki kemikler mekanik özel öğütücülerden geçirilerek urnelere konulmaya başlanmıştır.
Günümüzde kremasyon işlemi daha teknolojik yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Eski kremasyon
fırınlarının yaklaşık olarak 900-1200 derece en az 70 dakika yakılması işlemi şimdi 300-350
derecede hatta belli bir miktar su yardımıyla daha kısa sürede gerçekleştirilmektedir. Kültürel ve dini
inanç farklılığından dolayı Anadolu’da şu an aktif bir kremasyon merkezi bulunmamaktadır. Anadolu
kremasyon izlerine kazı sonuçları neticesinde ulaşmaktayız. Bu çalışmanın amacını çok eski
dönemlerden beri eski Anadolu toplumlarında çeşitli amaçlarla uygulanan kremasyon geleneğinin
yeni güncel teknikler ışığında yeniden değerlendirilmesi oluşturmaktadır.
Türkiye’de yüz yıldan daha uzun bir zamandır yapılan arkeolojik kazılarda ele geçirilen binlerce
iskelet kalıntısı Neolitikten günümüze eski Anadolu toplumlarının kültürel yapıları ve ölü gömme
gelenekleri hakkında bilgi vermektedir. Kremasyon gömülerin yapıldığı iskelet serileri çalışmamızın
materyalini oluşturmaktadır. Güncel kremasyon teknikleri de çalışma kapsamında gözden geçirilerek
eski uygulamaların değerlendirilmesinde kullanılmıştır.
Anadolu’da Neolitik çağ dönemlerini yansıtan bazı kazılardan elde edilen iskeletlerde yanık izlerine
rastlanmıştır. Kremasyon olarak adlandırılan bu uygulamanın en erken örneği Aşıklıhöyük’ te
bilinmektedir. Metin Özbek’in, Wahl’ın (1981) kadavralar üzerinde gerçekleştirdiği deneysel
çalışmalarına dayanarak incelediği yanma derecelerinin, iskeletlerde genellikle açık kahverengi
tonda olduğunu, dolayısıyla da Aşıklı höyükte ölülerin 200°C’yi geçmeyen hafif bir ateşle yakıldıkları
sonucunu vermektedir. Özbek’e göre, ölülerin gömüldüğü taban altı çukurlarında hiçbir yanma izinin
olmaması, bunların bir başka yerde yakıldıktan sonra getirilip evlerin taban altlarına hoker
pozisyonunda gömüldüklerini akla getirmektedir. Ayrıca bir erişkin erkeğe ait iskelet üzerinde
bulunan çok miktardaki yanmış odun parçacıklarına da bakılırsa, ölülerin genellikle yakıldıktan
hemen sonra çukura gömüldüğü anlaşılmaktadır. Kremasyon geleneğinin Neolitik Dönem’e kadar
uzandığı Anadolu’da ayrıca Çayönü, Demirköy gibi kazılarda da aynı yöntemle gömüler yapıldığını
görmekteyiz. Bu örneklerin yanı sıra İstanbul-Yenikapı’da gerçekleştirilen Geç Neolitik çağa ait
kazılarda kremasyon yapıldıktan sonra arta kalan kemik ve küllerin urnelere konulduğu mezarların
olması, kremasyon uygulamasının farklı dönem ve toplumlarda farklılaştığını göstermektedir.
Anadolu’da bulunan basit kremasyon mezarlar zamanla urne mezar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Farklı coğrafik bölgelerde ve dönemlerde birçok arkeolojik alanda kremasyon uygulamasının
tekrarlandığı görülmektedir. Günümüzde modern yöntemlerle uygulanan kremasyon uygulamaları
bizlere geçmiş dönemlerde yapılmış olan kremasyon gömüleri hakkında bilgiler verebilmektedir.
Örneğin çok yüksek olmayan ateş altında yakılması sonucunda vücudun tümüyle yanmamasından
dolayı, kremasyon sonucunda arta kalan kalıntıların urnelere konulma aşamasında bir uygulamadan
daha geçirildiği tahmin edilmektedir.
6 Hırbe Helale Geç Antik Çağ Mezarlık Alanı
Charlotte Labedan Kodaş, Ayşegül Öz, Muaviye Şahin, Çağdaş Erdem, Nihat
Erdoğan, Ergül Kodaş
Mardin Müze Müdürlüğü
Hırbe Helale yerleşim yeri Mardin-Diyarbakır karayolu güzergahının 6. Kilometresinin batısında
yer alan Artuklu Üniversitesi yerleşkesi içerisinde Mardin ili Artuklu ilçesi sınırları içerisinde yer
almaktadır. Nekropol alanında ve Artuklu Üniversitesi yerleşkesi içerisinde bulunan bazı
alanlarda 2010 yılından beri aralıklarla sondaj kazıları yapılmıştır. Bugün Mardin Artuklu
Üniversitesinin kampüsü içeresinde bulunan Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuzeyinde yer alan
Hırbe Helale Nekropol alanında Paleolitik Dönem, Neolitik Dönem, Geç Antik Çağ (4-6 yy),
Bizans Dönemi ve Artuklu Dönemi’ne ait tabakalar tespit edilmiştir. Fakat alanda yoğun olarak
Geç Antik Çağ’a tarihlenen mezarlar bulunmaktadır. Yerleşim yerinde açığa çıkarılan mezarların
hem mezar mimarisi açısından hem de mezar içi gömülerin yaş, cinsiyet ve yatış pozisyonları
bakımından kendi içerisinde çeşitlilik gösterdiği görülmektedir. Bu duruma ek olarakmezar
hediyelerinin bireylerin yaş ve cinsiyetine göre bazı farklılıklar sergilediği gözlemlenmektedir.
Bölgede tespit edilen diğer mezarlık alanlarını (kaya mezarları vb) da düşündüğümüzde Hırbe
Helale Nekropol alanının Tur Abdin bölgesi Geç Antik Çağ ölü gömme adetlerinin incelenmesi
için ayrı bir önem teşkil etmektedir.
Alanda yapılan sondaj kazılarında 32 adet taş sanduka mezar, 3 adet oda mezar ve 4 adet basit
toprak mezar tespit edilmiş ve açığa çıkarılmıştır. Söz konusu mezarlarda yaklaşık 45 bireye ait
ve yine alanda yapılan çalışmalar sırasında mezarların dışında dağınık olarak toplanan en az 25
(+/-) bireye ait iskelet kalıntısı tespit edilmiştir.
Mezarlarda in situ durumda açığa çıkarılan iskeletlerin çoğunluğunun birincil gömü geleneği ile
gömülmüş olan yetişkin bireylere ait oldukları gözlemlenmekle birlikte çocuk bireylere ait in
situ durumda olan iskelet kalıntıları da bulunmaktadır. Ölü gömme gelenekleri açısından
bakıldığında ise alanda açılan tüm mezarlar içerisinde ortaya çıkarılan ve in situ durumda olan
iskeletlerin tamamının güneybatı kuzeydoğu yönünde uzandıkları gözlemlenmektedir. Özellikle
anatomik pozisyonlarını korumuş olan bireylerin tamamının yüzlerinin yukarı baktığı ve
kollarının leğen kemiği üzerinde yarı kıvrılmış olarak gömüldükleri görülmektedir. Özellikle taş
sanduka mezarlar içerisinde anatomik pozisyonda olan iskeletlerin baş veya ayak uçlarında
daha önceden aynı mezarda gömülü olan bireylerin dağınık bir şekilde toplandıkları
gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra tekli birincil gömülerin yapılmış olduğu gözlemlenen 4 adet
basit toprak mezarların ikisinde bireylerin sol tarafı üzerine yan yatırılmış şekilde gömüldükleri
tespit edilmiştir. Yerleşim yerinde açığa çıkarılan iskelet kalıntılarına ve mezar tiplerine genel
olarak bakıldığında, ölü gömme adetleri açısından çok fazla bir değişiklik sergilememekle
beraber mezar tipolojisi açısından önemli farklılıklar gösteren Hırbe Helale nekropol alanı (taş
örgülü oda mezarlar, taş sanduka mezarlar, basit toprak mezarlar ve bir adet lahit mezar), Dara
Antik Kenti kazıları ve bölgede tespit edilen diğer mezarlar birlikte düşünüldüğünde, bölgenin
Geç Antik Çag’da göstermiş olduğu kültürel yapı üzerine önemli bilgiler vermektedir.
7 Oylum Höyük Demir Çağı Hayvansal Geçim Ekonomisinin Anlaşılması
Derya Silibolatlaz Baykara, Belgin Aslan
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Oylum Höyük Kilis ili Merkez ilçeye bağlı Oylum Mahallesi sınırları içerisinde, Kilis Gaziantep
karayolunun güneyinde yer alır. Höyük, yaklaşık 460 m uzunluğunda ve 370 m genişliğinde olup,
kuzey ve batı yamaçları daha diktir. Boyutları itibariyle Güneydoğu Anadolu bölgesinin en büyük
höyükleri arasında yer alır. Oylum Höyük kazıları, Güneydoğu Anadolu ve Suriye kültürünün
etkileşimlerinin anlaşılması açısında oldukça önemlidir. Höyük, Geç Kalkolitik dönemden
Ortaçağ’a kadar devamlı olarak iskan edilmiştir. Son yıllarda kazılardan ele geçen kral mühürleri
ve mühür baskılar höyüğün önemini kanıtlar nitelikteyken, MÖ. 3.-2. binlere ait belgelerde
Gaziantep ve Kilis çevresinde aranan ve oldukça önemli bir Hurri şehri olan Ulisum olduğu
düşünülmektedir. Yapılan çalışma kapsamında Demir Çağ Oylum Höyük halkının evcil
hayvanları hangi amaçla kullanıp ürünlerinden ne şekilde yararlandıkları anlaşılmaya
çalışılmıştır. Ayrıca geçmiş dönem Oylum höyük halkının beslenme alışkanlıkları, hayvansal
ürünlerden nasıl faydalandıkları, avcılık-kasaplık faaliyetleri ve çevresel şartların anlaşılması
planlanarak, Oylum Höyük insanları hakkında önemli bilgiler elde edilmesi amaçlanmıştır
Bu çalışma kapsamında 2007-2011 yıllarından ele geçen ve (MÖ 1200-330) Demir Çağın’a
tarihlendirilen kontekslerden toplanan hayvan kemikleri incelenmiştir. Faunada toplam 1349
kemik çalışılmıştır bunlardan 1313 tanesinin tür ve cins bazında tanımlanması yapılmıştır 36
tane kemik ise boyutlarına göre orta ve büyük boy olarak gruplanmıştır. Faunaya baktığımızda
koyun, keçi, sığır ve domuz gibi evcil türlerin baskın olduğunu görmekteyiz, faunada az sayıda
ele geçen yaban hayvanları ise alageyik, kemirgenler, kaplumbağalar ve kuşlarla temsil
edilmektedir. Kemikler üzerindeki yanık ve kesim izlerine az sayıda rastlanmıştır.
Oylum Höyük zooarkeolojik çalışmalarının değerlendirmesi sonucunda, Demir Çağ Oylum Höyük
halkının geçimlerini koyun-keçi-sığır ve domuz gibi ekonomik anlamda güçlü ve fayda sağlayan
hayvanlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Yapılan yaşlandırma sonucunda çiftlik hayvanlarının
erken yaşta kesime alınmadıkları, ikincil ürünlerinden faydalanmak amacı ile yetişkinliğe
ulaşmalarının beklendiği anlaşılmıştır. Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda bu durum normaldir.
Farklı ürünler elde etmek amacı ile hayvanların kesime alınma yaşlarında değişiklik olmaktadır.
Çiftlik hayvanları içerisinde genç hayvanlar da mevcuttur bu durum sürünün geleceğini kontrol
altına alma ile ilgili olmalıdır.
8 Anadolu Miyosen Dönem Rhinocerotidae Paleoekolojisi ve Biyostratigrafisi
Emrah Şimşek
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Miyosen Dönem zoocoğrafik göçler açısından karmaşık bir dönem olup, Anadolu karasal
çökellerin biyostratigrafisinin-biyokronolojisinin aydınlatılması açısından Rhinocerotidae’ler
memeliler arasında önemli bir gruptur. Avrasya ve Afrika’da kolay ve hızlı hareket
kabiliyetlerinden dolayı hızlı bir şekilde evrim geçirerek yayılmışlardır. Miyosen dönem Anadolu
primat lokalitelerine bakıldığında çok zengin bir Rhinocerotidae biyoçeşitliliği olduğu
görülmektedir. Rhinocerotidae’ler primatlarla birlikte paleoekolojik ilişkilerin belirlenmesi
oldukça önemlidir. Paleoekolojik koşulların tahmini için geliştirilen hypsodonty analizi
ekometrik verilerinden yola çıkarak Rhinocerotidae türlerin yaşadıkları habitatların hakkında
önemli bilgiler vermektedir. Rhinocerotidae’lerin Anadolu paleoekolojisindeki yeri oldukça
karmaşıktır. Bu bağlamda gergedanların ekolojik ve filogenetik ilişkilerin detaylandırılması ve
ekometrik verilerin karşılaştırılması bu çalışmanın temel amacıdır.
Anadolu’da bulunan 4 önemli hominoid lokalitesinde yer alan ve aynı ekolojik nişleri paylaşan
Rhinocerotidae’lerin paleocoğrafik paleoekolojik ve paleo-biyokronolojik açıdan
karşılaştırılarak değerlendirilmesi yapılmıştır.
Orta Miyosen primat lokalitelerinden Paşalar ve Çandır’da Chilotherium, Aceratherium,
Beliajevina ve Brachypotherium ortak gözükürken, Geç Miyosen primat lokalitelerinden
Çorakyerler ve Sinap’ın üst seviyelerinde Diceros,Chilotherium, Stephanorhinus ve Acerorhinus
cinsleri mevcuttur. Rhinocerotidae Anadolu Miyosen Dönemde oldukça değişen mevsimsel
ortamlara daha sert ve daha aşındırıcı beslenme biçimine adapte olan başarılı bir memeli
grubudur. Lokalitelere bakıldığında jeolojik dönemlerin gerek fiziksel gerekse iklim şartlarına
bağlı olarak ekolojik koşulları sürekli olarak değiştiği görülmektedir. Çankırı Çorakyerler
faunasındaki Diceros neumayri’nin varlığı bölgenin daha açık alan olduğuna işaret etmektedir.
Ek olarak kuru habitatlarda otlanan bir tür olan Brachypotherium varlığı ise bu durumu
destekler niteliktedir. Genel olarak Miyosen Dönem Rhinocerotidae ekolojisi birçok gölden
oluşan kısmen yarı açık ve yarı ormanlık bir habitatın varlığını belirtir. Bunun yanında, özellikle
de aynı ekolojiyi paylaşan primatların varlığı bu bölgelerin çevresinde ağaçlık ve gölsel alanların
da sık bulunduğunu kanıtlamaktadır.
9 Memelilerin (Carnivora) Carnassial Dişlerinin Evrimi
Gökhan Zeybek
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Milyonlarca yıldır yaşamını devam ettiren etçilleri de bünyesinde barındıran büyük
kertenkelelerin habitatlarına, memelilerin hakim olması nasıl gerçekleşmiştir? Memeli sınıfının
neden diğer sınıflara göre daha başarılı olduğu sorusu çerçevesinde, özelleşen diş formülleri ve
çeşitlenen carnassial diş özelleşmeleri bütüncül olarak ele alınması amaçlanmıştır. Geçmişte
ekosistem içerisindeki habitatında nişini oluşturabilmiş türler bulunduğu ortam hakkındaki
değişimleri ve organizma üzerindeki baskı yaptırımlarını gözler önüne serebilir. Aynı zamanda
günümüz memeli türleri arasında ki akrabalık ilişkilerinin aydınlatılmasında kullanılabilir. Yok
olmuş türlerin neden yok olduğu hakkında faydalı analizler yapabilmeyi olağan hale getirebilir.
Çeşitli homo cinsine ait türlerin aynı ekosistemi paylaşma potansiyeli dolayısıyla katkı
sağlayabilir.
Literatür araştırması esasına dayanan bu çalışmada memelilerin ortaya çıkış zamanları,
bulundukları jeolojik zaman dolayısıyla (senozoik) çeşitlenme nedenleri, beslenme
farklılıklarına göre diş anatomilerinde ki özelleşmelerden bahsedilmiş, carnivor takımına giden
canlı formları (incektivor) doğrultusunda carnassial diş oluşumları ve evrimi temel alınarak
anlatılmaya çalışılmıştır.
Makaslama carnasialleri (Premolar 4, Molar 1) carnivorlar için sinapomorfi olmasına rağmen
Carnivora üyeleri geniş bir alanda ekolojik nişleri işgal ederek farklılaşmışlardır. Kediler
(Felidae), gelincik ile sansar (Mustelidae) gibi yüksek carnivor grupları, köpek ve tilkiler
(Canidae) gibi “generalist”ler, firavun faresi (Herpestidae) gibi böcekçiller, ayılar (Ursidae) ve
rakunlar (Procyonidae) gibi omnivorlar, dev pandalar gibi tam otçulları içerir. Ekolojideki
değişim diş yapısına önemli ölçüde yansır (Van Valkenburg, 1989). Organizmaların yaşadığı
küçük bir değişim birçok yeni formun fitilini ateşleyebilmektedir. Enerji kaynaklarının elverişli
olması, geçmişteki vücut boyutu küçük olan formların bir batımda fazla çocuk sahibi olmasına ve
gen havuzunda ki çeşitliliğe sebebiyet verebilmektedir. Daha çok çocuk daha çok çeşitlilik ve
mümkün olan ortamda daha adaptif uyum içermesi anlamına gelebilir. Yeni diş formülleri daha
verimli beslenme anlamına gelebileceği için ortama uygun değişebilen türler ekosistemde
frekanslarını devam ettirebilmişlerdir. Carnivorların karakteristik özelliğini içeren carnassial
dişlerde de bu adaptif uyumu görebilmekteyiz. İncektivorlardan miras aldıkları bu özellikleri
nişindeki farklılaşmadan dolayı oldukça hızlı evrimleşerek çok daha farklı formlara
dönüştürebilmiştir. Bu farklılaşmaları türleşme süreçlerinden anlayabilmemiz evrimin dişlerde
de aynı şekilde önceki formun var olan karekterinin üzerine koyarak deneme yanılma
yöntemiyle çalıştığını yok olan formlardan anlamaktayız.
10 Anadolu Miyosen Dönem Rodent (Rodentia=Mammalia) Faunasının
Paleoekolojik Açıdan İncelenmesi
Hasan Vural
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi
Küçük memeliler genelde her ortama adapte olup, değişen coğrafyaya göre hızla evrilen memeli
guruplarından en önemlisidir. Bu yüzden paleobiyocoğrafyayı ve paleokronolojiyi
anlamlandırmak için Rodent faunasını çalışmak son derece önemlidir. Küçük memeliler özellikle
Rodentler nişlerini gerçekleştirdikleri habitatlara spesifiye olan türler olup ekolojik indikatörler
olarak kullanılabilirler. Rodent türlerine göre habitatları ya da ekolojiyi tanımlayabiliriz.
Paleontolojik kazılardan elde edilen Rodent fosilleri de paleoekolojik değerlendirmeler yapmak
için en uygun fauna grubudur. Ayrıca Miyosen Dönemden günümüze meydana gelen ekolojik
değişimleri Miyosen Dönemden günümüze Rodent faunasındaki değişimi izleyerek
anlamlandırabiliriz. Anadolu’da yapılan paleontolojik kazılardan elde edilen Rodent fosillerine
dayalı olarak yayınlanan ve databaselerde yer alan kayıtlar baz alınarak, Miyosen Dönemden
günümüze Anadolu’nun paleobiyocoğrafyasını ve paleoekolojisini anlamak. Ayrıca Anadolu’da
bugüne kadar çalışılmış ve yayınlanmış tüm Rodent kayıtlarından yola çıkarak fosil Rodent
faunasının çıkarılması amaçlanmıştır.
Anadolu’da Miyosen Döneme ait paleontolojik kazılardan elde edilmiş fosillerden çalışılmış ve
yayınlanmış tüm makalelerden Rodent kayıtları çıkarılmıştır. Bulgulara günümüz Rodent
biyoçeşitliliği ile karşılaştırılmış ve Miyosen Dönemden günümüze Anadolu Rodentlerinin
evrimsel değişimi paleoekolojik olarak değerlendirilmiştir.
Rodentia takımına ait Muridae familyası Erken ve Geç Miyosende yoğun yayılış gösterirken Orta
Miyosende bu oran gözle görünür şekilde azalmıştır. Aynı şekilde Spalacidae familyası Orta ve
Geç Miyosen’de yoğunken Erken Miyosen’de bu yoğunluk görülememektedir. Cricetidae
familyasının Erken Miyosenden Geç Miyosene geldikçe doğrusal bir azalma görülmektedir.
Gerbillidae familyası Erken Miyosen görülmezken Orta Miyosende ortaya çıkmış ve Geç
Miyosende bu oran daha da artmıştır. Rodent takımındaki bu kısmi dalgalanmalar
paleoekolojideki değişimler ile karakterize edilir. Miyosen Dönem Rodent dağılımına
bakıldığında Anadolu paleoekolojik ve paleocoğrafik olarak değişimlere rastlanılmaktadır.
Anadolu Erken Miyosen Rodentleri bölgenin nemli ve ormanlık olduğunu gösterirken Orta
Miyosende karasal alanları göstermektedir. Geç Miyosende ise Anadolu açık alanlarla
karakterize edilmektedir.
11 Re-evaluating Animal Exploitation Patterns in Eastern Anatolia During the
Early Neolithic Period
Lubna Omar
Binghampton University, USA
From an anthropological perspective, Anatolia is a vital region in terms of the history of the
animal-human relationship. While the Neolithic period contributes with an interesting
advancement in the patterns of animal exploitation through the reliance on intensified hunting
practices and then the shift to using domesticated animals. Investigating faunal remains from
various Neolithic sites in the region provided considerable evidence regarding the animal
exploitation activities in Anatolia.
Although animal remains are quite abundant in archaeological contexts and do potentially
survive better than other types of ecofacts, still zooarchaeologists are faced with the challenge to
assess the accumulation of bones and reconstruct the pattern of animals’ exploitation using a
limited set of analysis methods, which are highly vulnerable to taphonomic processes. In the
case of Anatolia, recent methods measuring various isotopic ratios in some Neolithic sites in
Anatolia offered unique insight on the diet of Neolithic communities. However, we are still
working on incorporating the results of methods into the framework on animal exploitation that
goes beyond the direct acquirement of food products from animals. Examining the results of
both traditional zooarchaeological research methods and isotopic analysis.
The materials are extracted from zooarchaeological publications with interpretations of faunal
analyses in multiple Neolithic sites in Eastern Anatolia in addition to the recent results of isotope
analyses which in turn focused on few Neolithic sites in the region. The methods focus on
producing statistical representations to conduct a comparative analysis of both lines of evidence
and what type of information we could obtain from each type.
The results of the study determine the strength of various analysis methods used in
Zooarchaeological research. In addition, it emphasizes on how we should approach the
examination of Neolithic faunal assemblages to acquire a clearer picture of life during this very
intriguing chapter of humanity.
12 Biyostratigrafi ve Biyokronoloji Çalışmalarına Bir Örnek: Kütahya Altıntaş
Küçük Memeli Fosillerinin Analizi
Mehmet Yasin Işık
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Küçük memeli fosillerinin analizi sonucunda Altıntaş (Kütahya) Lokalitesi’nin biyostratigrafik ve
biyokronolojik olarak değerlendirilmesidir. Küçük memelilerin önemli bir ailesi olan ve çalışma
konumuzun da ana materyali oluşturan Progonomys’lerin taksonomisi konusunda yapılan
çalışmalara bakıldığında görüş ayrılıklarının ve konu hakkında bir fikir birliğinin olmadığı
bilinmektedir. Cins ve tür tanımlamalarında araştırıcıların aynı aile için farklı taksonomik
yaklaşımları ve birden çok terminoloji kullanmaları, mevcut problemleri daha karmaşık hale
getirmektedir. Altıntaş (Kütahya) Lokalitesin de yaşamış olan küçük kemirgenlere ait
materyallerin ayrıntılı taksonomisinin yapılacak olması ve ortaya çıkacak yeni bilgiler ışığında
önceki çalışmalarla karşılaştırılıp, grubun az bilinen filojenetik evrimini ortaya çıkarılmaya
çalışılacaktır. Altıntaş (Kütahya) lokalitesinin biyokronolojik ve paleobiyocografik tarihinin
faunal korelasyon yöntemi kullanılarak saptanması ve ortamın paleoekolojik olarak
yorumlanması da amaçlanmıştır.
Çalışma materyalimizi Altıntaş (Kütahya) lokalitesinden elde edilen küçük memelilere ait 40
adet fosil dişler oluşturmaktadır. Bu çalışmada, dişler morfolojik ve biyometrik açıdan incelenip
morfotip ayrımları yapılacaktır. Küçük memeli türlerinin tanımlanmasında Weerd’in, (1976)
terminolojisi temel alınacaktır.
Çalışmamızda kullandığımız Muridae ailesine ait olan Progononmys cinsine ait koleksiyonda,
cinsleri birbirlerinden ayıran özellikler olarak kullanılan boy, hipsodonti, kök sayıları, M3 ve m3
ün şekli gibi karakterler incelenerek grup içindeki önemli farklılıklar ortaya koyduğu
saptanmıştır. Bu koleksiyonda tür içi varyasyonun genişliği hakkında bilgiler verilmiş ve
böylelikle eski çalışmaların kontrolü sağlanmıştır. Çalışmada Altıntaş (Kütahya) bölgesinden
elde edilmiş 40 adet Progonomys cathalai cinsine ait fosil dişler morfolojik ve biyometrik açıdan
incelenerek morfotip ayırımına gidilmiştir Altıntaş (Kütahya) Lokalitesinden elde edilen
Progonomys cinslerinin gerek morfolojik olarak gerekse boyutsal anlamda Sinap Tepe ile büyük
bir benzerlik göstermesi ve dişlerin daha önceden çalışılmış diğer lokalitelerden çıkan aynı cins
fosil dişlerle morfolojik olarak benzerlik göstermesi ve Wessels’in 2009 yılında yapmış olduğu
çalışmaya ek olarak yapılan bu çalışmanın sonuçlarının Wessels ile paralellik göstermesinden
dolayı, bu lokalitenin yaşının Sinap Tepe’nin ve karşılaştırma yapılan diğer lokalitelerin
belirlenmiş olan yaş aralığı olan ve Wessels’in de bu bölge için belirlemiş olduğu Vallesiyen
(MN9-MN10) döneme atıf edilebileceği ortaya çıkmıştır.
13 Su Ortamında Bulunan İnsan Kalıntılarının Adli Antropoloji Açısından
Değerlendirilmesi
Seda Karaöz Arıhan, Mehti Doğan
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Bu çalışmada su ortamlarında cesetlerisn çürüme evrelerinin etmenleri, çürüme evrelerinin
hangi aşamalardan oluştuğu anlatılacaktır. Su çevreselliğinin insan kalıntılarına etkileri ve
biyotik-abiyotik etkilerin anlaşılması ve aktarılması hedeflenmektedir.
İnsan kalıntılarının çürüme evreleri ile ilgili yapılacak çalışmalarda etik değerler ve insan hakları
yönünden hassasiyetler bulunduğundan, yeni bir gözlem ve araştırma yapılmadan, mevcut
literatürün taranması ile elde edilecek veriler değerlendirilecektir.
Ölümün tanımlanması, tarihe ve medeniyetlere göre farklılık göstermesine karşın, insan
ölümünün hukuki yönden tanımlanması, miras hukuku, medeni hukuk, ceza hukuku, insan
hakları, savaş suçları, asayişe müessir olayların tespiti ve adli tıp-adli antropoloji bakımından
tanımlanması, bilimsel yönden önemlidir. Ölüm, sözcük olarak yaşamın sona ermesi anlamına
gelirken, adli tıp açısından birçok süreci içerisinde barındıran geniş bir kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. Somatik ölüm, spontan dolaşım ve solunumun durması, beyin ölümü ve hücre
ölümü ayrıca yalancı ölüm bir bütün olarak, fonksiyonel ve fiziksel bulgularla birlikte ele
alınmaktadır. Ölümün tanımlanmasıyla, belirtileri olan, su kaybı, ölü soğuması, ölü lekeleri, ölü
katılığı, ölü sıkışması, cesedin tefessühü (çürüme-parçalaması) ve parçalanmanın durduğu
mumyalaşma ve sabunlaşma gibi evrelerin çözümlenerek anlaşılması ölüm sonrası zaman
aralığının (Post mortem interval ‘’PMI’’) belirlenmesinde önemli rol oynar. Çevresellik etmenleri
içerisinde, su ortamında bulunan insan cesetlerinin ölüm sonrası belirtileri ve post mortem
intervali, karasal ortamlara göre farklılık gösterir. Sudaki insan kalıntıları, kalıntıların
çeşitliliğine ve su çevresinin çeşitliliğine göre farklı potansiyeller içerebilir. (Haglund, 2001) Su
çevreselliğinde insan kalıntıları, suyun sıcaklığı, derinliği, akıntı, fauna ve flora, mevsim, suyun
kimyasal içeriği, cesedin suyun yüzeyinde ya da dibinde oluşuna, tortulaşma ve jeolojik
faktörlere göre etkilenebilir. Su, kalıntıları taşıyan, değiştiren ve biriktiren en yaygın tafonomik
ajanlardan biridir. Suyun insan cesedi üzerindeki etkilerinin anlaşılmasının, Post mortem
intervalin belirlenmesinde fayda sağlayacağı değerlendirilmektedir. Ölüm sonrası sürecin
belirlenmesi ise adli tıp, tafonomik analiz, adli antropoloji ve adli süreçlerin işleyişine olumlu
etki sağlayacaktır.
14 Anadolu Geç Miyosen Dönem Lokaliteleri ve Rhinocerotidae Buluntuları
Özge Kahya
Ankara Üniversitesi
Son yıllardaki araştırmalarda Anadolu Geç Miyosen dönemine ait birçok yeni lokalite
keşfedilmiştir. Bununla birlikte farklı türlere ait yeni fosil kayıtları elde edilmiş ve bu yenilikler
ışığında Rhinocerotidae ailesinin evrimine ilişkin bilgilerimizin güncellenmesi gereği doğmuştur.
Bu çalışmada Anadolu Geç Miyosen dönem Rhinocerotidae üyelerinin paleobiyolojik dağılımı ve
filogenetik ilişkilerini güncel bilimsel literatürün incelenmesi, Yeni ve Eski Dünya Neojen memeli
fosilleri veri tabanından sağlanan verilerin araştırılması ile gözden geçirilmesi amaçlanmaktadır.
Aynı zamanda terminolojik farklılıklar ve bu farklılıkların giderilmesi düşünülmektedir.
Literatür çalışması yöntemine dayanarak hazırlanan bu çalışmada, Anadolu’da yürütülen
Miyosen dönem paleontoloji çalışmaları ve yüzey araştırmaları ile Miyosen dönem paleontoloji,
paleoekoloji, paleoiklim, paleobiyoloji gibi konularda yayınlanmış bilimsel literatürden
faydalanılmıştır. Ayrıca bunlara ek olarak “New and Old World Neogene Fossil Mammal
Database (NOW)” (Fortelius 2016) veritabanınından Türkiye Geç Miyosen Rhinocerotidae verisi
derlenmiştir. Rhinocerotidae üyelerinin biyocoğrafik dağılımlarının saptandığı veritabanında
kullanılan ortalama yaş lokalitelerin atfedildikleri MN birimlerinin alt ve üst sınırlarının
ortalaması alınarak hesap edilmiştir. NOW veritabanı Steininger (1999) çalışmasında sunulan
MN kronolojisini kullanmaktadır. Daha sonra, bu buluntu yerleri coğrafik olarak üç ayrı bölgeye
(Trakya, Batı ve Güney Anadolu ve Orta Anadolu) gruplandırılarak çalışılmıştır.
Günümüz Anadolu ve Trakya’sında toplam 247 Geç Miyosen (11.1- 5.3 milyon yılları arası)
lokalitesi içerisinde 105 Rhinocerotidae buluntusu barındıran lokalite tespit edilmiştir. Bu
lokalitelerde Chilotherium (%34), Pliodiceros (%33), Acerorhinus (%13), Dihoplus (%7),
Subchilotherium (%4), Ceratotherium (%3), Aceratherium (%2), Diceros (%2) ve Stephanorhinus
(%1) olmak üzere 9 farklı cins bulunmuştur. Fosil lokalitelerin uzamsal dağılımlarından dolayı
bölge coğrafik olarak üç bölüme ayrılmıştır. Bunlar; Trakya Bölgesi, Batı ve Güney Anadolu
Bölgesi ve İç Anadolu Bölgesidir. Geç Miyosen boyunca bu üç bölgede bulunan ortak cins
Chilotherium, Pliodiceros, Acerorhinus ve Dihoplus’dır. Bu çalışmanın sonuçları, Rhinocerotidae
üyelerinin Anadolu Geç Miyosen memelileri topluluğunun en yaygın elementlerinden biri
olduğunu göstermektedir. Geç Miyosen dönemde Rhinocerotidae tür zenginliği artmıştır.
Rhinocerotidae türlerinin yanı sıra Anadolu Geç Miyosen’inde görülen açık habitatlara ve ağaçlık
alanlara uyum sağlamış hyaenid, felid, bovid ve proboscid gibi diğer memeli türlerinin varlığı, bu
faunaların Geç Miyosen dönemde Avrasya’nın büyük bölümünü dağılmış olan Pikermiyen
kronofaunasının iyi temsilcileri olduğunu göstermektedir. Geç Miyosen Rhinocerotidae
üyelerinin çoğu, Avrasya’daki Pikermiyen kronofaunanın yok oluşuna paralel olarak Anadolu’da
da Miyosen sonunda kaybolmuştur. Bununla birlikte, Chilotherium gibi bazı cinsler Anadolu’daki
Orta Pliyosen’e kadar hayatta kalmıştır.
15 Çinkonun Tat Alma Duyusuna Etkisi
Özlem Tuncer
Ankara Üniversitesi
Çinkonun insan beslenmesinde önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Yetişkin bir insan vücudunda ortalama 2-3 g kadar bulunan çinkonun, büyüme gelişmede, yara iyileşmesinde, immün sistemin korunmasında, kanser riskinin azalmasında ve bunların yanı sıra tat alma duyusunda da etkili olduğu bilinmektedir. Böbrek yetmezliği, diabetes mellitus, kemoterapi ve malnutrasyon gibi çeşitli hastalıkların ya da kültürel beslenme alışkanlıklarının etkisiyle oluşan çinko eksikliği tat alma duyusunda kayıplara yol açabilmektedir. Bu anlamda her çinko eksikliğinde tat alma duyusunda eksikliklerin meydana gelip gelmediği ve yaşla birlikte çinko düzeylerinde nasıl bir değişim görülmekte olduğu bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Bu çalışmanın amacı, çinkonun tat alma duyusunda meydana gelen değişimleri, yaşa bağlı çinko değişimleri ve sosyo-ekonomik durumun beslenme içeriğindeki çinko seviyesine etkisini araştırmayı içermektedir.
Çalışma kapsamında, Özdemir, 2008’de İkiztepe toplumu, Avcu ve diğ., 2011’de diabetes mellitus hastası bir kadın ile çinko analizlerini ve tat alma duyusuna etkilerini içermesiyle Anadolu’da yapılan arkeolojik ve güncel çalışmalar incelenmiştir.
Arkeolojik verilerden yola çıkarak, Özdemir, 2008’de İkiztepe toplumu (n: 90) üzerinde yaptığı paleodiyet çalışmasında, çinko seviyelerini (normal seviye 200 ppm) bebeklerde 243,4, çocuklarda 254,5, genç erişkinlerde 251,7, orta erişkinlerde 231,3 ve yaşlılarda 242,7 ppm olarak bulmuştur. Çinko seviyelerinin yüksek olması toplum beslenmesinde etin önemli miktarda tüketildiğini göstermektedir. Öktem ve diğ., 2005’te Isparta ilindeki farklı sosyoekonomik ve kültürel düzeye sahip, 8-15 yaş arasındaki 380 öğrenci ile yaptığı çalışmada, mayasız ekmek ve tahılla beslenen gruptaki çocukların, mayalı ekmekle beslenen gruptaki çocuklara oranla serum çinko düzeyini (94,5 mg/dl) düşük olarak bulmuştur. Avcu ve diğ., 2011’de, tat alma bozukluğu çeken 36 yaşındaki, diabetes mellitus hastası bir kadının, tuzlu ve acı dahil tüm gıdaların tadını tatlı olarak algıladığını belirtmesiyle, serum çinko düzeyini test ederek, sonucun 50.2 μg/dl (normali kadınlarda 70.0-114 μg/dl) ile düşük olduğunu tespit etmiştir. Çinko eksikliğini gidermek adına günde 25 mg’lik çinkoglukonat tedavisi uygulanmış, 3 ay sonra tat alma duyusu düzelmiş ve çinko değerinin 132.87 μg/dl’a arttığı tespit edilmiştir. Taneli, 2005’te Anadolu toplumunda çinko seviyeleri ölçmüş ve çocukların, % 25’ i 72.4mcgr/dl. altında, % 50’si 72,4 -108,5 arasında, % 25 ‘i de 108,5 üstünde, yetişkinlerin ise, % 25’i 76.2 mcgr/dl altında, % 50’si 76.2 – 114.26 mcgr/dl arasında , %25’i de 114.2mcgr/dl üstünde serum çinko düzeyine sahip olduğunu tespit etmiştir.
Yaşam kalitesi üzerinde etkili olan ve beslenmeyi destekleyen unsurlardan biri olan tat duyusu, insanlar için önemli bir yere sahiptir. Çeşitli hastalıklar ve beslenme alışkanlıklarıyla birlikte çinko seviyesi düşmekte ve tat alma duyusunu olumsuz etkilemektedir. Beslenmeye bağlı olarak çinko seviyesinin düşük olmasıyla meydana gelen tat bozukluğunda çinko takviyesi yapılarak, kişinin tat alma duyusunun yerine geldiği ortaya çıkartılmıştır. Arkeolojik topluluklarda çinko seviyesinin yaş gruplarına göre dağılımına bakıldığında yaşlanmayla birlikte bir azalışın gözlendiği tespit edilmiştir. Karakus, 2013’e göre yaşlanmayla birlikte bireylerin besinlerdeki tatları algılama duyularında eksiklikler meydana gelmektedir. Ancak çalışmaların tümü birbirini destekler nitelikte değildir. Diğer toplumlara göre ülkemizdeki çinko oranının eksik bulunduğunu belirten Taneli (2005), çinko eksikliğini gidermek adına ülkemizdeki ekmeklere çinko ilavesi, pastörize sütlere c vitamini ve demirle birlikte çinko ilave edilmesine yönelik uygulamalar yapılarak, çinkonun normal seviyelere gelmesi sağlanmıştır. Yapılan çalışmalarla birlikte insan yaşamı içerisinde önemli bir yeri olan çinkonun eksikliğinde meydana gelen bozukluklarla birlikte tat alma duyusundaki bozulmalar, ilaçlar ve çinko içerikli ek besinlerle normal seviyelere getirilerek kişinin yaşamını kolaylaştırmak mümkün olduğu tespit edilmiştir.
16 Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Öğrencilerinin Beslenme Durumları
ve Obezite Riski
Sevda Özütürker
Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi
Türkiye’de sağlıksız beslenme sebebiyle özellikle adölesan ve gençlik döneminde sağlık
sorunlarında artış görülmektedir. Üniversite eğitimi sürecinde karşılaşılan; toplu halde
beslenmenin yol açtığı beslenme bozuklukları, ekonomik sıkıntılar, düzensiz beslenme
alışkanlığı, sürekli öğün atlanması, sağlıksız besin tercihleri gibi durumlar sebebiyle şişmanlık
veya obezite gibi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Obezite, vücuda besinler aracılığıyla alınan
enerjinin harcanan enerjiden fazla olması sebebiyle ortaya çıkmakta ve birçok hastalığın
oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Yükseköğrenim gençliğinin doğru beslenme davranışlarına
sahip olması hem kendi sağlıkları hem de topluma örnek olmaları nedeniyle önem taşımaktadır.
Bu araştırmada, üniversite eğitimi gören gençlerden vücut kompozisyonunu belirleyen
ölçümlerin alınması, alınan değerlerin var olan referans ve standartlarla karşılaştırılması,
beslenme alışkanlıklarının anketlerle saptanması ve üniversite öğrencilerinin obezite
prevalanslarının belirlenmesi amaçlanmaktadır
Çalışmamız Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesinde öğrenim gören, 18-28 yaş aralığında olan
424 öğrenci (215 erkek, 209 kadın) üzerinde gerçekleştirilmiştir. Bireylerden ağırlık, boy, deri
kıvrım kalınlığı ölçüleri, bel çevresi ve kalça çevresi ölçüleri alınmıştır. Boy ve ağırlık
değişkenlerinden bireylerin Beden Kitle Endisi (BKE) değerleri hesaplanmıştır. Boy ve ağırlık
ölçümü uluslararası antropometrik protokollere göre alınmış, BKE ise WHO standartlarına göre
değerlendirilmiştir.
Parametrelerinin cinsiyetlere göre değişimi incelendiğinde, ağırlık erkek öğrencilerde 71,66 kg,
kadın öğrencilerde 57,20 kg; boy uzunluğu erkek öğrencilerde 175,91 mm, kadın öğrencilerde
161,49 mm’dir. Bel ve kalça oranı ölçüleri dikkate alındığında bu oran erkek öğrencilerde 0,81
iken kadın öğrencilerde 0,70’dir. Boy ve ağırlıktan hesaplanan BKE değerleri erkek öğrencilerde
23,15 kg/m², kadın öğrencilerde 21,99 kg/m²’dir. Erkek öğrencilerin % 17,7’si aşırı kilolu, %
3,3’ünün obez, kadın öğrencilerin ise % 13,4’ünün aşırı kilolu, % 1,4’ünün ise obez olduğu
saptanmıştır. Cinsiyetler arası vücut kompozisyon parametreleri istatistiki açıdan farklılık
göstermektedir (p<0,001). Bu araştırma üniversite öğrencilerinin beslenme alışkanlıklarının
saptanması, obeziteye neden olan faktörlerin ve obezite prevalanslarının belirlemesine yönelik
gerçekleştirilmiştir. Ergenlik döneminin sonlarını ve yetişkinlik sürecinin başını kapsayan
üniversite eğitimi boyunca edinilen beslenme davranışları ömür boyu devam etmektedir.
Araştırmamız sonucunda, öğrencilerin sıklıkla öğün atladıkları ve fast food tüketimlerinin
yüksek olduğu bulunmuştur. Bu bağlamda üniversite öğrencilerine düzenlenecek sempozyum,
konferans ve paneller ile doğru ve sürdürülebilir beslenme alışkanlıkları kazandırılmasına katkı
sağlanabilir. Böylece bireylerin obezite ve buna bağlı birçok hastalıktan korunmalarında etkili
olunacaktır.